Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Şubat 9, 2021
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Geçen yazıda, bizim dönemimizin genç neslinin beslendiği yayınlar ve kendimize yakın gördüğümüz 'ehl-i fikir ve ehl-i kalem'den söz ederken, bazı isimlere değinmiştim.

O sırada üzerinde durulması gereken önemli bir isim de Nureddin Topçu idi. Onu, 1962-63'lerden beri takib etmeye başlamıştım.. Nureddin Topçu'nun 'İsyan Ahlâkı', 'Yarınki Türkiye' gibi fikrî yazılarının ve 'Taşralı' adıyla yazılan hikâyelerinin toplandığı ferdî ve sosyal ahlâk konularına dair ilginç yazılarının toplandığı kitabı ilgimi çekmişti ve güzel tespitleri vardı.

Ancaaak.. Satır aralarında sanki ruhuma buruk gelen ifadeleri de oluyordu. Bunlar o günün 'realite'si açısından belki yerindeydi, ama, 'idealite' açısından zihnimde 'acaba?'lar oluşturuyordu.

Meselâ, 'Kurtarılacak olan, Semerkand ve Buhara değildir, Anadolu'dur..' şeklinde özetleyebileceğim bir görüşü zihnime bir çivi gibi saplanmıştı.

Bu söz realite açısından doğru muydu?

Her şey beynimizde ve kalbimizde tam yerli yerine oturmamışken, bu sözleri nasıl anlamalıydık?

Kendilerinin görüşlerine itibar ettiğimiz, yaşlı-tecrübeli ağabeylerimize soruyorduk bu cümleleri..

Onlar da bize izah ve te'villerde bulunuyorlar ve, 'Yani, bir ütopya olan Turancılık yerine, ayağımızı yere basacağımız bir toprağı, Anadolu'yu koruyalım önce..' denilmek isteniyor' diyorlardı.

Ama, bu sözler, Serdengeçti'nin, 'Nerde benim Altay- Ural dağlarım.. Akşam olur sabah olur ağlarım..' gibi mısralarının zihnimize açtığı ufuklara bir çarpı işareti koyuyor ve 'Semerkand ve Buhara'ları koyun bir kenara..' demiş oluyordu. Halbuki, esir Türk illeri öylece mi bırakılmalıydı, kendi hallerine.. Üstelik onlar Müslümandı da..

Ne var ki, o sırada, sanırım, 1968'lerdeydi, Kazakistan Başmüftüsü Ziyaeddin Babahanof İstanbul'a gelmişti. Gazetecilerin takib ettiği bir umûmî toplantı yapılmıştı, bir de daha dar plânda ayrı toplantı.. O özel toplantıda, Kazakistan Müftüsü'nün yanında, Türkiye'de okuyan bir genç onun kazak lehçesiyle türkçe konuşmasını Anadolu türkçesine çeviriyordu. Toplantıdakilerden birisi, 'Müslümanların Sovyet Rusya esaretinden ne zaman kurtulacağı'na dair bir soru sormuştu. O zât da, Türkiye'nin Amerikan esaretinden ne zaman kurtulacağına dair mukabil bir sualle cevap vermişti.

Bir tuhaf olmuştuk.. Çünkü, biz, 'komünizmin pençesindeki esir Türk ellerinin kurtuluşu'ndan söz ederken, o 'Türk illerinin mazlum insanları' da, 'Amerikan emperyalizminin pençesindeki esir Türkiye'den söz ediyordu. Yani, bir bakıma , yoktu aslında birbirimizden farkımız..

(Çoook sonraları…

1977 Seçimleri öncesinde Millî Gazete'de yazdığım sırada, Erbakan Hoca Ankara'ya çağırmıştı. Uzuuun bir sohbette, 'Muhterem kardeşim, senin yazılarını zevkle okuyoruz, ama, sen henüz bizim çok uzağımızda olan noktalara havan topuyla atış yapıyorsun.. Bizim henüz oralara gelmemize çok var. Sen şimdi, bizim arabamızın bu yolda ilerlemesi için, yolumuz üzerindeki çalı-çırpıyı, dikenleri temizleyeceksin..' diyordu. O zaman, merhûm Topçu'nun sözlerini hatırlamıştım.. Öyle ya, henüz Anadolu dururken, taa Orta Asya'larda ne yapacaktık ve neyi nasıl yapacaktık?

Ama, yine de, 'Anadoluculuk, Anadolu milliyetçiliği veya coğrafya kutsamacılığı gibi mânalarla, cihanşumûl bir inanç sistemi olduğunu yeni yeni öğrenmekte olduğumuz İslâm'ı nasıl bir arada buluşturabilecektik?

Tabiî, Anadolu milliyetçiliği sözü bir hayli revaç bulmuştu. Topçu da her halde, bugün anlaşılan mânâda bir etnik üstünlük ideolojisi şeklinde anlaşılan Türkçü ideolojiden söz etmiyordu, tam olarak.. Ama neden bahsediyordu, onun da anlaşılması zordu.. Bazı yazılarında Ziya Gökalp'i tasvib ediyormuş gibi cümleler de kurmuyor değildi, ama, tam bir 'Türkçülük'ten söz etmiyor, onun 'Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garb medeniyetindenim..' sözünü irdeliyordu..

Üstelik o zamanlar, ülkede Türkten başka etnik unsurlar olduğunun sözü bile edilmiyordu.. Ülkede Türk'ten gayri, öyle 'Arab, Kürd, Laz, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Tatar, Boşnak, Pomak, Özbek, vs.' gibi başka unsurlar yoktu. Hattâ, 1967-68'lerin İçişleri Bakanı Dr. Faruk Sükan, Meclis'te yaptığı bir konuşmada, 'ismini anarak konuşmamı kirletmek istemiyeceğim..' dediği bir etnik unsurdan söz ediyordu.. Halbuki, onu Konya Ereğlisi'nde doktorluk yaptığı 1962'lerden beri tanıyordum ve Nureddin Topçu'nun kitaplarından bazı bölümleri biz gençlere okuyor ve onun Topçu'dan beslenmesini bir müsbet tavır olarak değerlendiriyor ve seviniyorduk.

*

Yeri gelmişken, belirteyim..

Konya'da, bir em. albay vardı, Mareşal Fevzi Çakmak'ın emir subayı olduğunu söylerdi. İnönü'ye çok kızardı. Çünkü, M.Kemal tarafından azledilen bir İsmet Paşa'yı, askerî baskıyla ve beklenmeyen bir anda ve şekilde, 11 Kasım 1938 sabahı, hemen, Cumhurbaşkanı seçtirenin Mareşal olduğunu unutup, İsmet Paşa'nın Fevzi Paşa'yı kendi iktidarının 5 yıl sonrasında ordunun başından emekliye sevk etmesini, vefasızlık ve nankörlük olarak nitelerdi. Aynı em. albay, ayrıca, Fevzi Paşa'nın, 'Bu kadar Türkçü bir eğitim yaparsanız, yarınlarda Kürtçü, Çerkezci, Arnavudçu vs. söylemlerin de ortaya çıkabileceğinden endişe ettiğini' de söylediğini aktarırdı.

*

Daha sonraki yıllarda, İstanbul'a gelince, Bayezid Meydanı'na yakın bir yerde, Bakırcılar Çarsısı diyorlardı galiba, orada 'İbn-ul'Emin Mahmûd Kemal İnal İşhanı' diye bir yer vardı; onun üst katındaki konferans salonunda, Nureddin Topçu'nun, ayda bir yaptığı sohbet toplantılarını takib etmeye başladım.

Ama, doğrusu, kitaplarındaki uslûb zevkini ve fikrî sistematiğini o konuşmalarında yakalayamamıştım. Bir mütefekkirdi ve fikrinin sancı ve ızdırabını çektiği anlaşılıyordu, ama, -Osmanlı gibi, birçok yanlışlarına rağmen, yine de Müslüman dünyasının büyük gücü olan- bir güç odağının tarih sahnesinden çekilmesiyle yaşanan büyük ve ağır travma, başka ülkelerdeki Müslümanlar kadar, Anadolu Müslümanlarını da, sadece kendi coğrafyaları içinde düşünmek gibi bir 'çıkmaz'a sürüklemişti. Bu, onun yazı ve konuşmalarında da hissediliyordu.

Bunun için de, cihanşumûl bir İslâm anlayışından sadece belli coğrafî sınırlar içinde kalarak Müslüman olmaya çalışmak gibi noktalara sürüklenmeler de bu durumda kaçınılmaz idi. Nureddin Topçu da herhalde bu ızdırablı sosyal bünyenin fikrî ve ruhî sancılarını çekiyordu.

Nitekim, onun, Prof. Orhan Okay'a yazdığı 11 Nisan 1965 tarihli mektubu -ki, sonradan yayınlandı-, içinde yaşadığı melâl halini, yorgun düşmüşlük halini yansıtıyordu. O mektubu burada aynen tekrar etmeyi gereksiz görüyorum. Ama, en azından şu satırların telaffuz edilmesinde bu sancılar görülebilir. Bu ağır suçlamaların bazıları kendisinin yetişmelerinde emek verdiği çevresinedir, bazıları ise Müslümanlara, Müslüman dünyamıza aiddir ki, hele Şark dünyasını Müslümanlığın bitirdiği şeklindeki ifadelerini kabullenmek o zaman da yanlış, bugün de..

Diyordu ki o mektubunda Topçu: '…Hizmetine ömrümü harcadığım memlekette dostlarım kalmadı gibi bir şey.. Adeta yapayalnızım, boşlukta ve (…) İnsanın düşkünlüğünü, sefaletini bilirdim ama ruh sefaletinin bu kadar karanlığını görmemiştim. İnsan diye emek verdiklerimin hemen hepsi de ruh ve mâna mefhumuna yabancı, menfaat kölesi bir takım haşerelermiş. Ahlâksızlığın ummanı olan bu Şark'ı yaşadıkça utanıyorum (…) 'Müslümanım diyen insan yığını' yok mu? Onlar Şark'ın en aşağı tabakasını teşkil ediyor. Müslümanlık, yaşanan şekliyle Müslümanlık Şark'ı bitirmiş. (…)'

Aslında Topçu'nun bu bedbin, karamsar, umutsuz sözlerini bazı sohbetlerinde de dinliyor, ama, anlık ve gerilimli bir tefekkürün asabiyeti deyip geçiyorduk. Ama, yine de kendimizden, kendi inanç dünyamızdan ve kültürümüzden bu kadar utanç duyulduğuna dair sözleri bugün birisi söylese, şiddetle itiraz ederiz. Ama, o zaman kendi cenahımızdan kamuoyuna görüş açıklayabilen insanlarımız o kadar az idi ki, bu gibi yanlış beyanlarını bile yutkunarak kabul etmiş bir manzara sergilemiş oluyor ve amma kendi aramızda rahatsızlıklarımızı dile getiriyorduk.

*

Ayrıca, zihnimizde şekillenmeye başlayan ve bütün Müslüman halkların bir birlik oluşturması ideali ile, kendisinin fikirlerine sempati duyanların ifadeleriyle 'Anadolu milliyetçiliği' denilen mefhumu kabullenmek yanlış olmayacak mıydı? Bunları kendi aramızda tartışıyorduk.. Gerçi, etnik ayrımcılık söz konusu edilmiyordu, ama, bu coğrafya sınırları içindeki bir İslâm anlayışı nasıl olacaktı?

Ama, bu Anadolu milliyetçiliği sözü, o zaman dilimine göre, 50 yıl öncelerde kabul ettirilmiş olan bir Lozan Andlaşması'yla bize biçilen elbisenin içine girmeyi ideal edinmek olmayacak mıydı?

Yine de Topçu'dan çok şeyler öğrenmiştik.. Özellikle kitaplarından, yazılarından..

'Kitablarından, yazılarından..' diye bilhassa belirtiyorum. Çünkü, sohbet toplantılarında ve konferanslarında kitle psikolojini tahrik edecek teatral tavırlardan, veya heyecan verici beyanlardan ve hattâ ses tonuyla özel ilgi çekme taktiklerinden hiçbirisine itibar etmiyordu. Necîb Fâzıl'daki zekâvet eseri edebî süslemeler veya bir Serdengeçti'deki heyecanlı hitap şekilleri yoktu onda.. Düşüncelerini, sâkin ve hattâ dinleyenlerin bir kısmının anlayamıyacağını da göz önüne almadan anlatıyordu. Biz ise, gençlik çağındaydık.. Bu gibi hitabet taktiklerini tabiî görüyorduk da, öyle sakin-sakin konuşmaya alışkın değildik.. Esasen, genelde 40-50 kişinin katıldığı o sohbet toplantılarında çok az genç bulunuyordu.

Yine de, Nûreddin Hoca'nın özellikle Voltaire, Paskal ve Bergson gibi filozoflardan verdiği örneklerle anlattıkları, o dünyayı, onların dünyalarını öğrenmemizde, anlamamızda, etkiliydi.

İlgimi çeken bir taraf ise, Abdulhakîm Arvasî'ye bağlanan Necîb Fâzıl gibi, Nûreddin Topçu'nun da bir tasavvuf şeyhine, Abdulaziz Efendi'ye bağlanmasıydı.. Hem Necîb Fâzıl'ın, hem de Nureddin Topçu'nun Paris'te okumuşlukları vardı ve oradan döndükten sonra böyle bir eğilim göstermeleri ilginçti.

*

Topçu'nun bir kitabına da isim olarak verdiği ve Paris'teyken yazdığı "İsyan Ahlâkı" konusunu anlamakta zorlanıyorduk. Yine de, onun 'İsyan Ahlâkı' anlayışının temelinde, iki konuya bilhassa dikkati çekiyordu: Bu, ferdiyetçilik ve anarşizm idi.

Anarşizme düşmeden ve amma, kişiyi Allah'a yönelmekten de alakoyan sosyal çevre ve fikrî eğilimlere karşı ferdi korumak için, isyan!.

Onun bir yazısında dolaylı olarak dile getirdiği bir isyankâr tavrını ise, Bursa'da Yıldırım Bayezid'in türbesini ziyaret ettiği zamanki duygularını 'Yıldırım'ın Huzurunda..' isimli yazısından yansıtmıştı. Şöyle ki, Nureddîn Hoca, orada şikayetini Yıldırım'ın ruhuna arz ederken, 'Bütün bir milletin, bir kişinin ismi ve resmi önünde eğilmeye mahkûm edildiği'ni de ifade ediyordu. Burada anlatılan kimdi, daha açık ifade edilemese de, ifade ediliyordu ya..

Topçu'nun konferans veya yazılarında zaman zaman değindiği Hallâc-ı Mansur , 'doğru olduğuna inanılan yolda, tek başına da kalınsa, o yaldan geri dönülmemesi' kararlılığının sembol ismiydi.

Bugünlerde, ahlâkî sapkınlıklarıyla isim yapan birkaç harfli örgütler başta olmak üzere, Avrupa ve ABD merkezlerinden verilen işaretlerle yeni bir 'Gezi Hadiseleri' tezgâhlamak denemesine kalkışan 'taife-i laicus'un, kanûnî özelliklere sahip bir akademisyenin 'rektör' tayinine itiraz etmek bahanesiyle geliştirmeye-yaygınlaştırmaya çalıştıkları gösterilerle gündeme gelen Boğaziçi Üni.'nin aslının ne olduğunu da gençlik yıllarımızda, ben şahsen, ilk olarak Nureddin Topçu'nun yazılarından öğrenmiştim.

Çünkü, onun bir yazısında yazdığına göre -özetle aktarıyorum-, 1860'larda, İstanbul'un yollarını- caddelerini modern imkânlara göre yeniden tanzim etmesi için -sanki bu düzenlemeyi biz kendiliğimizden yapamayızmış gibi- Amerika'dan getirilen Cyrus Hamlin isimli bir mühendis'in Rumeli Hisarı sırtlarında dolaşırken, 'Fatih Sultan Mehmed, Bizans'ı bu tepelerden fethetmiş, ben de bu ülkeyi yine bu tepelerden fethedeceğim..' diyerek 'Robert Kolej'i burada kurmaya karar vermiş.. Ancak, kimse yer vermeyince, Sultan Abdulaziz zamanında, Sadrâzam Ahmed Vefik Paşa, o civarda bulunan kendi arazisini hibe etmiş, bu 'hayırlı'(!?) iş için..

Ancak, daha sonraki yıllarda Sultan 2. Abdulhamîd, bu mektebin buraya açılmasına çok bozulmuş ve Ahmed Vefik Paşa'nın cenazesini Robert Kolej'in duvarlarının dibinde bir yerde defnettirmiş ve 'Taa kıyamete kadar, burada çan sesleri dinlesin..' demiş..

Evet, ben bunu ilk olarak Nureddin Topçu'dan okumuş- öğrenmiştim, 1962'lerde.. Hatırlanacağı üzere, bu 'Robert Kolej'den niceleri yetişmişti ve onların en ünlülerinden birisi de Bülent Ecevit idi. Şimdi kimdi, hatırlamıyorum, ama, bir muhalifi, Meclis'te Ecevit'i eleştirirken, 'Bu milletin temel meselelerini Robert Kolej'de çan sesleri arasında papazların okuduğu çorbaları kaşıklayarak yetişmiş olanlar anlayamaz' demişti.

Hatırlanacağı üzere, Amerikan sermayesi ile kurulup bir kültürel kamuflajlı bir misyonerlik merkezi halinde 110 yıla yakın bir süre 'eğitim ve kültür' alanındaki çalışmalarını devam ettiren, 1971-72'lerde Robert Kolej'in bir üniversite statüsünde olması şartiyle, Türkiye'ye hibe edilmişti.

Bugün, 'Boğaziçi Üniversitesi' olarak anılan eğitim kurumu, evet işte, 1860'larda Cyrus Hamlin'in hangi niyetlerle tesis ettiğinin ipuçlarını yukarıda zikrettiğimiz Robert Kolej'dir. Ve bugün, oradaki birçok öğrencinin, aralarına karışan anarşist ruhlu, örgütlü küçük ideolojik grupların peşine takılarak, 'Boğaziçi kültürü' ve 'Boğaziçi kimliği' diye yaldızlamaya çalıştıkları sembolik ifadelerin arka planında bu vardır.

Daha da ilgi çekici olan şu ki, 7 Şubat akşamı, hangi siyasî eğilimin yayın organı olduğu bilinen Halk TV isimli kanalda, N. Batur isimli bir bn. gazeteci, Robert Kolej'in, Türkiye'ye bırakılırken, Üniversite dışında başka maksadlarla kullanılmak istenmesi durumunda, Amerika'nın bu kuruma el koyma hakkının bulunduğuna dair şartnâmede bir madde bulunduğunu iddia ederek, Amerika'ya 'gel-gel' eyler şekilde heyecanlı bir konuşma yaptığını da ekliyelim.

*

Bizim gençlik yıllarımızda beynimizi ve duygularımızı yoğurup şekillendirenler arasında, üzerimizde hakkı olanlardan Nureddin Topçu'yu da rahmetle anıyorum.

*

O günlerde, akranımız veya 1-2 yaş küçük olanlarla, akşamları, gece yarılarına kadar ve bazan seher vaktine kadar süren sohbetler ediyoruz. İdeallerimiz, hayallerimiz var.. Bu idealler ve hayaller gerçekleşmez diye bir karamsarlık sözkonusu değildi.. İnanıyorduk ve, geri çekilince kaybedecek bir şeyimiz yoktu; ama, ideallerimizi gerçekleştirirsek, kazanacağımız bir dünya vardı.. Ve bu kazanacaklarımız arasında, servet ve kudret, makam ve şöhret sözkonusu değildi.. Düşündüğümüz konular, nasıl daha Müslümanca yaşayabiliriz, başımız dik ve inandığımız değerlere göre kurulacak bir dünya düzeni olacak mı ve nasıl olacaktı?

O günlerden kalma bazı dostlarla karşılaşıyoruz. Aradan bunca zaman geçtikten sonra, o sohbetleri heyecan ve hasretle hatırlıyorlar.. Bazıları, 'Âbi, vallaaa, o dönemde yaptığımız sohbetlerdeki ideallere hâlâ bağlıyım.. Ama, artık, makamım var, evim, evladım, arabam, şöhretim, param ve huzurum var, o idealler için bedel ödemeye yokum! Bundan sonrasını da artık yeni nesiller yapsın..' diyorlardı. Evet bunları da gördük.. Halbuki, hedeflerimizin öyle kolayca gerçekleşemeyeceğini hep söylüyorduk; o zaman da, bugün de.. Evet, bulunduğumuz nokta, 40-50 yıl öncelerde hayâl bile edilemeyecek kadar ileri bir noktadır, ama, hedeflerimizin büyüklüğü ve derinliği açısından, henüz yolun başındayız. Bulunduğumuz her zaman dilimi, nihaî hedeflerimiz açısından bakıldığında, bir merhale taşı, bir geçiş süreci mesâbesindedir. Ama, demek ki bazılarımızın hedefleri veya nefesleri buraya kadarmış.. Böyleleri karşısında, Münir Nureddin Selçuk'un bestelediği, 'Âşık'a Bağdad'a sorulmaz..' şeklindeki ünlü Mâhur Beste şarkıyı mırıldanmak bir çare olmasa da, çıktığı yoldan ve yolculuğundan neyi beklediğini bilenler için ufuk açıcıdır.

'Âşıka Bağdad sorulmaz, ufukları aşar gider..

Ümit yolcusu yorulmaz, baht izinde koşar gider.

Sevdâya karşı durulmaz, gönüllerde yaşar gider,

Ümit yolcusu yorulmaz, baht izinde koşar gider.'

Selahaddin Eş Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN