Arama

Mustafa Özcan
Ekim 5, 2021
Yaşamakla unutmak arasında tarihi geçmiş
Sesli dinlemek için tıklayınız.

'Ölüye yapılacak en büyük iyilik onu defnetmektir' derler. Tersinden okunduğunda naaşı gömmeden bekletmek ise ona kötülük etmektir. Mevlevilikte sırlanmanın karşılığı olan bir ara alem daha vardır. Hamuşanlar yani suskunlar diyarı. Onlar berzah diyarının misafirleridir. Bu dünya ile öteki dünya arasındaki sınırdaki yaşama berzah diyoruz. Bir de öteki dünyanın kendi berzahı vardır. Buna da a'raf derler. A'raftakiler denilince akla iki dünya arasında kalakalmışlar gelir. Berzahtakiler kıyamet koptuktan sonra o ara devreden kurtulacak ve yeni hayatlarına başlayacaklar.

Bir de dünyada ölümü kabullenemeyenler var. Bunlar bazen ölülerle birlikte yaşıyorlar. Özellikle ilkel bazı kabileler hala bu geleneklerini muhafaza ediyorlar. Halbuki, Kur'an bize Kabil'in Habil'i öldürmesinden sonra bir karganın diğer bir kargayı gömmesinden ibret alarak kardeşini gömdüğünü haber vermektedir. Karga insana kılavuz olduğunda durum böyle gelişir. Toprak devr-i alem yapıyor. Topraktan geldiğimiz gibi yine toprağa dönüyoruz. Beden toprağa dönerken ruhlar kendilerine ait aleme çekiliyorlar. Sonra kıyamet sürecinde ruhlar yeniden bedenlerine geri kavuşuyorlar. Oradaki yeniden bedene girme veya bedenlenme ise neş'etü'lahire denilen tanıma uygunluk arz ediyor.

Kabil'in geleneğini bilmeyen veya unutan ilkel topluluklar ise ölüleriyle birlikte yaşamayı yeğliyorlar. Endonezya'daki Sulawesi adasında yaşayan yerli halkın, oldukça tuhaf hatta ürpertici bir geleneği var. Ölüler mezara gömülmüyor, hane halkı ile birlikte yaşamaya devam ediyorlar. Ölülerle aynı evde kalıyorlar. Hasan el Benna ve Mustafa Sabri gibilerinin de yattığı Kahire'deki büyük mezarlıkta da ölülerle iç içe bir yaşam sürdürülür.

Endonezya'ya dönecek olursak; 'Toraja' ismi verilen bu kabile, cesetlerle birlikte yaşamayı, ölüye saygı olarak değerlendiriyor. Endonezya'nın Sulawesi adasına bağlı ücra bir bölgesi olan Rantepo kasabasında ölüler, sosyal hayatın bir parçası olmaya devam ediyor. Hala devam ettirilen ve bir hayli ilginç karşılanan bu gelenek, şaşkınlıkla karşılansa da, kasaba halkı bunu ölülere saygının bir gereği olarak görüyor. Bir nevi ölüye saygı ama yanlış saygı. Ölüye saygı onu mumyalayarak canlılarla aynı ortamda bulundurmak değil elbette bilakis geldiği toprağa geri döndürmektir.

Tarihle münasebetlerimiz de ibrete dayalı olarak devam etmelidir. Tarihte yaşamak da bir nevi ölüler alemiyle birlikte berzahta yaşamak gibidir. Bu elbette tarihi ve geçmişimizi unutmamızı gerektirmez. Elbette tarihten ibretler devşireceğiz ama tarihte de kalmayacağız.

Aliya izzetbegoviç tarih yapan şahsiyetlerden birisidir. Boşnak toplumuyla birlikte tarih yazsa da Sırp zulmüne maruz kalan halkına bazı hayati tavsiyelerde bulunmuştur. Bu tavsiyelerden birisi soykırıma maruz kalsalar da adaletten sapmamak ve vazgeçmemektir. Onlardan intikam dürtüsünün esiri olmamalarını ve intikam peşine düşmemelerini istemiştir. Keşke tartışmalı tarih örneklerinden olan Ermeni tehciri ve soykırımı iddiaları karşısında Ermeniler de bu yaklaşımı benimseseler. Adeta Türkiye ile ilişkilerinde devrim olurdu. Tarih koridorunda veya berzahında yollarını şaşırmazlardı. Günümüze bir türlü gelemiyorlar. Kan davasının sonu yoktur. Milletlerin kan davası intikamdır. Şimdi Ermeniler, Endonezyalı ilkel kabileler gibi yaşıyorlar.

Aliya İzzetbegoviç halkına şöyle sesleniyor ve şu tavsiyede bulunuyor: "Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın". Bu, Sırp mezalimini unutmayın ama orada da kalmayın demektir. Geçmişin izlerini unutmak yeni felaketlere davetiye çıkarır. Buna mukabil, geçmişte yaşayanlar kendilerine günlerini zehir ederler, geleceklerini de karartırlar.

Fransızlar, Cezayir'de Sırplardan beter soykırım suçu işlemişlerdir. Sırplar 1992 ile 1995 yılları arasında yaklaşık çeyrek milyon (250 bin) Boşnağı etnik soykırıma uğratmış ve temizlikten geçirmişlerdir.

Fransa daha beterini yapmıştır. Şimdi de tarihi saptırmaya çalışıyor. Bu da tüy dikme olmalıdır. 1830 ile 1962 yılları arasında yani 132 yıl boyunca Cezayir halkını kırımdan geçiriyor ve 5 milyon 630 bin kişiyi öldürüyorlar. Tam teşekküllü bir soykırım icra ediyorlar. Son 7 yılda ise yani 1954 ile 1962 yılları arasında bu soykırım canavarlığa dönüşüyor ve 1.5 milyon Cezayirliyi hayattan koparıyorlar.

Şimdi de Macron adındaki 'bücür Napolyon' çıkmış sömürgecilik dönemiyle birlikte Cezayirlilere milli kimliklerini kazandırdıklarını ileri sürmektedir. Bu suretle soykırımlarıyla övünüyor. Zaten 2005 yılında böyle bir kanun çıkarmak istemişlerdi. Onlar katliamlarıyla övünürken Cezayir görevini yapmamış ve soykırım geçmişini suçlayan bir kanun koymamış ve vazetmemiştir. Fransız diline bir yaptırım getirmemiştir. Osmanlı döneminde Cezayirli olarak tanımlanan bir ulusun olmadığını ileri sürüyor. Cezayirlilerin de hatırlattığı gibi Osmanlılar himaye idaresi yani hamiler olarak ülkeye geliyorlar. Yerli ahalinin kimliğini karartmak için değil. Cezayirliler Fransa'dan haklarını lütufla değil bilek gücüyle alıyorlar. Barbaros ve Oruç Kardeşler imparatorluğun bir parçası olarak Cezayir'i İstanbul'a bağlıyor. İtalyanların ve İspanyolların elinden kurtarıyor. Sonrasında da Cezayir'i Osmanlı ila akraba olan Day ailesi yönetiyor. Cezayir, Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası olarak yönetiliyor yoksa Türklük veya millet namına değil. Ortak değer ve payda İslam adına yönetiliyor. Fransızlar buna da karşı. Kendilerini Roma idaresinin bir uzantısı olarak görüyor, kabul ediyorlar. Kuzey Afrika'da Roma idaresini İslam kesintiye uğratıyor. Osmanlı da bunun son faslı olarak ortaya çıkıyor. Bu bölgede İslami idare geleneğini devam ettiriyorlar. İtalyan ve İspanyol ve hatta Portekiz saldırıları karşısında bu bölgeyi savunuyor ve koruyorlar. İslam olmasaydı, Osmanlı olmasaydı Kuzey Afrika bugün Batı'nın güneydeki sömürgesi ve uzantısı olacaktır. Tunus Nahda Hareketi Lideri Raşid Gannuşi bu hususta şöyle söylüyor:

"Osmanlılar, Tunus'u İslam'a geri döndürdü. Sinan Paşa aynı zamanda Tunus'taki büyük bir caddenin ismidir. Dolayısıyla bizdeki Osmanlı algısı, Tunus'un özgürleştiren ve bağımsızlığını sağlayan bu geçmişle ilişkilidir. İstanbul'a gittiğim zaman, dua etmek için Sinan Paşa'nın kabrini aradım ve onu bulduğumda ağladım. Çünkü eğer bu adam olmasaydı, ben bugün Müslüman olarak var olamayacağımı hissettim."

Bernard Lewis bu söylemi tersyüz etmiş ve 28 Temmuz 2004'te Alman Die Welt gazetesine verdiği mülâkatta şunları söylemiştir: "Yüzyılın sonuna kadar Avrupa'ya İslâm hakim olacaktır. Avrupa Arap batısının, Magreb'in bir parçası haline gelecektir." Medeniyetlerin nöbetleşmesi böyle bir şey olmalı. İmparatorluklar ve Osmanlı varken müstakil anlamda Filistin diyarı veya devleti de bulunmuyordu, keza Osmanlı yıkılmadan siyasi anlamda Türkiye de Cezayir gibi henüz teşekkül etmemiş ve tarih sahnesine çıkmamıştı. Macron'un ifadesine göre Osmanlı Türkiye'ye ve Filistin'e zulmetmiştir! Macron'un anlayışına göre Filistin'e devlet kimliğini kazandıran da İsrail olmuştur!

Peki gerçek nedir? Kısaca Cezayir, Filistin ve Türkiye o dönemler ortak kimlik ve istikrar içinde yaşıyordu. Parçalanmamışlardı. Fransız işgali değil, devrimiyle birlikte ulus devlet modası peyda oldu ve Araplar 23 pare haline geldiler! Yeni bir düvel-i tevaif dönemi zuhur etti. Mezhebi ve ırki esaslara göre küçük devletçikler zuhur etti, kuruldu. Kısaca, Macron büyük bir saptırmada bulunuyor. Allah'ı kim var etti gibisinden zemini olmayan sorular soruyor. Bu hem karaktersiz hem de aptal olduğunu gösteriyor. Buna göre 'İngiliz geçmişi olmasaydı Pakistan doğmazdı' ifadesi de doğrudur. Ama Pakistan olmadan Babür İmparatorluğu vardı ve Müslümanlar burada söz sahibi idiler. Daha güçlü idiler. Müslümanların Roma'sı da Babür İmparatorluğu idi. Onu da İngilizler yıktı. Kısaca Macron saptırmada ve alçaklıkta sınır tanımıyor.

Tarih meselesine geri dönecek olursak; Aliya İzzetbegoviç'in tarihle ilgili hikmetli sözünün bir versiyonunu, benzerini Cezayir eski Devlet Başkanı Huvari Bumedyen dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand'ın da halefi olan Valéry Giscard d'Estaing'ın yüzüne söylemiştir: Tarihin sayfalarını çevirmek onu yok etmez ve onu silemez (1). Bunu şöyle anlamak mümkündür: Biz sömürgeciliğin rahnelerini ve yıkımını dile getirmekten utanıyor, hicap duyuyoruz ama siz işlemekten ve övünmekten ar etmiyorsunuz! Tüy dikiyorsunuz. Bilmeyene, Fransız nobranlığı işte budur.

Mustafa Özcan

1-Hazihi Hakikatü Fransa elleti la tarifuha ya Macron: Dr. Muhammed Lahsan Zugeydi, echorouk/ 2021/10/04

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN