Hattat Sâmi Efendi’nin diş kirası

Eskiden, hâli vakti yerinde olan âileler, Ramazan'da, iftara davet ettikleri zengin, fakir herkese evden ayrılırlarken, diş kirası olarak bir miktar para veya kıymetli bir eşyayı hediye verirlerdi. Sanki iftara iştirak etmekle, gelenler dişlerini davet sahibinin zevkıne kiralamış oluyorlar ve bu kira bedeli hemen orada ödeniyordu!

Aslında İslâmiyet'te böyle bir vecîbe yoktur. Bu, Ramazan'ın dinî olmaktan çok, millî bir vechesidir. Hattâ, daha eskiden bu mubârek aya has bir âdet olmadığına, Fâtih Sultan Mehmed'in -İstanbul'da bir semte de ismi verilen- sadrâzamı Mahmud Paşa'nın şu ikrâmı delâlet eder: Paşa, misafirlerine içinde altından nohutlar bulunan nohutlu pilâv hazırlatır ve sofraya oturulurken: "Servete nâil olan bir kimsenin ağzında, ibzâl (esirgemeden sarfetmek) için altın bulunmalıdır" dermiş. Pilâvı yerken ağzına nohut gelen kimsenin nazarında bunun diş kirası sayılacağı muhakkaktır!

XIX. asırda, bilhassa Sultan Abdülmecid ve Abdülaziz'in saltanat yıllarında, zenginlerin zenginlere diş kirası vermeleri usûlünün devam ettiğini, Sultan II. Abdülhamid zamanında ise bunu daha ziyade fakirlere tahsis olunduğunu, Balıkhâne Nâzırı Ali Rıza Bey yazar.

Ramazan'da fakirlerin sofrası bile gelenlere açıkken, cömert zenginlerin iftarı -yüzlerce kişinin ağırlanıp, diş kiralarının da verildiği düşünülürse- kim bilir nasıl olurdu? Meselâ Tanzimat ricâlinden Rif'at Paşa'nın -ki Boğaziçi'nde Çubuklu semti, geçen asırda hayli zaman onun ismi ile anılmıştır- bir Ramazan sonu, kâhyasının getirdiği hesabı tetkik ederken, yekûnun 5000 altın kadar olduğunu görmekle: "Çok şükür bu Ramazan'ı ucuz atlattık" dediği nakledilir.

İhtiyaç sahiplerine verilen diş kirası daha ziyade para şeklinde olur, zenginlere ise kıymetli bir hediye verilmesi tercih edilirdi. Rivayete göre, rind-meşreb bir zâtın verdiği iftarda, bir hoca ile bektaşî aynı sofraya düşmüşler. Kahveler içilirken, ev sahibi önce bektaşîye, sonra hocaya dünya zevklerine alâkalarını teferruâtiyle sormuş. Bektaşî babası haram veya mekruh olan her şeye meylini bir "Eyvallah" ile anlatırken, hoca hoşlanmadığını "Estağfurullah" ile belirtmiş. Çıktıktan sonra diş kirası keselerini açınca, verdiği cevapların hoşa gideceğinden emin olan hoca, ne görsün? Kendisine bir mecidiye, bektaşîye bir altın! Hemen dönerek, ev sahibine bir yanlışlık olup olmadığını sormuş. Aldığı cevap şu: "Hocam, ben ikinize de sordum. Sen, verdiğimle gününü gün edersin ama, baba erenlere bir altın bile az gelir!"

Tarihimizde en yüksek diş kirası, Sadrâzam Yusuf Kâmil Paşa'nın Sultan Abdülaziz'e takdîm ettiği olsa gerektir. 8 Ramazan 1284 (3 Ocak 1868) cuma akşamı, Vezneciler'deki Zeynep Hanım konağında (hâlen yerinde İstanbul Üniversitesi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri vardır) verilen bu mükellef iftardan sonra, Kâmil Paşa'nın bir altın tepside, sahibi "olduğu emvâl ve emlâkin hüccet ve senedâtını" Padişah'a arzettiği, Sultan Abdülaziz'in ise: "Bunlar makbûlüm oldu. Yine sizlere veriyorum. Her hâliniz ve ef'âl ü akvâliniz mahzûziyetimi mucib olmaktadır" dediğinden bahsedilir.

Şimdi de bir diş kirasının, eski sanat yazılarımızın gelişmesine katkısından bahis açalım: Vak'anın kahramanları, her ikisi de hakîkî birer İstanbullu olan hattat Sâmi Efendi (1838-1912) ile, vüzerâdan Tevfik Paşa'dır (1840-1917).

Sâmi Efendi, celî denilen iri yazıları devrinde en mükemmel üslûba eriştiren, son derece latîfeci, hoş-sohbet ve mukallid bir üstad… Ayrıca tedkîk olunmaya değer. Tevfik Paşa ise, mâbeyn kâtipliği, Bâbıâli'de mektupçuluk, âmedcilik, sadâret müsteşârlığı, vezirlik pâyesiyle orman ve maadin nâzırlığı, Şûrâ-yı Devlet reisliği, âyân azalığı gibi vazifelerde bulunan, dürüst bir devlet adamı…

Sâmi Efendi'nin sohbetlerinde bulunup onu dinlemekten son derece zevk alan Tevfik Paşa'nın, bir defasında gülmekten kendini kaybedip oturduğu sedirden aşağı kayarak yere düştüğünü, bizzat gören Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer (1873-1946) nakledermiş.

Hicrî 1310 yılı Ramazan'ında (Mart-Nisan 1893) Tevfik Paşa'nın Çemberlitaş'taki konağında bir akşam iftar veriliyor. Teravih namazının edâsından sonra, sohbet edilir ve nihayet davetliler birer, ikişer giderlerken her birinin diş kirasını Paşa bizzat sunuyor. İftarda bulunan ve en sona kalan Sâmi Efendi de çıkarken Tevfik Paşa onu:"Eh, haydi selâmetle git" sözleriyle uğurlayınca aralarında şu muhâvere geçer:

  • İyi amma benim diş kiram nerede?
  • Aman Sâmiciğim, diş kirası misafirler içindir; sen bu evin adamısın.
  • Yok, ben de isterim…
  • Yahu, sana göre bir şey kalmadı ki?
  • Ben diş kiramı almadan, şuradan şuraya gitmem!

Bu söz üzerine, Tevfik Paşa, bilhassa mühimsemez bir tavırla: "Eh, yukarda bir murakkaa olacak, bari onu da sana vereyim" diyerek iki parmak kalınlığında, hattat İsmail Zühdi'nin (ö.1806) bir sülüs-nesih murakkaasını (kıt'aların bir araya getirilmesiyle hazırlanan yazı albümü) getirip Sâmi Efendi'nin eline tutuşturur.

Meğer Tevfik Paşa gündüzden Bâyezid Camii avlusunda, Ramazan'a mahsus açılan sergiden bahsi geçen murakkaayı alıp Sâmi Efendi için hazırlamış; ancak onu biraz kızdırıp söyletmek için, hemen çıkarıp vermemiş… Sanatında çok titiz olan bu yazı üstadı, daha ilk kıt'ayı açar açmaz merak ve heyecandan zamanı unutur. Sağına, soluna ve önüne, o devrin aydınlatma vasıtalarının en iyisi olan büyük gaz lâmbalarından birer tane koydurur, kıt'aları çevirmeye başlar. Nihayet, uşağın:

  • Efendi hazretleri, sahur vakti geldi, müsaade buyurunuz beraber yiyelim, hitabıyla daldığı rüyâ âleminden çıkar. Sahurdan sonra da murakkaa koltuğunda, Fatih-Horhor'daki evine keyifle döner.

Hayatı boyunca elinden düşürmediği bu nâdide eser, Sâmi Efendi'nin vefatından sonra Said Halim Paşa tarafından alınır. Ailesinin terekesi, Nisan 1962'de Alemdağ'ındaki "Said Halim Paşa Çiftliği"nde satılırken, vatanî vazife ile İstanbul hâricinde bulunuyordum. Müzâyedeye iştirak eden tanıdıklara, dönüşümde "İsmail Zühdî murakkaası"nı sordumsa da, bilene rastlamadım. Bu hususta malûmat sahibi olanların bize bildirmesi, bir meçhûlün aydınlanmasına yardım edecektir.

Anılan bu murakkaa'nın ehemmiyeti nedir? Kısaca bahsedeyim: Şeyh Hamdullah (1429-1520) ve Hâfız Osman' dan (1642-1698) sonra sülüs-nesih yazılarında yeni bir hamleyi İsmail Zühdi Efendi gerçekleştirdi. Fakat, onun kardeşi Mustafa Râkım Efendi (1758 – 1826) ise, celî sülüs'ü Hafız Osman'ın en güzel sülüs harflerinden seçerek, mükemmel bir surette ortaya koymuştu ki, celî sülüs o devre kadar en az tekâmül eden yazı nev'iydi. Sâmi Efendi, celî sülüste dâima Râkım vâdisinde yazarken, eline geçen bu İsmail Zühdi murakkaasından sonra, ondan da seçmeler yaparak, âdeta Râkım'daki noksanları tamamlamıştır. Bu sebeple, Sâmi Efendi'nin "Benim 1310'dan sonraki yazılarım başka türlü olmuştur" diye etrafındakilere daima o murakkaa'nın sanat hayatına tesirini tekrarladığını ve bunu zaman zaman meraklılara gösterdiğini, üstâdın talebesi olan ve bize bu hâtırayı anlatan Necmeddin Okyay hocamız naklettiler.

Böylece Tevfik Paşa'nın verdiği diş kirası, Sâmi Efendi'nin vefatına kadar (1912) geçen 20 sene içinde, üstadın sanat hayatındaki en mükemmel eserlerini yazmasına vesîle olmuştur.

Prof. Uğur Derman

Hattat Sâmi Efendi'nin 60 yaşlarındaki bir fotografı (Ö. Faruk Şerifoğlu koleksiyonu)

İsmail Zühdi Efendi'nin sülüs-nesih çifte kıt'ası.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

YAZAR ARŞİVİ

Prof. Uğur Derman

Prof. Uğur Derman Diğer Yazıları