Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Ekim 28, 2022
Bu nasıl bir ‘millî sır’dır?

Evet, vefatının 100. yıldönümünü vesile bilerek, (merhûm) Enver Paşa faslı uzun sürdü ve yine de o dönemin binde birine işaret edilebilmiş değildir. O dönemin Osmanlı paşaları içinde, -elbette birçok hataları olsa bile- milletin inanç sistemine bağlılığındaki samimiyeti açısından, herhalde en ileri durumda olanlardan birisi olan Enver Paşa'yı rahmet dileğiyle ve hayır - dualarımızla yâd eyleyip, dönelim günümüze derken, 1923 sonrası rejiminin 99. yıldönümüne gelmişiz.

*

O günleri sık sık hatırlatıp değerlendirenlerden bazı siyasî liderler ve özellikle D. B., M. Kemal'in 1923 ve sonrasındaki icraatını, elbette resmî ideoloji dayatmasının gereği olarak bir 'millî sır'a dayandırmaktadırlar, çünkü, gelecekte neleri, nasıl yapacağını en yakın silah arkadaşlarından bile gizlemektedir. İnsan, hayret ediyor, bu nasıl bir 'millî sır'dır ki, milletin haberi yok, en yakın silâh arkadaşlarının haberi yok ve amma, İngiliz emperyalizmi başta olmak üzere, diğer bütün emperial güçler, özellikle de 1850'lerdeki Rus ve Fransız imparatorları, 1850'lerden beri kendi aralarında alenen, 'Kollarımız arasında bir 'l'homme malade' / Hasta Adam' var, kontrolümüz dışında ölüverirse, çok sıkıntı çekeriz, o halde geleceği şimdiden planlamalıyız.' demektedirler. 'Millî sır' olarak nitelenip gizlenenler, silah arkadaşlarının bile bilmedikleri bir mahiyette olduğuna göre, herhalde savaşla ilgili olmayan, savaş sonrası yeni bir toplum oluşturma planları için olsa gerek. Esasen, Napolyon'dan beri ve ondan sonra, Prusya askerî anlayışına göre, subaylar kendilerini, sadece savaşları değil, toplumun geleceği konusunda da planlama yapma hakkını kendilerinde gören ve kendilerini âdeta bir 'yarı tanrı' gibi gören anlayış henüz de, zihinlerdeki tahtını koruyordu; özellikle, artık emperyalistlerin yutmak için planlamalar yaptıkları ve bir büyük lokma olarak gördükleri 'müslüman dünyası' ve onun asırlardır en güçlü temsilcisi durumunda olan Osmanlı Devleti'yle ilgili olarak.

O halde, bu vesileyle, âdeta kutsal bir metin gibi tekrarlanan ve bir 'millî sır' olarak gizlendiği söylenen konuya bir naif fırça dokunuşuyla da kısaca değinmekte fayda var.

*

Hatırlayalım... 30 Ekim 1918'de, 10 yıldır 'İttihad-Terakkî Cemiyeti'nin / partisinin yönetiminde olan Osmanlı Devleti, nice büyük ideallerle ve özellikle de, 1877-78'deki ve bizde (o zamanki Hicrî takvimle 1293'e denk geldiği için) '93 Harbi' diye anılan ve büyük yenilgimizle neticelenen Osmanlı-Rus Harbi'nin ve 1911 - 13'deki Balkan Savaşı'nda uğradığımız ve 550 yıllık vatan topraklarından, Rumeli'nden, Balkanlardan korkunç şekilde silindiğimiz faciaların ağır sonuçlarını gidermek ümid ve hayaliyle girdiği Birinci Dünya Savaşı'nda da yenilip, yenilgimizi kabul ettiğimiz Mondros Mütarekesi'ni imzalayıştan sonra. (Yeni nesiller için, mütarekeyi izah etmek gerekiyor. Mütareke, kelime olarak 'terk etme' anlaşmasını ifade ediyor. Askerî bir terim olarak ise, savaşta, silah kullanmayı terk etmeyi anlatmak için kullanılıyor.. Ama, âdilâne ve iki taraflı bir silah terki değil, tek taraflı bir silah terki ve karşı tarafın ise, zafer kazanmış canavarlar olarak yağma ve talân etmeye, ezip geçmeyi kendisine hak olarak gördüğü, bir teslim alış anlaşmasıdır.)

Nitekim, Mondros Mütarekesi sonrasında, Osmanlı müslüman coğrafyasının her bir yanına, savaşın kazanan tarafı olan (Rusya, Bolşevik /komünist İhtilâli'nin olması yüzünden,1917'de savaştan çekildiği için) İngiltere, Fransa ve İtalya, yanı başlarına 'fino'ları durumunda olan Balkanlardaki ve Anadolu içindeki yunan, bulgar, ermeni ve rûm, pontus gibi gayrimüslim unsurları da alarak askerlerini, müslüman topraklarına ve müslüman halkların tepesine çöktürmeye başlamışlarıdır. İstanbul da o durumdadır ve artık her tarafta yenilgiler ardı ardına gelirken, Sultan Mehmed Reşad'ın vefat etmesiyle, 3,5 yıldır devam eden savaşın son 5 ayında, yani savaşın istikametinde etkili olması çok zor olan bir zaman diliminde Padişah olan Mehmed Vahdeddin İstanbul'da, işgalci güçlerin kontrolü altındadır ve Hükûmet de, imzalanan o mütareke anlaşması çerçevesinde yarı ve de ağır yaralı şekilde çalışmakta ve çareler düşünmektedir.

*

Ancak, bu noktaya biraz ara vererek, Birinci Dünya Savaşı'na katılmanın mümkün olup olmadığını hatırlamamız gerekmektedir:

Talât Paşa ne diyor?

Bu arada, Talât Paşa'nın (Anılar diye sadeleştirilerek İş Bankası tarafından yayınlanan) 'Hâtıralar'ında, Birinci Cihan Harbi öncesindeki durumla ilgili olarak anlattıklarına ve Enver Paşa ile ilgili tesbitlerine de bakmak gerekiyor:

'Türkiye, iç yönetimini örgütlemek, ticaret ve sanayiini geliştirip korumak, demiryollarının genişletmek, kısaca yaşayabilmek ve varlığını koruyabilmek için, öteden beri, devlet gruplarından birine katılmak üzere bir imkân aramıştı. Fakat devletlerden hiçbiri buna razı olduğunu bildirmemişti.

Bu sırada Sadrâzam Said Halim Paşa bir gün, elçi 'von Wangenheim'ın , Almanya'nın Türkiye ile eşit şartlar altında bir andlaşma yapmak istediğini kendisine açmış olduğunu bize bildirmek üzere Enver Paşa'yı, Halil Bey'i ve beni yanına çağırdı. Bizim görüşlerimizi sordu. Hepimiz şu kanıdaydık ki, varlığını koruyabilmesi için Türkiye'nin böyle bir Avrupa devleti ile andlaşma yapması gerekliydi ve Türkiye ancak bilim, sanat, sanayi ve ticaret bakımından bu derece ilerlemiş bir devletin yardımıyla kendi varlığını ve gelişmesini sağlayabilirdi. Sadrâzam görüşmeleri bizzat yönetmek istediğin bildirdi ve bu meseleyi gizli tutmamızı rica etti. Henüz resmî ve belirli bir teklif olmadığından, öteki arkadaşlara hiçbir şey söylenmemesini istediğini bildirdi.

Biz hemen, bu teklifin bir savaş tehlikesinden doğmuş olduğunu anladık. Bir devletin zayıf Türkiye'yi kendi bağlaşıkları (müttefikleri) arasına almak istemesi için bu derece önemli bir sebebin var olması gerekeceğini tabiî buluyorduk. Fakat, bizim düşüncemiz bir genel savaşın çıkmayacağı ve bizim de bir kere bu anlaşmaya girmekle, artık devletimizi her türlü tehlikeden korumuş olacağımız yolundaydı. (…) aynı şekilde Avusturya elçisiyle de bir anlaşma yapılarak imza edildi. Bundan, kabinedeki önemli kişilere de haber verildi. Az sonra Almanya ile Rusya arasında savaş patladı. Andlaşmaya göre, hemen savaşa girmemiz gerekiyordu. Sadrâzam hemen savaşa girmek niyetinde olmadığı için her iki elçiyi de oyalıyordu. Ben ve arkadaşlarımın bazıları ise bu durumu ülkemizin çıkarlarına uygun bulmuyorduk; çünkü bir taraftan yapmış olduğumuz andlaşmayı çiğniyor, öte yandan da Almanya'ya karşı sempatimizi açığa vurmakla tarafsızlığımızı kötüye kullanmış oluyorduk. Böylelikle her iki devlet grubu da hoşnutsuzdu. Sadrâzam ise, her iki müttefik elçinin de bizim hemen savaşa girmemizde ısrar etmediklerini; ancak bizim andlaşmaya sadık kalmamış olduğumuzu bildirmekle yetindiklerini ve bu bildirimleriyle onların da bize karşı bir hiç bir yükümlülüklerinin kalmamış olduğunun anlaşıldığını bildirdi.

Nâzırlar Heyeti'nin bir toplantısında elçilere, Bulgaristan ve Romanya'nın durumları anlaşılmadan Türkiye'nin hemen savaşa katılmasının gerek müttefiklerin, gerek Türkiye'nin çıkarlarına aykırı olacağının bildirilmesine karar verildi.(…)

Görüşmelerimizi çoğunca geceleri Sadrâzam'ın yalısında yapıyorduk. Yine bir akşam sorunları görüşmek üzere Nâzırlar Heyeti halinde toplanmıştık. Biraz geciken Harbiye Nâzırı Enver Paşa, gülerek, 'Yeni bir çocuğumuzun dünyaya gelmiş olduğunu', yani Goeben'in o anda Çanakkale Boğazı'ndan içeri girmiş bulunduğunu söyledi. Sadrâzam büyük heyecana kapıldı; az sonra uşak, Alman elçisinin gelmiş olduğunu bildirdi. O ana kadar hiç birimizin Goeben'in geleceğine ilişkin bir bir bilgisi yoktu. (…) Sadrâzam ve nâzırlar, 'Goeben' ve 'Breslau'un (sonradan Yavuz ve Midilli adını alan zırhlılar) tarafsızlık kuralları uyarınca ya kırk sekiz saat içinde Çanakkale Boğazı'ndan çıkmaları ya da silâh ve toplarını teslim etmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Toplanmış bulunduğumuz odaya yeniden gelen Saîd Halîm Paşa, Wangenheim'ın bu teklife son derece öfkelendiğini ve müttefik sıfatıyla böyle bir davranışa hakkımız olmadığı kanısında bulunduğunu söylediğini bildirdi.

Bunu yine uzun görüşmeler izledi ve Wangenheim'a karşı kullanılacak dil ve Türkiye'yi hemen savaşa sokmamak için başvurulması gereken araç ve çözüm yolları hakkında bir karara varıldı. Sadrâzam bu haberi bizzat bildirmek istemedi. Halil Bey ve ben, elçinin bulunduğu salona giderek kendisine tereddütlerimizi anlattık. Wangenheim pek heyecanlıydı ve yüzünü ter kaplamıştı. O anda Halil Bey'in aklına gemileri satın almak geldi ve Wangenheim'a bunu önerdi. Bazı tereddütlerden sonra Wangenheim bu öneriyi kabul etti. Gemilerin satışı yalnızca bir gösteriş değil, gerçekti.

Bundan sonra, elçilerle Bulgaristan'ın nasıl kazanılması gerekeceği üzerinde görüşmeler yapıldı ve elçiler de bizim görüşümüze katıldılar. Nâzırlar heyeti (Adliye Nâzırı) Halil Bey ve beni Bulgaristan'a göndermeye karar verdi. (…)Sofya'ya vardığımızda (Bulgaristan başbakanı) Radislavov'u, Türkiye'yle ittifaka eğilimli bulduk. (Ancak, Bulgaristan, savaşa girdiği takdirde, Romanya'nın Bulgaristan'a saldırmayacağına dair bir güvence vermesini istiyor, Romanya'nın 'böyle bir yazılı güvence verirse, bunun kendisinin ilân ettiği tarafsızlığa gölge düşüreceği ve Bulgaristan'ı savaşa sürükleyeceği' gerekçesiyle bundan kaçındığını ve ayrıca, Romanya lideri Bratianu'nun, 'Romanya küçük bir ülke .. Hangi taraf lehine savaşa girerse girsin, başkentimiz ikinci güne ele geçirilir' sözleriyle tarafsızlıkta kararlı olduğuna inandık.)

(…) Ben asla savaşçı değildim; fakat, davranışlarımızın müttefiklerimize karşı dürüst olmadığı, İtilaf Devletleri'ne karşı ise, taraflı gözüktüğü kanısındaydım. Bu bakımdan, bir süre daha savaşa girmememize müttefiklerimiz onay verdikleri takdirde, andlaşma metnine bu konuda bir ek konulmasının önerdim. Nâzırlar heyeti bunu kabul etti. Adliye Nâzırı Halil Bey'in bu konuyu görüşmek üzere Berlin'e gitmesine karar verildi. (…) Biz müttefiklerimizle birlikte savaşa katılacağımız günün geleceğini söyleyerek, gittikçe sabırsızlaşan ve asabîleşen Baron von Wangenheim'ı yatıştırmaya çalışıyorduk. Kurban Bayramının arefesinde, (Rusya'nın) Karadeniz Donanması ile Amiral Souchon arasında bir muharebe olduğu ve Goeben'in Rus sahillerini bombardıman ettiği haberini aldık. Sadrâzam, bu darbeden son derece heyecanlandı ve ertesi günkü 'bayrak töreni'ne katılmayacağını bana yazılı olarak bildirdi.

Daha önceden bu olayı hiçbirimiz bilmiyorduk. Fakat herkes gibi ben de Enver Paşa'nın haberi olduğuna inanıyordum. Bayram günü Meclis-i Meb'ûsân Reisi Halil Bey'de toplandık. Ben Enver Paşa'ya epeyce hücum ettimse de, hiç haberi olmadığına yeminle güvence verdi. Bu olay da savaşı artık bir oldu-bitti haline getirmişti. Sadrâzam istifasını verdi. (Öyle bir durum olmasaydı) Bu durumu daha aylarca uzatacağına inanıyordu. Ancak artık kesin karar verme zamanı gelmişti.

Bayram'ın üçüncü günü Sadrâzam'ın evinde toplandık. Nâzırların çoğu hemen savaşa girmeye tarafdar görünmüyordu. (…) İtilâf Devletleri elçileri ise, durumun aynı şekilde devamını şu şartın gerçekleşmesine bağlıyorlardı: 'Alman askerî kurulunun ve bütün subaylarıyla birlikte, 'Goeben'in sınır dışına çıkarılması..' Bu şartı yerine getirebilmek, hükûmetin gücü ve iktidarı içinde değildi. Bundan başka, arkadaşlardan bazıları müttefiklerimizin ısrar etmeleri durumunda hemen savaşa girilmesinden yanaydı. Sadrâzam bir karar vermek zorunda kaldı ve sonunda Savaş durumuna geçmemizi tercih etti. Cavid de aralarında olmak üzere, öteki nâzırlar istifalarını verdiler.

Türkiye Savaşa Nasıl Girdi?

Türkiye, savaşa böyle girdi. (Savaşın ilk aylarında yaşanan Sarıkamış Faciası'na rağmen, -özetle-): 'Çanakkale ve Kut-ül'Ammâre zaferleri herkesi heyecanlandırmıştı. Hattâ, savaşa girilmesine karşı olanları bile... Müttefikimiz Almanya'nın, özellikle Mareşal Hindenburg'un Mazur Gölleri çevresindeki zaferleri de öyle.. Bütün Osmanlılar, yenilmeyen bir Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'yla müttefik olmak sâyesinde istiklalin korunacağına ve kaybedilen vatan coğrafyalarının kurtarılacağına inanıyorlardı. Hiç kimse savaşa girildiğinden dolayı pişmanlık duymuyordu. Padişah, Veliahd (Vahiduddin), Âyan ve Mebusân Meclisleri, subaylar, halk ve memurlar ülkenin kurtarılmakta olduğuna inanmaktaydı. Savaşın birinci ve ikinci yıllarında halk, bütün külfetleri memnuniyetle taşıdı; malını ve canını severek verdi.. Hiç bir yerden bir yakınma işitilmedi.

Ama, savaşın üçüncü ve dördüncü yıllarında bu istek ve heyecan azalmaya başladı.. Avrupa cephelerindeki bozgunları, Filistin, Erzurum ve Bağdad'dan geri çekilişler ve o yerlerin halklarının Anadolu'ya kaçışı… Halk arasında hoşnutsuzluk uyanmasına yol açtı. ve… (…) (Sh. 31-32-)'

* Talât Paşa bu arada 'Ermeni Tehciri' konusunda uzun uzun değiniyor ve ülkenin her bir tarafında, asırlarca müslüman halkla iç içe yaşamış olan Ermeniler adına mücadele ediyor havasında hareket eden Taşnatsutyun ve Hinçak vs. gibi terör teşkilatlarının cinayetlerine ve çıkardıkları karışıklıklara seyirci kalınmaması için 'tehcir' (zorla göç ettirme) çaresine başvurulduğunu kendisine göre inandırıcı ifadelerle anlatıyor ve bu arada Enver Paşa'nın Ermeni Patriği'ni çağırıp ona nasihat ettiğini anlatarak şöyle diyor:

'Başkumandan Enver Paşa, Ermeni Patriği'ni davet ederek, kendisine Türkiye'nin bu savaşta Ermeni vatandaşlarından bağlılık beklerken, silahlarıyla birlikte taşraya kaçmış olan Ermenilerin köylere saldırıp memurları öldürdüklerinin resmî raporlardan açıkça anlaşıldığını ve bundan sonra iyi öğütlerde bulunmasını Patrik'e tavsiye etti. Enver Paşa, Patrik'e, pek açık bir şekilde, bu hareket genelleştiği takdirde askerî hükûmetin en sıkı tedbirleri almak zorunda kalacağını da söyledi. Patrik, bu çeşit rezaletleri yapmaya yeltenenlerin Komite üyesi olduklarını söyledi; kendisinin Ermeni halkına, Komite'nin davranışlarını göz önüne almayarak bundan sonra da bağlılıklarını sürdürmelerini tavsiye edeceği cevabını verdi.

Ermeni Komiteleri, Patrikliğe, Türkiye'nin Rusya'ya savaş ilân etmesi durumunda nasıl hareket etmesi gerektiğini daha da önceden bildirmiş olduklarından, bu tavsiyeler hiç bir sonuç vermedi. Savaşın başlamasının hemen ardında, Muş, Bitlis ve Van illerinde Ermeniler tarafından kışkırtılan ayaklanmalar başladı.

Bunun üzerine Genel Karargâh'da Ermenilerin göç ettirilmesi (tehciri) hakkında bir kanun hazırlanarak, Nâzırlar Kurulu'na sunuldu. Ben bu kanunun tamamiyle uygulanmasına karşıydım. Jandarmalar tamamen, polisler ise kısmen ordu hizmetine alınmış ve yerlerine 'milis'ler (silahlı halk gönüllüleri) konulmuştu. Göçün bu yollarla yapılması durumunda çok çirkin sonuçlar elde edileceğini biliyordum. Dolayısiyle geleceği düşünerek, bu kanunun uygulanmamasında ısrar ettim ve yürürlüğe girmesini geciktirmeyi de başardım.

Bir süre sonra Van, Ruslar tarafından -daha doğrusu Ermeni gönüllü çeteleleri - tarafından işgal edildi. Bu çetelerin, Taşnak Komitesi'nin Osmanlı Meclis-i Meb'usânı'nda da üye bulunan iki reisi, Pastırmacıyan ve Papazyan'ın buyruğu altında oldukları sonradan öğrenildi. Canlarını kurtarmayı başaran bazı kimselerin verdikleri ifadeden, Van'ın işgali sırasında kaçamamış müslüman halkın öldürüldükleri, kadınların namusuyla oynandığı ve birçok evli kadınlarla kızların evlerde toplattırılarak, bu evlere genelev gözüyle bakıldığı anlaşılıyor. Van'dan kaçan binlerce kadın, erkek ve çocuktan oluşan, silahları bulunmayan halk üzerine Ermeniler tarafından makineli tüfek ateşi açılmıştır.

Van'daki bu olayları, içteki öteki başkaldırma olayları izlemiştir. (…) Birçok acı durumlar bana göstermişti ki, Hristiyanların Müslümanlara yaptıkları zulümler Avrupa'da büyük bir hoşgörüyle, sessizce karşılandığı halde, Müslümanların en ufak bir hareketi, gereğinden fazla büyütülüyordu.(…)' (Talât Paşa Anıları, İş Bankası Yayınları, Sh. 27-28)'

*

Talât Paşa'nın hâtıralarına ek:

Osmanlı Devleti'nin 'Birinci Dünya Savaşı'na girmesi döneminde daha çok Enver Paşa'nın suçlanması ve devlet'i bir macera uğrunda savaşa onun sürüklediğine dair suçlamalar hemen her kesimde devamlı yapılan değerlendirmelerden...

Tabiî bu arada , matbuat yoluyla her ülkenin kendi efkâr-ı umûmiyesini bir savaşa hazırlamasının gerektirdiği manipulasyonları da unutmamak gerek.. Nitekim, (tarihçi Prof. Necmeddin Alkan'ın 'İmparatorluğun Son Savaşı', Timaş Yayınları, 2020' eserinde bu konuya işaret olunarak, 31 Teşrin-i Evvel 1330 (13 Kasım1914) tarihli Sabah gazetesinde, 'Karadeniz'de Muhârebe' ana başlıklı haberin hemen altında, 'Donanma-y'ı Osmâniyye'nin Muvaffakıyeti' ve iki Rus gemisinin batırıldığı, iki tanesinin harab olduğu, üç subayın ve 72 askerin esir alındığı alt başlığının yer aldığına ve (…) Rusların, 'asırlarca Türk gölü olan' Karadeniz'de savaş ilân etmeden Türk gemilerine 'Navarin ve Sinop Vak'aları' gibi, defalarca saldırdıkları , (…) Fakat durumun artık Osmanlı lehine değiştiği ve bugün devletin 'teyakkuzla' hareket ettiği vurgulanarak, Yavuz ve Midilli ile Karadeniz'de 'Osmanlı kuvvetinin nüfuzunu temine yeniden muvaffak' olduğu' iddiasına işaret ediliyor. Prof. Alkan, aynı günlerdeki 'Tasvir-i Efkâr've 'İkdâm' gazetelerinin de aynı çizgide yayın yaptıklarını belirtiyor.

*

O günlerde Alman matbuatı da benzer yayınlar yapmaktadır. Nitekim 31 Ekim 1914 tarihli Frankfurter Zeitung und Handelsblatt'da, 'Rus Meydan Okuması'na… Türklerin cevap verdiği'nden bahisle, Rus resmî ajansının Türkleri suçlayan haberi eleştiriliyor. Aynı şekilde, 31 Ekim 1914 tarihli Vorwärts (İleri) gazetesinde de, '...Almanya ve Avusturya'nın yanında savaşa girmesinin Türkiye için 'yeniden doğması ümidi'ni başlattığı ve Almanya için ise, Anadolu'da 'kuvvetli bir nüfuz alanı garanti ettiği' dile getiriliyor. Bu arada, Berliner Tageblatt da 31 Ekim 1914 tarihli sayısında, 'İngiliz gazetelerinden Times'da, 'Türkiye'nin Rusya'ya saldırmasıyla barışı bozması, Almanya'nın son zamanlardaki Türk Hükûmeti'ne yaptığı 'baskı'nın bir sonusu olarak cereyan etmiştir' dediği aktarılıyor.

Avusturya matbuatında da benzer yorumlar...

Nitekim, 31 Ekim 1914 tarihli Neue Freie Presse isimli Viyana gazetesinde, 'Karadeniz'de Deniz Savaşı' başlığı altında verilen haber -yorumda, 'savaşın Rus Donanması'nın Karadeniz'deki Türk gemilerine saldırmasıyla başladığı' belirtildikten sonra, Türkiye'nin Avusturya ve Almanya yanında bu savaşa girmesi, Rus tehlikesiyle izah edilerek, 'Türkiye, Avusturya ve Almanya'ya yanaşmak zorundaydı. Çünkü hayatta kalma içgüdüsü, ezelî düşmanı Rusya'nın yüzyıllardır Osmanlı halklarını kışkırtmasına karşı seyirci kalmamaya onu mecbur kılıyordu. Bâb-ı Âli, -aklın ve mantığın söylediği gibi- onu kurtaracak olan Avusturya ve Almanya'nın yanındadır.' deniliyor.

Sosyal Demokrat Arbeiter Zeitung ise, 31 Ekim 1914 tarihli sayısında, 'Türkiye'nin Karadeniz'deki savaşta başlatan taraf olmadığı' ve kendisine yapılan Rus saldırısına karşı kendini savunduğu iddia ediliyordu.

Rus matbuatında ise, Karadeniz'deki karşı karşıya geliş, 'korsan ve şirret Türkler Saldırdı...' başlığı altında veriliyor.

İngiliz matbuatı ise, Times'ın '31 Ekim ve 1 Kasım 1914 tarihli sayılarında görüleceği üzere, Karadeniz'deki durumu, 'Türkiye'de Alman Entrikası', 'İngiltere'nin son ikazı.' gibi başlıklar altındaki değerlendirmelerinde ele alıyor ve 'Tük savaş gemilerinin, dostumuz olan ülkenin (Rusya'nın) Karadeniz'deki savunmasız şehirlerine herhangi bir ikazda bulunmadan, bir savaş ilânı yayınlamadan ve hiç bir provokatif tavır sergilenmeden yapmış oldukları bu 'kötü niyetli' saldırıların, uluslararası hukukunun bildik kurallarına karşı yapılan eşi-benzeri görülmemiş bir hareket' olduğu yorumu yapılıyor.

Fransız matbuatının en bilinen gazetelerinden 'Figaro' ise, 'Türk Provokasyonu' diye değerlendirdiği Karadeniz'deki çatışmanın mesuliyetini doğrudan doğruya Enver Paşa'ya yüklüyordu. Le Petit Journal'de ise, 'İstanbul'u Alman askerleri istila ettiler. Türkleri Almanya ve Avusturya'daki savaş meydanlarına çekmek için onlara rüşvet dağıttılar. Mısır'a taarruz hazırlıkları yaptılar. Suriye'de Fransız ve İngiliz karşıtı propaganda yaptılar. En sonunda iş Karadeniz'de savaş eylemlerine vardı. Bütün bunlar Fransız- Rus ve İngiliz diplomasisini şaşırtmadı. Biz, Almanların, oyunlarını İslâm ülkesinde umutsuzca sergileme çabası sarf edeceklerini biliyorduk. (…) Türkiye, ya geri dönülmez yanlışlar içine girecekti, ya da, hatalarına rağmen, gözlerimizi kapatıp onu kurtarmaya çalışacaktık, onlar ilkini seçti. Osmanlı Devleti'nin artık kaçacak hiç bir yeri kalmadı..' diye değerlendirmesi yapılıyordu. (Alkan, Sh.226-231)

(Devam edeceğiz,inşaallah..)

Selahaddin Eş Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN