12 Mart’ın ayak sesleri…
12 Mart 1971 Askerî Darbesi'nin üzerinden 50 yıl geçti…
Önce, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi'ne nasıl gelindiğinin daha kolay anlaşılabilmesi için o günlerin Türkiyesi'ne biraz daha derinlemesine bakalım..
Kıbrıs, ülkenin temel dış siyaset konularındandı ve her an ciddî buhranlara dönüşebiliyordu. Ciddî buhranlar döneminde hemen, türkçü duygular da coşturulabiliyordu. O duygu coşkunluğunda hükûmet'in, daha doğrusu 'Derin Devlet'in aldığı karar ve tasarruflarının tartışmasının yapılması ne kelime, ondan haberimiz bile olmazdı.. Meselâ, 1968'lerde bir gecede, İstanbul'da daimî ikamet izni olan 40 binden fazla İstanbul 'rûmu'nun, daimî ikamet izinlerinin ibtal edilmesiyle yurtdışına sürüldükleri, sessizce geçiştirildi ve kamuoyunda çoğu kimsenin haberi olmadı bile.. Bir gecede, İstanbul rûmları buharlaşıvermişti.. Ki, bu kitlenin ekonomik gücü ve ermeni- yahudi ve diğer gayrimüslim unsurların ekonomik dayanışması ve ayrıca masonik güçlerin ve laiklerin, askerlerin ekonomik hayattaki uzantılarının rahatsızlığı ekonomik piyasayı daha bir dalgalandırmıştı.
Sosyal açıdan ise.. Büyük Müslüman kitlelerin haberi bile olmamıştı, ama, gayrimüslim unsurlar kendilerinin ibadet hürriyetlerine ve ibadet yerlerine baskı yapılacağı gibi korkuları yaşamaya başlamışlardı. Ki, o durum hâlâ da devam ediyor ve 'rûm ortodoks kiliseleri'nin Pazar günleri âyinsiz kalmaması için, sadece 2.000 civarında kalan TC vatandaşı rûmlar , Pazar günleri her kilisede âyin yapmak için rûm ortodoks kiliseleri arasında koşturup duruyorlar..
Ama, Kıbrıs gerilimi sadece türkçü duyguları değil, karşı tarafın Hristiyan olması hasebiyle toplumdaki İslâmî hassasiyetleri de yükseltiyor gibiydi. Ancak, o Kıbrıs'daki rûm cinayetlerinin acısı İstanbul'dakilerden alınmak istenircesine, sürülenlerle hiç ilgilenmemek bir yana; Türkiye vatandaşı oldukları için geride kalan, 1.000-1.500 kadarlık küçük bir rûm grubunun, âyinsiz kalan kiliseleri o ibadetsizlik ve âyinsizlikten kurtarmak için çırpınışları, Müslüman halk kitlelerinin bilgisi dışında kalıyordu. Yoksa, büyük kitleler, rahatlıkla, 'İnsanların ibadetlerine, ibadethanelerine baskı mahiyetinde bir tavır inancımıza, İslam'a aykırıdır..' diyebilirlerdi. Ama, bu konudan az-biraz haberdâr bile değillerdi. Çünkü, 'Ama, rûmlar Kıbrıs'ta ve Batı Trakya'da neler yapıyorlar?' denildiği zaman, adetâ bizim de onlar gibi yapabileceğimizi düşünenlere zımnen destek verilmiş olunuyordu..
Yaşananlar, ekonomik hayatı ve iktidardaki Adalet Partisi ve onun lideri olan Süleyman Demirel'in durumunu, daha bir sallantılı, esen her hafif rüzgârda bile sağa sola savrulan kuru yaprak durumuna getiriyordu. Çünkü, partisi de sonunda bölünmeyle noktalanan bir iç rahatsızlık içinde kıvranıyordu. Anadolu ile İstanbul ve İzmir gibi illerdeki sosyal havanın yönlendirilmesinde kendilerinin en etkin ve hâkim durumda oldukları havasını yansıtan marksist ve kemalist -laik zengin kesimler arasındaki bağ neredeyse tamamen kopmuştu.. Bu da, bilhassa 'solcu' denilen çevrelerin iştahını kabartıyor, 'asker bu duruma seyirci kalamaz.. ' sözü fısıltı halinde tekrarlanıyordu. Kamuoyunda da, ülkenin sahibinin millet değil, asker olduğu, askerlerin de kemalistler demek olduğu kanaati, laik-kemalist-marksist ve komprador dayanışmalarının etkisindeki öğrenci gruplarının sloganlarından kamuoyuna yansımakta daha bir hız kazanıyordu. Hattâ, sonradan anlaşılacaktı ki, dönemin hızlı marksist ve kemalist yazarları, sermaye çevrelerince güçlü şekilde destekleniyordu. Ki, Türkiye Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği'ndeki bu destek durumunu iyi takib edenlerin başında Erbakan ve arkadaşları geliyor, ama, onların açıklamaları kamuoyunda etkili şekilde yansımıyordu. Bir tarafta tirajları 500- 600 binleri bulan gazeteler, karşılarında ise, 15-20 bin binlik küçük gazeteler.. İşte o sırada Şevket Eygi'nin 'Bugün' adıyla yayınladığı gazete biraz biraz güçlenmeye başlamış, tirajı, 50-60, hattâ 100 bine doğru tırmanmaya başlamıştı.
Bu arada, Şevket Eygi'nin gazetesi aracılığıyla tertiblediği 'Sabah Namazları', Derin Devlet'e karşı 'Derin Millet'in aksülameli, tepkisi olarak giderek yaygınlaşıyor , laik matbuat görmezlikten gelse bile, Ç. Altan, İ. Selçuk gibi isimler, seher vakitlerinde 50 bin'i aşkın insanın Sultanahmed veya Edirne'de Selimiye ya da Bursa'da Ulu Camii, Bolu ve benzeri şehirlerde, başlayan bu Sabah Namazları'nın kendilerini nasıl korkuttuğu- ürküttüğü yazılarına yansıyor, Ç. Altan, 'Sultanahmed'de seher vaktinde toplanan o on binlerin üzerine bir tank göndermek kâfidir..' diye en jakobenist/ tepeden inmeci ve kemalist lafları yazıyordu.. Hatırlayalım, 27 Mayıs Askerî Darbesi de Amerika'nın ünlü Time dergisinde Sultanahmed Camii'ne çevrilmiş tank namlularının fotoğrafları altında yorumlanmıştı..
Matbuatta ağırlıkları hissedilen 'marksist-laik-militarist' manyetik alandan etkilenen sosyete çevrelerinin gençleriyle yine marksistlerin yönlendirdiği, devrimci diye nitelenen bir kısım işçi sendikaları her vesileyle, 'gerici kıpırdanış' dedikleri sessiz ve derinden gelen bu Müslüman halk tepkilerine karşı entrikalar düşünüyorlar, -Birinci Dünya Savaşı'nda Filistin ve Suriye Cebhesi'nde Cemâl Paşa'nın özel kalem müdürü olarak bulunmuş olan- Fâlih Rıfkı, Dünya gazetesindeki yazılarıyla kemalizmin kendisiyle birlikte tarihe gömüleceğinin korkusunu gizlemeye çalışıyor ve Müslüman halka diş gösteriyor, adetâ son militan kemalist havasında, umutsuzca çırpınıyordu. Çünkü, hitab ettiği yeni sol-kemalist genç nesiller, onun faşist anlayışına da sıcak bakmıyorlardı.
Ama, yine de kendi cephelerini zayıflatmamak adına susmayı tercih ediyorlardı. Ayrıca, o marksist ve kemalist kesimler, lüks imkân ve mekânlar içinde, ışıklı parıltılar içindeki karanlık bir nokta durumundaydılar , etkilemeye çalıştıkları genç nesillerin büyük kısmı, onların dünyalarına uzaktan imrenerek bakıyorlardı..
Bu arada, Amerikan 6. Filosu'nun savaş gemileri zaman zaman, bu ziyaretlerinin Türkiye'deki sağ-sol zıdlaşmasını şiddetlendireceğini bile bile, İstanbul'a geliyorlardı. O gemilerden karaya çıkan Amerikan askerlerine ise tepkiler gösteriliyor ve onlar da gemilerine döndüklerinde, bu haber, matbuatta, 'Amerika'lıları denize döktük..' şeklinde veriyorlar ve bununla güç gösterisi yaptıklarını düşünüyorlardı. Ama, bu yetmezdi ve yetmiyordu da.. Cuma namazları sırasında câmiler dolup taşıyor, cemaat, yüzler-binler halinde caddelerde de saf tutuyorlardı. Bu câmilerden birisi de Dolmabahçe Câmii idi. Ama, solcu gazeteler, Dolmabahçe Câmii'nde namaz kılan ve sokaklara taşan binleri, 100-200 metre uzakta demir atmış olan dev savaş gemilerine secde ediyorlarmış gibi gösteren fotoğraflar yayınlayacak kadar alçalıyorlardı. Çünkü, Boğaz'dan irili ufaklı askerî veya ticarî gemiler her zaman geçiyordu; ama, Müslümanların namaz kılarken, bu gemilere rükû ve secde halinde eğilip teslim işareti verdikleri gibi şerefsizce yayınlara rastlanmamıştı..
Bu kadar alçakça saldırılar karşısında, yekûn tirajları 1,5 milyonu aşan laik gazetelere karşı, Müslüman halkın içinden ve bu saldırılara karşı direnme şuurunu uyandırmaya çalışan gazeteler ise, 100 bini bulmuyordu. Yine de korkulan büyük kitle Müslümanlardı..
*
İşte o günlerde, Alpaslan Türkeş Osman Bölükbaşı'nın (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) 'CKMP'yi ele geçirmiş ve adını da MHP'ye çevirmişti.. Türkeş, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nin 'güçlü albayı' olarak Başbakanlık Müsteşarlığı'nı da uhdesine almıştı. Ama, 6 ay geçmeden 'Millî Birlik Komitesi' içinde ortaya çıkan derin görüş ayrılıklarının etkisiyle, başlarında Türkeş'in bulunduğu 14'ler denilen bir grup, 37 üyeli MBK'den atılmışlar ve ülke dışına sürülmüşler, Türkeş de Hindistan'ın başşehri Yeni Delhi'ye gönderilmişti..
Birkaç yıl yurt dışında kalan Türkeş, dönüşünde, artık İslâmî konulara eskisi gibi bodoslamadan dalmıyor ve daha temkinli ve Müslüman halk kitleleriyle gönül bağı kuracak şekilde davranmaya özel bir dikkat gösteriyordu.. Hattâ, Hindistan'la gözlemlerini anlatırken, bir sohbetinde, 'din'in insan ilişkilerindeki derin etkisine şöyle bir örnek vermişti: 'Hindistan'da, Hristiyan diplomatik personel Pazar âyinlerini kaçırmazlar ve Kiliselerde buluşurlar.. Ve eğer, Pazar âyini'ne bir diplomat gelmezse, hemen telefonla veya bizzat giderek, 'Geçmiş olsun, galiba rahatsızdınız..' derler.. Yani, başka bir mazeret veya ihtimal akla gelmez. Onların sosyal bağlarında kilise bu kadar etkindir.. Biz Müslüman ülkelerin diplomatlarının böyle bir gelenekleri yok.. Bu yanlış değil mi? Bir yerlerde yanlışlar yapmıyor muyuz?'
Türkeş'in bu gibi sözlerin bile nicelerimizin kalbini yumuşatıyordu.. Çünkü, bırakınız Cuma Namazlarına gelmeyi; büyük şehirlerin büyük câmilerinde kılınan cenaze namazlarına bile, başta subaylar ve bürokratlar olmak üzere, büyük bir kitle cemaatin namazını kıldıktan sonra kendi cenazelerinin namazına bile iştirak etmez, cemaatin kıldığı cenaze namazını uzaktan seyrederlerdi.. Bu traji-komik tavır, laikleri rahatsız etmiyor, bir de, bu hallerini laikliğin ve 'aydın' olmanın gereği gibi zannedip huzûrlu bir bekleyiş içinde olabiliyorlardı.
İşte o günlerde, Alpaslan Türkeş, yaptığı bir konuşmada, 'Biz Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız!.' deyiverdi…
Devam edeceğiz inşallah...
Selahattin Eş Çakırgil
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.