Arama

Prof. Uğur Derman
Mayıs 26, 2023
Türk Hat San’atında Celî Kavramı - 1

Bu makālemizde, Osmanlı Türkleri'nden başlayarak, zamanımıza kadar hüsn-i hattın gelişmesinde îtibarlı bir mevkıe sahip bulunan celî kavramı ve onun ayrılmaz rüknü olan istif konusu ele alınacaktır.

"Celî" kelimesine Şemseddin Sâmi, Kāmūs-ı Türkî isimli lügatinde iki karşılık vermektedir (İstanbul 1317, s.480):

"1) Açık, zāhir, âşikâr, ayān, meydanda olan, 2) Uzakdan okunacak sūretde kalın yazı (Bu ikinci mânâ Arabî'de olmayıp, birincisinden alınmıştır. Parlak ve rūşen mânâsıyla lisânımızda kullanılmaz )". Buradaki her iki mânâ da –daha aşağıda îzah edileceği gibi– hat san'atında farklı olarak kendini gösterir. Ancak uzaktan okunabilecek kadar kalın yazılmış yazılar için Arablar "celîl" kelimesini kullanmışlar; "büyük, azîm" mânâsıyla bu kelime bir yazı nev'iyle beraber söylenip yazıldığında, o yazının iri ve büyük vasıflı olanı anlatılmak istenmiştir: Sülsü'l-celîl, muhakkaku'l-celîl, v.b.g.

Osmanlı Türkleri ise celîl'i başka hususlarda "büyük" mânâsıyla kullanmışlarsa (Rabb-i Celîl, Nezâret-i Celîle...) bile, hat san'atında bunu benimsememişler; "celî" kelimesine Arabça'da bulunmayan bir mânâ kazandırarak celîl'e tercih etmişlerdir: Celî sülüs, sülüs celîsi, celî yazı, celî ta'lîk... gibi. Bu yazı nevilerinin bir istisnâsı vardır ki, oradaki celî "iri, kalın, büyük" mânâsına değil de, "âşikâr, meydana çıkartılmış" karşılığı olarak kullanılmıştır: Celî dîvânî (dîvânî celîsi). Anılan hattın îzâhını daha sonraya bırakıp, celî vasıflı yazılar hakkında kayda değer iki notu da ekleyelim: Hat ve hattatlar târihinin mühim kaynağı Tuhfe-i Hattâtîn (İstanbul 1928)'de, Müstakîmzâde Süleyman Sâdeddin Efendi (1719-1788) celî hattı için kalem-i müsennâ tâbirine de yer vermektedir (s.94). "İkilenmiş" mânâsına gelen müsennâ kelimesi, esâsında sağdan ve soldan karşılıklı yazılıp ortada buluşan ikili yazılar için kullanılır (Resim 1). Ancak Tuhfe'deki bu tâbiri "hattın –kendi kalemine göre– en az ikiye katlanmış şekli" olarak te'vîl etmek mümkündür. Müstakîmzâde celî ta'lîk hattına da kamış kalem denildiğini Tuhfe'de zikrediyor (s.750); fakat bu ıstılâhın nereden kaynaklandığı anlaşılamamıştır.

Bu umûmî girişten sonra, hat san'atındaki celî kavramını daha ihâtalı bir biçimde aksettirebiliriz: Her yazı nev'inin kendine has bir büyüklüğü vardır ve bu, yazıldığı kalemin ağız genişliğine bağlıdır. Meselâ nesih hattı 1 mm., sülüs ve ta'lîk 2,5 mm.'ye kadar ağzı olan kamış kalemle yazılır. Kalem ağzının genişlediği nisbette yazı da irileşir; yâni celî olur. Şu hâle göre, yazının celîleşmesi elin ve gözlerin imkânına, müsaadesine bağlıdır; celî de hattın bir nev'i değil, vasfıdır. Buna rağmen, Osmanlılar'da celî kelimesi yalnız başına kullanıldığında, daha ziyâde celî sülüsü hatıra getirir. Fakat celî tâbiri makālemizde, yalnız başına iken bu mânâsıyla yer almayacaktır.

Ancak burada verdiğimiz celî örnekleri, neşredildiği Fikriyat'ın bu sahifelerinde aslî eb'âdında verilemeyip gerektiği kadar küçültülmekte; bu sebeple farazâ celî sülüs yâhut celî ta'lîk bir yazı, tarz ve edâsı îtibâriyle değilse bile, eniyle, boyuyla neredeyse sülüs veya ta'lîke dönüşmektedir.

Bu husûsun gözden kaçırılmamasına işaret ettikten sonra, esas bahsimizi açalım: Tabiî büyüklüğündeki yazı nevilerine göre celî yazıların, hele –daha sonra tafsîlatıyla anlatılacak olan– istifli şekillerini yazmak pek müşküldür; hat san'atında son merhaledir. İnce yazılarda göze batmayan kusurlar, celîde anlayanları rahatsız eder. Bundan dolayı, hattın en geç -ancak XIX. asır başlarında- tekâmül eden tarzı celî olmuştur. Sâmi Efendi (1838-1912) adındaki mâruf celî üstâdının şu sözünü nakletmenin yeridir: "Celî yazmadıkça esrâr-ı hatta (yazının sırlarına) vâkıf olunmaz".

İşte bu güçlüğü dolayısiyledir ki, hattatın kaleminden çıkan bir celî yazı, kalıb ittihāz olunan bu esas nüshadan çoğaltılır. Aynı yazıdan bir daha istenildiğinde, tekrâren ve ayrıca yazılmadan, yine ilk nüsha ele alınır. Kitâbe olarak mermere hâkkedilip câmi, mekteb, çeşme, sebil gibi âbidelerin üstüne konulmak için yazılan ve yeniden çoğaltılmasına lüzûm bulunmayan celîler de (Resim 1, 2) aynı usûlle hazırlanır.

İnsan elinin yazmak husûsunda âciz kalacağı derecede iri olan celî hatlar, önce küçük nisbette yazılır, sonra satranç usûlü ile istenilen eb'âda getirilir. Hepimizin talebelik zamanımızda resim ve harita büyütmek için kullandığımız bu kareleme (terbî') usûlüne göre, küçük olarak yazılan hat nümûnesinin her tarafı karelere (murabba'lara) bölünür (karelere bölünmüşlük, satranç tahtasını hatırlattığından, satranç usûlü ismi Osmanlı devrinde verilmiştir). Yazı ne büyüklükte olacaksa, o kadar misli büyük karelere ayrılmış bir başka kâğıda –karelerin mukābili bulunarak– harf ve işaretlerin kıyılarından ince ve düzgün bir şekilde çizilmek suretiyle aktarılır. Mahmud Bedreddin Yazır (1895-1952) merhum, Kalem Güzeli (Ankara 1972-1989) isimli eserinde (c.II, s.312-319) büyütme keyfiyetini tafsîlatıyla naklederken, bu gibi hat örneklerini –kamış kalemle yazılmadıkları için– "Mecâzî Yazılar" sınıfına dâhil etmektedir. Büyütülmeğe hazır yazılara misâl olarak Tuğrakeş Hakkı Bey'in (1873-1946) siyah kâğıda zırnık mürekkebiyle yazdığı ve büyütülmek üzere karelere taksim olunmuş "Küllü şey'in hâlikün illâ vecheh, lehü'l-hükmü ve ileyhi turceûn" celî sülüs istif taslağını veriyoruz (Resim 3). Buna daha kapsamlı bir örnek olarak Kādıasker Mustafa İzzet Efendi'nin (1801-1876) Ayasofya Câmii kubbesindeki celî sülüs hattı gösterilebilir. Aslı küçük eb'âdda yazılıp satranç usûlü ile büyütülerek kubbeye varak altınla işlenen bu âyet bölümü (Kur'ân-ı Kerîm, XXIV "Nūr", 35), İstanbul'da –Ayasofya'dan başka– Hırka-ı Şerîf, Büyük Kasımpaşa (Resim 4), Yahyâ Efendi câmilerine de –kubbenin eb'âdına göre aynı usûlle farklı boylara getirilerek– işlenmiştir.

Celînin tekâmül etmediği devirlerde, bu gibi yazılar beyaz renkli mukāvim kağıdlar üzerine siyah is mürekkebi ile yazılır, îcâb eden düzeltmeler tashih kalemtıraşı denilen, ucu keskin küçük bir âletle kazınarak veya beyaz üstübeç mürekkebi ile örtülerek yapılırdı. Zaten o vakitler celî hattı, kaleminin ağzı belirli olan sülüs, nesih, ta'lîk yazıları gibi, elden çıktığı hâliyle makbul sayılır, tashîhe pek girişilmezdi. Mermere hâkk olunan veya çiniye nakşedilen celî yazıların zemininin derc olarak isimlendirildiği rûmî, hatâyî, penç gibi tezyînî unsurlarla bezenmesi alışkanlığı da XVI. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiştir (Resim 5).

Ancak XVIII. asrın sonlarından îtibâren siyaha boyanmış kâğıdlar üzerine zırnıkdan yapılmış sarı mürekkeble yazma usûlü yerleşmeye başlamış ve bu, XX. yüzyıla kadar süregelmiştir (Resim 3, 6). Celî sülüsde çığır açan Mustafa Râkım Efendi (1758-1826), bu hususta istisnâ teşkil eder. Onun beyaz renkli sağlam kağıdlara is mürekkebiyle yazdığı ve gerektiğinde tashih kalemtıraşıyla kazıyarak düzelttiği muhteşem celî sülüsler, hâlen Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nin depolarında (env. nu.2510, 2645, 2646) mahfuzdur (Resim 7).

Zırnık (Farsça aslı: Zırnıh) tabiî "arsenik sülfür" dür. Bunun sarı (zırnıh-ı asfar, orpiman) veya kırmızı (altunbaş zırnığı, zırnıh-ı ahmer, realgar) cinsleri tabiatta bulunur. Çok sert olduğu için, önceden kabaca döğülüp sulu vasatta dest-seng (el yardımıyla bir maddeyi ezmekte kullanılan husûsi mermer taş Resim 8) vasıtasıyla düzgün bir mermer levha üstünde ezilerek inceltilir; arab zamkı mahlûlü ilâvesiyle sarı renkli mürekkeb hâline getirilir. Kullanıldığı sırada kurudukça, bulunduğu kaba, azıcık su ilâve edilir. Açık renkli kâğıdda sarı renk kendisini yeterince göstermeyeceğinden, her zaman için koyu (bilhassa siyah) renkli kâğıda yazmakta kullanılan zırnıkın yegâne kusuru, güneşte, hattâ gün ışığında zamanla solabilmesidir. Ancak, siyah kâğıd üzerine yazıldığında bir kalınlık teşekkül etmeyişi, ayrıca tashih için kapatılması lâzım gelen kısımların is mürekkebiyle rahatça örtülebilmesi, tercîhi için kâfi bir sebep olmuştur. Kapatılan kısımlara sonra yeniden zırnıkla yazılabilir ve kâğıd örselenmeden bu ameliye birkaç kere tekrarlanabilir. Celî hattına müteaddid defalar tashih imkânı veren bu usûl, bize -yazının başında ismi geçen- Sâmi Efendi'nin bir nüktesini hatırlattı: Talebesinden Ömer Vasfi Efendi (1880-1928), anlattığımız tarzda haylı tashih geçirmiş bir yazısını hocasına gösterdiğinde, Sâmi Efendi şöyle gözlüğünün üstünden bakarak der ki: "Zırnıkla yaz, mürekkeble kapat; tekrar zırnıkla yaz, beğenmeyince mürekkeble yine ört... Kuzum, yazmadan önce sen bu kâğıdı tarttın mıydı?".

Görebildiğimiz kadarıyla, siyah kâğıd üstünde zırnık mürekkebi kullanmak yerine, bâzan beyaz üstübeç mürekkebiyle yazan Ali Haydar Bey (1802-1870), Nazif Bey (1846-1913), Emin Yazıcı (1883-1945) gibi hat üstadları da vardır. Fakat bu mürekkebin kâğıdla zırnık mürekkebi kadar imtizâcı olmadığı için, bununla yazılan hat örneklerinde çatlama ve dökülmeye rastlanır.

Zırnıkla yazılmış bir celî sülüs nümûnesi olarak Haydarlı Ali Efendi'nin (ö.1902) kahverengi kâğıd üzerine zırnık mürekkebi ile 1281/1865 tarihinde yazdığı "Rabbi yessir" istifinin üst kalıbını görüyorsunuz (Resim 8). Harflerin etrafındaki siyah lekeler tashih (düzgünleştirme) için is mürekkebiyle örtülen kısımlardır. Yine, harflerin ve işaretlerin kıyılarına dikkat edilirse, iğne delikleri de fark olunacaktır. Aslî eb'âdı 20x16,5 cm. olan bu eserin uygulama bakımından îzâhına girişmeden önce, hattı ve hattatı hakkında gerekli tafsîlâtı vermeliyiz: Celî sülüs'de bir tenâzur ve muvâzene istifi olarak çok beğenilen bu "Rabbi yessir velâ tuassir, Rabbi temmim bi'l-hayr" (Rabbim, kolaylaştır da güçleştirme; Rabbim, hayırla tamamına erdir) duâsını yazan Ali Efendi, Fatih'in Haydar veya Çırçır ismiyle bilinen semtinde doğduğu için "Haydarlı" yahut "Çırçırlı" lakabıyla anılır; celîde, geçen asrın kudretli üstadlarından olup Şefik Bey'in (1815-1880) talebesidir. Hocası onu arasıra kendi üstâdı Kādıasker Mustafa İzzet Efendi'ye de götürürmüş. Ali Efendi bu "Rabbi yessir" istifini bitirdikten sonra (yazının bu hâle getirilmesinin kimbilir kaç günlük –belki haftalık– bir emek mahsûlü olduğunu tahminde zorlanıyoruz), Kādıasker Efendi'yi ziyârete gitmiş ve eserini ona da göstermiş. Hazret, pek keyiflenmiş ve biraz sonra kendisini ziyârete gelen Şefik Bey'e: "Bak Şefik! Bu senin çömezin yok mu?.. Ne senin, ne de benim hâtırımıza gelmemiş olan şu istifi ne güzel oturtmuş" diyerek bu yazıyı ona uzatıp takdirlerini belirtmiş. Şefik Bey'in bu sözlerden fazlasıyla hoşlanarak talebesini bağrına bastığını ilâveye bilmeyiz, lüzum var mı?

(Yazının devamı gelecek hafta…)

Prof. Uğur Derman

RESİM ALTLARI


Resim: 1 – Demircikulu Yusuf Efendi'nin (ö.1020/1611) Kılıçali Paşa Camii kapı üstüne müsennâ celî sülüsle tasarladığı istif.


Resim: 2 – Neyzen Emin Yazıcı'nın (1883-1945) Sultan Hamamı'ndaki bir hanın girişine yazdığı celî sülüs istifi. Taş işçiliği îtibâriyle çok mükemmel bir örnekdir.


Resim: 3 – Hakkı Bey'in satranç usûlüyle büyütülecek olan bir celî sülüs istifi (1338/1920).


Resim: 4 – Kasım Paşa Câmii kubbesindeki Kādıasker Mustafa İzzet Efendi'ye âid celî sülüs istif.


Resim: 5 – Şeyh Hamdullah'ın celî sülüs hattıyla yazdığı Davud Paşa Câmii kitâbesi (zemîni derclidir).


Resim: 6 – Sâmi Efendi'nin celî sülüs bir kalıbında –arkadan ışıklandırılarak– görülmesi sağlanan iğne delikleri.


Resim: 7 – Beyaz kâğıda is mürekkebiyle Râkım tarafından yazılıp kazınma yoluyla tashîh edilmiş olan, celî sülüs kuşağından (Nebe' sûresi) bir bölüm (TİEM, 2645).


Resim: 8 – Kahverengi kâğıda zırnık mürekkebiyle yazılıp is mürekkebiyle tashîh edilmiş Çırçırlı Ali Efendi'nin celî sülüs istifi: "Rabbi yessir..."

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN