‘Suçsuz isem, niye darbe yaptınız?..’
Daha önce anlattığım gibi, (Sağlık Okulu'nun mikrobioloji ve biokimya bölümünden mezun olduğum için) Çapa Tıp Fakültesi bünyesindeki bir mikrobioloji laboratuarında çalışıyor; bir taraftan da İstanbul Hukuk'ta okuyordum.
12 Mart 1971 Cuma günü idi..
Cuma namazı için Vakıf Gurebâ Hastanesi'nin mescidine gitmiştim. Sosyo-politik sıkıntıların, yuvarlandıkça büyüyen bir çığ gibi ülkenin sosyal hayatı üzerine doğru geldiği ve fırtına öncesi bir sessizlik kaplamıştı havayı.. İmam, üniversitede okuyan benden 8-10 yaş büyük bir ağabeyimizdi ve o da Edebiyat Fakültesi'nde okuyordu. (Sonra ünlü bir felsefe hocası, profesör oldu. Ve o İslâmi kimliğinden bir şey kaybetmedi, tersine o kimliğini daha da güçlendirdi.) Hoca Cuma namazı hutbesini kısa tutsa da, namazı kılıp, hemen laboratuvara dönsem diyorum.. Çünkü saat başındaki ana haber bültenini dinlemek istiyorum, TRT'den.. (Zâten, TRT dışında başka radyo filan yok, televizyon ise henüz bilinmiyor, sadece öyle bir cihaz olduğundan söz ediliyor..)
Cuma hutbe ve namazından sonra, saat 13.00 haberlerine yetişmek için aceleyle laboratuvara geldim, radyoyu açtım..
*
Aaa..
Bir de ne göreyim.. 'Türk Silahlı Kuvvetler Birliği' miydi ne, öyle bir isimle, bir 'askerî muhtıra' okunuyor!!
*
'Muhtıra', kelime mânâsıyla "hatırlatma" demek.. Ama, ıstılah /terim olarak, muhataba, istenilenlerin yapılmaması halinde, cezalandırılacağını bildirmek.. Bu cezalandırma hatırlatmasını bir de elinde silahlar olan askerler yaparsa.. Ve bu tehlike ve tehdit ihtarı, bir de sosyal ve tarihî hâfızalarımızda ihtilaller, kanlı isyanlar, Sadrâzam'ın kellesini almadan yatışmayan Yeniçeri Ayaklanmaları ile birlikte olursa..
Sözkonusu 'muhtıra' da, 'milletin ordusu adına, millete bir ihtar' idi.
Bu 'Muhtıra'da da, yine mâlûm ilke ve devrimler hatırlatılıyor, millî birliğin o ilkeler etrafında yeniden tesis edilmesi için', Hükûmet'e 'Çekil!' deniliyordu, kısaca..
*
Hâfızâm beni hemen henüz 15 yaşlarındayken, 27 Mayıs 1960 sabahı saat 04.00 sularında, Ankara'da, etraftan gelen silâh sesleriyle uyanıp, dinlediğim ihtilâl/ darbe bildirisine götürmüştü. (O zaman, boğuk ve tok bir sesin okuduğu o ihtilal bildirisinin okuyan kişinin Albay Alpaslan Türkeş olduğunu sonradan öğrenecekti, memleket..)
Evet, aradan 11 yıl sonra hikâye tekrarlanıyor, mâlum 'ilke'ler adına bir kez daha kurtarılıyorduk.
Ordu, kanûnen bağlı olduğu ve emir alması gereken Hükûmet'e ve 5-6 yıldır Hükûmet'in başında bulunan S. Demirel'e 'ihtar' çekiyor; 'Seni tanımıyorum, senden emir almıyor, sana emrediyorum' demiş oluyordu. Gerçekte ise, Milletin ordusu adına yayınlanan bu muhtırayla, ülkeye ve millete yeni düzen verilmek isteniyordu.
*
Bitişik binadaki dahiliye servisinden Doç. Dr. (sonradan Prof. olan merhûm) Süleyman Yalçın ağabey geldi, (benim hukukta okuduğumu bildiği için olmalı) 'Selâhaddin, bu ne demek oluyor şimdi; kullanılan hukukî terimleri doğru anladım mı ?' diye kendisini kontrol ediyordu.
Gençliğin verdiği bir edâ ile esaslı bir yorum yapmış ve 'Hocam, bu, kısaca şu demektir: Demirel'in Türkiye siyasî hayatındaki rolü burada bitmiştir. Kellesini de kurtarabilirse ne âlâ..' demiştim.
(Ne müthiş bir öngörü!!. Halbuki, daha sonralarda nice iniş ve çıkışlarla, Demirel, 2000 yılına kadar ülkede etkili olacak ve Cumhurbaşkanı olarak noktalayacaktı, aktif siyasî hayatını.. Ben o dehşetli yorumumun ne kadar uzak görüşlü (!) olduğunu sonradan yaşananlarla tecrübe ettiğim için, bir daha geleceğe dair tahminler ne kadar ısrarlı olarak istense bile, hep kaçınır ve bu örneği zikrederdim. Evet, 'Gelecek üzerinde en büyük tahminimi 12 Mart 1971 günü yapmıştım, o büyük ve esaslı (!?) öngörümün üzerine gölge düşmesin..' diye, bir daha gelecek üzerine tahminlerde bulunmam demeyi de o zaman öğrendim, ve sadece temennilerimi söyledim..)
*
Evet, Demirel bu 'muhtıra'yı dinler dinlemez, kendisinin ordunun başından alıp 1966 yılında cumhurbaşkanı seçtirdiği Cevdet Sunay'la irtibat kurmaya çalışıyor ve Sunay'dan, 'Süleyman Bey, beni de dinlemiyorlar..' cevabını alıyordu.
İlginç bir nokta da şu ki, 12 Mart Muhtırası, TBMM Başkanlığı'na da gönderilmişti, Meclis'te okunmak üzere.. TBMM, iki Meclis'ten oluşuyordu, Amerika'da olduğu gibi.. Senato ve Millet Meclisi diye.. TBMM'nin Başkanlığı'nı Senato Başkanı üstleniyordu.
O zaman Senato Başkanı (Adnan Menderes döneminde Hava Kuv. Komutanı olan) em. Org. Tekin Arıburnu idi. Tekin Arıburnu, Adâlet Partisi senatörü idi. Millet Meclisi Başkanı da AP'li idi. Ama, Tekin Arıburnu, o muhtıra'nın okunmasını reddetti.. TBMM'nin Millet Meclisi kanadının başkanı ise, Arıburnu gibi cesur davranamayıp, 'muhtıra'yı Meclis kürsüsünden okuttu ve sonra da TRT'den bütün ülkeye...
*
Bunun üzerine, Demirel hemen 'şapkasını alıp', Başbakanlık makamını terk ediyor, evine gidiyordu. Yıllarca 'Şapkanı alıp kaçtın..' diye eleştirdiklerinde, 'Ne yani, şapkamı bırakıp da mı gitseydim ve o zaman darbe olmamış mı olacaktı?' derdi o kıvrak zekâsıyla.. Ve ekliyordu: 'Onların tankları -topları uçakları var.. Benim de var mı? Yok.. Ya, o silâhları bana da versinler; ya da, onlar üniformalarını çıkarıp siyaset meydanına gelsinler, burada eşit şartlarda mücadele edelim..'
*
Hükûmet düşmüştü, ama Meclis açıktı. Demirel, muhakeme edilmeyi bekliyordu, ama o da yoktu.. Bunun üzerine, biraz rahatlayan Demirel, 'Ben suçlu isem, niye yargılamıyorsunuz; suçsuz isem, niye darbe yaptınız?' diyordu haklı olarak..
*
Demirel'in milletvekilliği ve liderliği duruyor; Adalet Partisi, 1940'lardan beri CHP'li olan Prof. Nihad Erim'in, darbeci generaller tarafından CHP'den istifa ettirilerek tarafsız ve bağımsız bir başbakan yapılmasıyla kurdurulan yeni hükûmete destek veriyordu. Başka başbakanlar da geldi geçti, Ferid Melen, Naim Talû, Prof. Sadi Irmak vs.. Bunların hepsi de tarafsız başbakanlar idi, hepsi de (hattâ Naim Talû bile) CHP tezgâhından geçmişlerdi..
İsmet Paşa 12 Mart 1971 Muhtırası'nı da İttihad-Terakkî'den beri ortaya çıkan bütün askerî müdahalelerin içinde yaşamış ve bulunmuş kimseler olarak sempati ile karşılıyor, ama, bunu alenî olarak göstermiyor, karşı çıkmıyor ve ülkenin geleceğini ve huzurunu düşünen bir ağırbaşlı devlet adamı profili oluşturmaya dikkat ediyordu. CHP'nin önde gelen isimlerinden olan (o sırada Genel Sekreteri idi galiba) Bülent Ecevit ise, 'Bu askerî müdahaleyi, CHP'nin iktidara gelmesini engellemek için yaptılar..' diye suçluyordu. Ancak, onun bu iddialarını kabullenebilecek akl-ı selîm sahibi ve ortada duran insanlardan kimse yoktu sanırım. Çünkü, hem, askerlerin CHP'yi engellemek gibi niyet ve plânlarının olması neredeyse imkânsız gibiydi; hem de, CHP'nin iktidara seçim yoluyla iktidara gelmesi ihtimali tıpkı bugün olduğu üzere, o zaman da bir hayal ötesi, bir ütopya idi.
*
Başlangıçta darbenin 'solcu subaylar'ca yapıldığını sanan marksist kuruluşlar ve en başta da Dev-Genç isimli öğrenci kuruluşu, darbeyi ve orduyu İstanbul'da elektrik direklerine yapıştırdıkları bildirilerle selâmlıyorlardı. (Halbuki, onların beklediği darbe, 9 Mart 71 gecesi Gen. Celil Gürkan liderliğinde yapılmaya çalışılmış, ama, KKK. Org. Faruk Gürler kendilerinden son anda ayrılınca başarılı olamamışlar; ordunun emir-komuta zinciri içinde bir diğer darbe 12 Mart 71 günü yapılmış ve marksist gruplar ve güç odakları esaslı aldanmışlardı.)
Kimdi, o generaller?
İsimleri bile unutuldu..
*
'Komunizm tehlikesini bertaraf etmek iddiasıyla' yapıldığı bildirilen bu darbenin ilk kapattığı partinin Erbakan'ın Millî Nizâm Partisi oluşu bile her şeyi açıklıyordu.
(Aradan iki sene geçti öylece..
Ve, aldanışlarının hıncıyla silâhlı eylemlerini, banka soygunlarını ve bazı gemileri batırmak, uçak kaçırmak gibi eylemlerini daha bir hızlandıran marksist örgütlerin lideri rolündeki Deniz Gezmiş ve diğerlerinin idâmı veya öldürülmeleri..
*
1973 Şubat ve Mart ayı, Cevdet Sunay'ın C.Başkanlığı'nın sona ermesi üzerine yeni C. Başkanının kim olacağı üzerinde, Ordu'nun ve diğer güç odaklarının anlaşamaması ve sonunda, 13 Mart 1973 günü, Adnan Menderes dönemi Dnz. K. K. em. Amiral Fahri Korutürk'ün, Meclis üzerinden savaş uçakları uçurularak, güç-belâ seçilişi..
Ve, Demirel, kürsüye çıkıp, '12 Mart varsa, 13 Mart da vardır..' diye rövanşı aldığını ilân ediyordu.
Cumhuriyet rejimi denilse de Adnan Menderes'in 10 ve Demirel'in 5 yılı hariç, gerisinin hep şeflik diktatörlük ve sıkıyönetimlerle geçtiği bir yarım yüzyıl..
Ve Cumhuriyet ismiyle, cumhuru ezen bir rejimin 50. Yılı'nın görkemli kutlama hazırlıkları yapılıyordu).
12 Mart Muhtıra ve askerî müdahalesinin en ilginç tarafı, herhalde, başlangıçta kol kola olan kemalist-laik ve marksistlerin, komünist ve diğer yandaşlarının bu başlangıçta sevinçle karşılayıp selâm durmalarına rağmen, hemen ertesi günlerde, kaynayan kazanın devrilmesi ve sıcak suyun en çok da marksist/ komünist kesimin üzerine dökülmesi ve nice canların haşlanmasıydı. Bu yüzden, o cenah, daha sonraki değerlendirmelerinde başlangıçtaki o söylemlerini hatırlamak istemediler. Çünkü, aldatıldıklarını söyleseler bile, o aptallık ihtimali de saflarını daha bir perişan ederdi.
Devrin en etkili sol -marksist gençlik teşkilatı durumunda olan Dev-Genç, daha ilk anda, yayınladığı bildiriyle, devrimci gençliğin belli şartlarla ordudan gelecek her ilerici hareketi sonuna kadar desteklemeye hazır olduğunu ilân ediyor, yani, 'muhtıra'yı destekliyor ve alkışlıyordu. (Dönemin Dev-Genç Başkanı Ertuğrul Kürkçü sonraları, halkın sosyal hâfızasıyla dalga geçercesine 12 Mart'ı desteklemediklerini iddia ediyordu.)
*
DİSK isimli marksist işçi teşekkülü ise, muhtıradan hemen sonra yayınladığı bildiride şöyle diyordu: "DİSK, Atatürk devrimlerinin ve Anayasa ilkelerinin korunmasında, uygulanmasında ve geliştirilmesinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yanında olduğunu belirtmekten kıvanç duyar. Parlamentodan çıkarılan Anayasaya aykırı kanunlar ve hükümetin ısrarla yürüttüğü Anayasa dışı uygulamalar, sosyal patlamalara yol açan tutum ve davranışlar memleketi bir kardeş kavgasının eşiğine getirmiştir. İşte böyle bir ortamda memleketin beceriksiz ellerde emekçi halkımızın da perişanlığını artıracak bir yuvarlanmayı gören ve Türk milletinin bağrından oluşan Silahlı Kuvvetler'in bu vahim durum karşısında aldığı kararlar işçi sınıfımızın devrimci kesiminde büyük bir ferahlık yaratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın tanıdığı hakları en cesur şekilde kullanan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, Atatürk devrimlerini hakim kılmak ve Anayasa'nın öngördüğü reformları gerçekleştirmek, özellikle Anayasa'mızın temel ilkelerine bağlı kalmak yolunda görev başında olduğunun radyolardan ilanı karanlık ufukları aydınlığa kavuşturmuştur." (DİSK Yürütme Kurulu, 13 Mart 1971 tarihli bildiri..)
*
Gerçekte ise, o 'muhtıra'yı veren askerlerin, kendileriyle işbirliği yapan marksist Gen. C. Gürkan ve ekibi olmadığını, daha doğrusu 9 Mart gecesi darbe yapacaklarını bekledikleri, ama, bir ârıza yüzünden, 12 Mart'a gecikildiğini zannettikleri marksist cuntacıları alkışlamışlar ve Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç ve etrafındaki Kuvvet kumandanlarının emir-komuta disiplini içindeki darbeleri marksist-kemalistleri şaşkına çevirmişti.
Hele Sâdi Koçaş isimli bir subayı da Prof. Nihad Erim'in yanına Başbakan Yard. olarak yerleştiren Yüksek Komuta kademesinin uygulamaları ve marksist sola karşı bir tutuklama kampanyası başlatılması üzerine, bu darbenin 'faşist' olduğu suçlamasına başlanıverilmişti. Yani, onlar darbeciliğe karşı değillerdi, sadece kendilerine sıcak bakmayan darbelere ve darbecilere karşıydılar. Esasen, o kesimler, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'ni de darbe olarak değil, bir kemalist sosyal sıçrama ve ilerleme hamlesi olarak değerlendiriyorlardı.
Ama, tutuklanan Dev-Genç liderleri ve diğerlerinin yanında olanlar 'faşist' deseler bile, orduyla ve laik kadrolarla köprüleri atmamanın gerektiği konusunda birleşen 'kemalist-marksistler' yine de ordunun ve de 'tarafsız başbakan' Erim'in yanında yer almayı siyasî manevra gücü olarak değerlendirmişlerdi. Esasen, Doğan Avcıoğlu'nun 'Türkiye'nin Düzeni' isimli kitabı, tamamen kemalist perspektifle yazılmıştı. Doğan Avcıoğlu'nun öncülüğünde çıkarılan YÖN dergisi, 27 Mayıs Darbesinin hedeflerini daha ileriye taşıyacak ideolojik zemini hazırlıyordu.
O dönemin marksist gençlik liderlerinden ve kemalist subayları marksist bir dünya görüşüne çekmeye çalışanlardan birisi olarak nitelenen piyade üsteğmen olan birisi (Atilla Özsever), o günleri şöyle anlatıyor:
"(…) Fenerbahçe'deki toplantı evine girdiğimizde masalarda imar paftaları duruyordu. Cunta toplantısının ev sahibi olan deniz yüzbaşısı, "Arkadaşlar herhangi bir şekilde bir baskın olursa, burada kooperatif toplantısı yaptığımızı söyleyelim" demişti. 1971 yılı başlarında ordu içindeki cuntaların daha belirgin hale geldiğini gözlemliyorduk. Devrim gazetesi çerçevesinde belli bir sol-kemalist cunta eğiliminin olduğu hissediliyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur'un başını çektiği grubun daha çok Devrim gazetesi ile ilişki içinde olduğu şeklinde duyumlar alıyorduk.
(…)Deniz yüzbaşısının evindeki toplantı odasına daha sonra küçük bayraklar getirildi. Tabancalarımızı çıkarmamız söylendi. Tabancaları bayrakların yanına koyup yemin edecektik. Tıpkı İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne yeni giren üyelerin yemin töreninde olduğu gibi. Laik subaylar olduğumuz için, o törenden sadece Kur'an eksikti." (Bu kişinin, 12 Mart Darbesi günlerinden sonra ordu içindeki ideolojik çalışmalarına daha bir hız verdiği ve Kartal Maltepe'deki 2. Zırhlı Tugay'da vazifeli olduğu sırada, o dönemin en hızlı ve ele-avuca sığmaz marksist gençlik liderlerinden Mâhir Çayan ve arkadaşlarının askerî cezaevinden kaçmalarını nasıl sağladığı, durumu anlaşılınca ordudan atılıp, tutuklanarak yargılandığı ve 1974 Affı ile serbest kaldığı, kendi hatıralarını yansıtan kitabında anlatılmaktadır.)
A.Özsever'in, '68 kuşağı içinde yer alan insanlar olarak toplumsal sorunlara duyarlıydık. Bu toplumsal duyarlılık, sadece sivil kesimdeki gençlikte değil, askerî kesimde de söz konusuydu.
Kara Kuvvetleri'ndeki subaylar olarak ülke sorunları ve sol dünya görüşüyle ilgilenirken denizci ve havacı genç subaylarla da bir tanışıklık ve bağlantı içindeydik.' deyişi de o dönemin anlaşılması ve bugünkü darbeci çabaların nerelerde ve nasıl yuvalandığının anlaşılması açısından önemli olsa gerek..
(Devam ederiz inşallah.)
Selahattin Eş Çakırgil
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.