Arama

Ekrem Demirli
Kasım 21, 2021
Kelam geleneğinde akıl: Yetersiz akıl ve vahiy
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Kelam, 'sahih' akidenin savunulmasını amaçlayan bir sanattır. Farabi, kelam ilmini böyle tanımlarken onu hakikat merakı olmaktan dışlayarak savunma sanatı olarak konumlar. Haddizatında böyle bir yaklaşım kelamcıları rahatsız edecek değildi, zaten savunduklarının dışında başka bir yerde saklı bir hakikat yoktur ki meraklarını ve zihinlerini ona teksif etsinler. Kelam, gerçeğe iman eden bir insanın o inancın delilleriyle bazen kendisini bazen başkasını ikna etme faaliyetidir. İnsanın kendisini ikna etmesi imanda taklitten tahkike terakki amacı taşırken başkasını ikna ise saldırılar karşısında sahih inancın selameti kadar onun tebliğini amaçlar. Kelamcı her iki işi vahyin belirleyici olduğu bir akıl yürütme süreciyle yerine getirir. Bu bakımdan bir kelamcının hakikatle ilişkisi metafizikçi tarafından en çok 'cedel' mesabesinde kabul edilir. Kelamcı filozofun kurmuş olduğu erdemli yasalarla yaşanan şehirde 'akıl yürütebilecek' biri kadar hakikatle ilişki kurabilir. Öyleyse kelamda akıl meselesini ele alırken 'savunan akıl' diye bir kayıtla meseleye bakmak gerekir.

Kelamcılar, akıl bahsini ele alırken önce akıl ile ilgili ayet ve hadislerden hareket etmiş, aklın önemi ve düşünmenin -akletmek- gerekliliği gibi hususları dini yükümlülük olarak kabul etmişlerdi. Büyük bölümü için akıl yükümlülük (teklif) için yeter sebep olmasa bile, lazım sebepti; yeter sebep ise nübüvvettir. Bununla beraber kelamcılar akıldan söz ederken filozoflarda gördüğümüz gibi Tanrı'nın akıl olması veya kendini düşünmesi veya O'ndan çıkan şeylerin evvelemirde 'akıllar' olması veya 'Tanrı'nın akletmesi var etmesidir' sayılabilecek bir ontolojiden söz etmezler. Onlar daha çok fenomonolojik ve antropolojik bir düzeyde akla bakarak insana mahsus bir kabiliyet ve ayrıcalıktan söz ederler. O zaman kelamcılar için akıl bir insanın düşünme faaliyeti dahilinde ele alınabilecek 'nazari' bir konudan öte bir şey değildir. Aksi halde birinci konuda -Tanrı'nın akılla ilişkisi- deizm, ikincisinde ise ikincil yaratıcılar sorunu ortaya çıkardı ki, her ikisi, sahih inancı tehdit edebilecek en tehlikeli inançlardır.

Kelamcılar akıl bahsinde iki temel yaklaşıma sahiptir: Birinci grup aklın varlığını, onun ilkelerini kabul ederken aynı zamanda alemde bir nizamın bulunuşunu -ilahi adalet ve hikmetin gereği- kabul ederler. Bu yaklaşım, eşyanın özünde iyilik ve kötülük (hüsün-kübuh) doğası bulunduğunu ileri sürerek ezeli mahiyet fikrine götürür. Mahiyetler bu şekilde eşyada sabit ise ilahi hikmet insanın onları bilebilecek akılla teçhizini de iktiza eder. Mutezile böyle bir düşünceyi benimserken insan sorumluluğunu iyi ve kötüyü bilen akla yükler.

Ehl-i sünnet ise aklı, sabit bir doğa şeklinde düşünmediği gibi eşyanın sabit mahiyeti ve doğası olduğunu da kabul etmez. Onlara göre 'iyilik ve kötülük' şeriatla belirlenir, onun tarafından bildirilir. Ehl-i sünnet kelamcıları vahiy ile akıl ilişkisi üzerine odaklanarak aklın yetersizliğini dini düşüncenin ilkesi haline getirirler. İmam Matüridi'ye göre peygamberlik ilahi bir lütuftur, çünkü yetersiz olan akılla insanın din ve dünya işlerini deruhte etmesi mümkün olmadığı gibi aklın bilebileceği bir doğa da söz konusu değildir. Burada dikkate değer olan husus, hem Mutezile hem Ehl-i sünnet kelamcılarında aklın filozofların düşündüğü sistematik dahilinde ele alınmamış olmasıdır. Kelamcılar için akıl varlık teorisi içinde temellendirilen bir şey olmadığı gibi en önemlisi akıl başlı başına bir epistemolojik konu olarak da görülmez. Bu nedenle akıldan söz ederken filozoflar ile kelamcılar arasında ortaya çıkabilecek benzerlikler ancak dildeki ve kelimelerdeki benzerliklerden ibarettir. Bir örnek olmak üzere, 'insan düşünen canlıdır' şeklindeki bir önermenin her iki sistemde tamamen ayrı bir açıklama tarzına sahip olduğunu hatırlamak yeterlidir.

Kelam geleneklerinde sistematik bir akıl telakkisi yok ise düşüncenin üzerine bina edileceği kavramlar da gerçek tasavvurlara dayanmayacaktır. Mesela kelamcılar/fıkıhçılar adalet, iyilik, güzellik derken karşılığını doğada veya varlıkta bulabileceğimiz ve akılla tanımlayabileceğimiz gerçek kavramlardan mı söz ederler? Ortada bizim kabullerimizin dışında bir mahiyet veya hakikat (idealar gibi) fikri olmadığına göre onlar uzlaşıma dayanan ve dille sınırlanmış bir şeyden söz edeceklerdir. Bu nedenle kelam gelenekleri 'örf' diye tabir ettikleri bu uzlaşımın ortaya çıkardığı geleneksel yapılara ve değerlere atıf yaparak dilin sınırları dahilinde gerçekleri açıklayacaklardır. Haddizatında dini düşünce, böyle bir akıl telakkisinin neticesi olarak, kavramlar üzerinden değil, önermeler üzerinden ilerleyerek kurucu olma niteliğini sınırlamıştır.

Bu yaklaşıma göre 'din adaleti emreder' veya 'din iyiliği emreder' şeklindeki bir önermeyi ele aldığımızda, iki şeyden söz edeceğiz: Birincisi insanlar dinin sözünü ettiği iyilikleri biliyor veya işaretle öğrenme istidadına sahip olmalıdırlar. İkincisi din insanların aşina oldukları ve akıllarıyla bildikleri bir şeyi emrederek onu 'şeriat' haline getirmektedir. Bu bakımdan dinin emirleri -kavramlar üzerinde değil- önermeler üzerinden ilerleyerek pratik bir yol takip etmiş olmaktadır. Bu nedenle kurucu disiplin olan kelamın hiçbir zaman derin bir kavram analizine ihtiyaç duymadığını, kelamda ortaya çıkan 'nazar' tartışmalarının ise gerçek bir akıl eleştirisi olmadığını unutmamak gerekir. Onların amacı insanı yükümlü kılabilecek bir sorumluluk aracı olarak aklın tespiti iken aynı zamanda önermeleri 'anlayabilecek' bir kabiliyetin ortaya gösterilmesiydi.

Peki, kelamcılar neden sistematik bir akıl teorisini araştırmadılar? Bu bir tercih miydi yoksa inanç mıydı yoksa mecburiyet miydi, tartışılabilir, lakin nedeni açıktır: Onlar, dikkatini bütünüyle akla veren Müslüman geleneğindeki tutarlı ve sistematik ilk düşünce ekolü sayılabilecek Mutezile'deki gibi bir açmaza düşmemek için öyle bir akıl teorisinin peşine düşmemişlerdir. Sünni teorinin her zaman geçerli kalan kurucu ilkesi 'aklın yetersizliği' olacaktır. Aklın yetersizliğine inandığımız ölçüde vahye ve nübüvvete yönelmenin zaruretini idrak edebiliriz. Yeterli bir aklı savunmak, vahye ve nübüvvete karşı istiğna kapısını açmak demektir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN