Müslüman toplumlarda üretilen bilginin sahibi kimdir?
Bilgi ve eylem ilişkisini 'fayda' üzerinden tesis etmek Müslüman toplumun entelektüel merak ve ilgisinde kaydadeğer bir sınırlamaya yol açmış, bilimsel ve zihinsel araştırmaların istikametini pratik ve toplumsal alana yönlendirmişti. Ünlü felsefe tarihçisi F Lange, Müslümanlığın gizemci varlık telakkilere kapalı monist evren düşüncesinin bilimin daha somut alanlar üzerinden gelişmesine katkı sağladığını söylerken benzer bir tespiti dile getirmişti. İslam'ın ilk asırlarında bu pratik bilgi anlayışı neredeyse tek belirleyen idi: Hicaz'dan sonra okur-yazar toplumlarla karşılaşmanın ilk merhalesinde Müslümanlar arasında bu bilgi anlayışının sürdüğünü ve çevredeki kadim medeniyetlere karşı İslam cemaatinin aklını ve düşüncesini korumak üzere bir duvar/hisar teşkil edildiğini biliyoruz. İslam için söz konusu bilgi havzaları Mekke'deki 'cahiliye' benzeri mücadele edilmesi gereken anlamsız şeylerden öte bir şey değildi. İmam Şafii 'bilgi iki türlüdür: din ilimleri ve beden ilimleri' dediğinde ilk anlayışta nispeten bir tereddüt ortaya çıkmış, 'cahiliye' ürünlerini 'bilgi' kapsamına alarak birkaç asır içinde İslam toplumunda ortaya çıkabilecek ikili bilgi ve akıl anlayışının ilk işaretini vermiş oldu. Bu sancılı süreç dahilinde siyaseten ve askeri olarak muzaffer İslam toplumunda büyük değişimler ve entelektüel kriz yaşanmış, fetihlerle yerleşilen bölgelerde başta Grek bilim ve felsefesi olmak üzere, İran, Hint ve Mısır gibi kadim merkezlerin bilgi birikimi İslam toplumunu derinden sarsmıştı. Burada günümüzde de İslam'ın öteki toplumlarla ve kültürlerle ilişkisinde geçerliliğini koruyan bir soru her zaman güncelliğini korumaktadır: Müslüman cemaat geleneksel bilgi anlayışını koruyarak mı böyle bir bilgi üretimine dahil olmuştur, yoksa yeni bir bilgi ve akıl anlayışı geliştirerek mi bu başarılara ulaşmıştır? Üçüncü bir ihtimal ise Ernest Renan başta olmak üzere oryantalist iddialarda dile getirilen hakim kanaati temsil eder: Bütün bu bilimsel ve felsefi gelişmeler veya temeddün hareketi İslam'a rağmen ve Müslümanların geleneksel bilgi anlayışına mukabil bir başkaldırı şeklinde mi ortaya çıkmıştır?
Şimdilik en azından birinci soru üzerinden giderek meselenin bazı yönlerine temas edeceğiz: İslam toplumunun uzun sayılmayacak bir zaman diliminde ürettiği bilimlerin ve medeniyet ürünlerinin -hukuk, siyaset, edebiyat, sanat vb.- sahih bilgi anlayışı dahilinde geliştiğini savunan hatırı sayılır bir Müslüman vardır. Bu anlayışa göre dinin ana kaynaklarında beyan edilen bilgi, akıl, düşünme gibi hususlar herhangi bir özel yoruma tabi tutulmadan insanlık mirasında yer alan kavramlarla mutabık sayılabilir. Bu meyanda, din aklı kullanmaktan söz ediyorsa bildiğimiz bir aklı kullanmaktan söz ediyor, evreni tanımak veya incelemekten söz ediyorsa bilebileceğimiz yol ve yöntemlerle evreni anlamak ve araştırmadan söz ediyordur. Bu süreçte din veya onu temsil eden Peygamberler insanlara rehberlik teşkil eden, dünya içindeki yaşantılarında onları yönlendiren yüksek akıl sahipleridir. Birçok kelam metninde nübüvvet bu maksatlarla ilişkili olarak savunulur. Din insanın var olma maksadını ve yaşama tarzını değiştirse bile, düşüncenin ve bilimin ana kavramlarını kökten değiştirmemiş, doğru düşünme ve aklı iyi kullanmak gibi ihmal edilen hususlara dikkat çekmiş, insanları bununla sorumlu tutmuştur. Bu itibarla İslam 'cahiliye' diye isimlendirdiği inançsızlık ve ahlaki çürüme ile mücadele ederken buna mukabil sahih inanç ile doğru düşünce, Allah'ı bilmek ile akıllı olmak arasında tamamlayıcı bir ilişki kurulmuştur. Bu sayede İslam'ın herhangi bir yerde veya herhangi bir zümre tarafından üretilmiş medeniyet ürünleri ile kolay ilişki kurabilmesi mümkün iken aynı zamanda dahili kaynaklarından hareketle evren ve varlık araştırmasını şekillendirmesi de mümkündür. Bu meyanda 'bilgi Çin'de bile olsa aranmalıdır' veya 'bilgi müminin yitiğidir' şeklinde düsturlara dönüşen sözler, Müslüman toplumun sürekli tekrar edegeldiği referans cümleler olmuştur. Müslüman toplumların öteki kültürlerle ilişkilerinde görece en uzlaşmacı tavır bu kesimlerin tavrıdır. Bu yaklaşımda bilgi öğrenmek bir merhalede farz, ihtisas düzeyinde ise farz-ı kifaye kabul edilmiştir.
Bununla birlikte kullanılan bu tabir, söz konusu bilgi anlayışının zaaf noktasını teşhir eder: Farz-ı kifaye toplumun belirli ihtiyaçları ve faydaları için bilgi öğrenmenin gerekliliğini anlatır. Bilhassa din bilimlerini dışındaki bilimler veya sanatlar, İslam toplumunun günlük ihtiyaçlarına hizmet ettiği ölçüde dolaylı olarak meşru görülür. Bilgi öğrenmeyi meşru kılan şey, Müslüman toplumun ihtiyaçları iken bu ihtiyaç sıralaması bilim için aşılmaması gereken sınır olarak da kabul edilebilir. İmam Gazali'den itibaren kelam bilimini eleştirmek üzere kullanılan 'bir şehirde bir kelamcı yeter' yaklaşımı 'kifaye' derken neyi anlamamız gerektiğini tespit eder: bir şehre lazım olduğu kadar bilim adamı veya sanat veya zanaat erbabı yeterlidir, bunun ötesi fuzulidir.
Günümüzde daha çok odaklanmamız gereken hayati bir soru burada ortaya çıkar: İhtiyaç derken tam olarak nasıl bir çerçeveden söz ediyoruz ve görünen ihtiyaçları aşan araştırmanın meşruiyet sorunu ne olacaktır? Günümüzde din bilimlerinin dışında bilim, sanat veya başka alanlarda uzmanlaşan büyük bir mümin topluluğu vardır. Onların kendi alanlarıyla ilişkisinde tartışmaları gereken temel sorulardan birisi bu olmalıdır. Söz konusu alanlarda doğrudan pratik ve ameli olan disiplinler (mühendislik, tıp gibi) Müslüman cemaatte beyan edilen bu faydacılık ile uzlaşmaya yatkındır. Lakin teorik alanlar ve araştırmalar fayda ilkesi üzerinden nasıl ele alınacak?
İslam'ın bilgi ve akılla ilişkisinde en kritik noktalardan birisi burada tebarüz eder. Bu sorunu tartışırken fark edebileceğimiz ilk husus ise konunun hiçbir zaman çözüm bulamayan kadim bir tartışma konusu olduğudur. Bu faydacı anlayış, Müslüman toplumlarda ortaya çıkan bilim ve sanatların bir bölümünün meşruiyet zemini olabilirken İslam toplumunun bilim ve düşünce tarihini izah etmekten uzaktır.
O zaman şu soruyu sormalıyız: İslam toplumunda ortaya çıkan bilimlerin esas sebebi Müslümanların bilgi anlayışında ortaya çıkan değişim midir?
Bu soruyu bir sonraki yazıda tartışacağız.
Ekrem Demirli
Hikmet Öztürk'ün sunumu ve Ekrem Demirli'nin anlatımıyla VAV TV'de yayınlanan "Düşünce ve Hayat" programında, "Çağdaş Dünyada Müslümanca Düşünmek Nasıl Olmalı?" konusu ele alındı. Programın tamamını aşağıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.