Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Şubat 16, 2021
‘Olan Osmanlı’ya oldu…’
Sesli dinlemek için tıklayınız.

1967-68'lerde Bâb-ı Âli'de SABAH gazetesine haftada, 10 günde bir yazılar gönderiyordum.. Gazeteyle hiçbir âşinalığım ve bağım yoktu.. Ancak daha önceleri okuyucu ve gençlik köşesine gönderdiğim ve başlangıçta özetlenerek yayınlanan yazılarımın yerine, artık, -yazılarım, gazetenin muhtevasını belirleyen kadrolar üzerinde, hakkımda artık bir kanaat oluşturmuş gibiydi ki- yazılarımı gönderdiğimde, âdetâ bekleniyormuşçasına, hemen yayına giriyorlardı..

Bu da bana, otomatik olarak bir yazı yazma disiplini kazandırıyor ve 'Bu haftaki yazımda şu-şu konulara değinmeliyim..' diye zihnimde bir plân ve program yapıyordum.

Bu yazılardan birisi, özellikle ilgi çekmişti. Bu, Rusya'da Ekim- 1917'de Vladimir Lenin liderliğinde gerçekleşen Bolşevik/ Komunist İhtilali'nin 50. Yıldönümü dolayısiyle yazdığım ve Sabah'ın ikinci sahifesinde 3-4 gün boyunca yayınlanan uzuuun yazı idi..

Ama bu arada Şevket Eygi'nin Bugün gazetesi de yayına girmişti. Bugün'ün yayın tarzı daha cazib olmalı ki, tirajı bir yılda 100 bine ulaşmıştı.

*

O günlerde İran'da, Başbakan Hasan Ali Mansur'un bir suikasd sonunda öldürüldüğü haberi dünyada dikkatlerin İran üzerine çevrilmesine yol açmıştı, haliyle..

Onu kim öldürmüştü?

Komunistlerin Şah'a karşı silahlı mücadeleleri biliniyordu. Şah'ın da onları gruplar halinde kurşuna dizdirdiği biliniyordu. Ki, Şah daha sonra, o ideolojik grupları öldürtmenin mücadeleyi daha da sertleştirdiğini gördüğünden, birçok marksist silahlı kişileri de, uyuşturucu ticareti yapmakla suçlayıp öldürtmek taktiğine başvurduğu ileri sürülmeye başlanmıştı.

Ancak, her kim olursa olsun, suikasdçiler Başbakan'a kadar nasıl yaklaşabilmişlerdi?

İşte o zaman, Hasan Ali Mansur'un gerçekte komünistler tarafından değil, bazı Müslüman gençlik gruplarınca öldürüldüğü söz konusu edilmeye başlanmıştı. Ancak, İran içinde bu gibi konularda fısıltı dışında konuşulmazmış; İran dışında ise, herkes o eylemin kahramanlığını üstlenmeye çalışmış..

(Daha sonra, Şah devrildikten sonra, ortaya atılan en ilginç iddialardan birisi ise şöyleydi:

Hasan Ali Mansur Irak'a resmî bir gezi yapmıştı. O gezi sırasında şiî ulemânın ünlü medreselerinin bulunduğu Necef şehrine de gitmiş ve orada şiâ ulemasıyla da görüşmüştü.. O ulemânın içinde en dikkati çeken sima ise, Şah'a karşı halkı ayaklandırmış ve 15 bin kadar insanın hayatına mal olan bir qıyâm sonunda, önce Türkiye'ye ve sonra Irak'da Necef'e sürgün edilmiş olan Ruhullah Khomeynî idi. Mansur, onunla görüşmüş, ve Şah'tan özür dilerse, affedileceğini söylemiş.. Khomeynî ise hiç karşılık vermemiş, bunun üzerine Mansur ona bir tokat atmış..

Bu haber İran'a ulaştığında bazı İslamî mücadele gruplarının, Mansur'dan intikam alınması için, fetva aldıkları ve onun o şekilde katledildiği ileri sürülmüştü.

Bu hadiseyi tahkik etmek, inkılab ateşinin bütün İran'ı sardığı dönemde pek mümkün olmadı, ama o hengamede her şeyin olabileceği söylenmişti. Sadece su kadarını belirtelim ki, Amerikan Başkanı Kennedy'nin eşi Jacklin Kennedy'nin, bir Tahran gezisi sırasında Şah'a, bakanlarından Hasan Ali Mansur'un gözlerinin çok güzel olduğunu söylediği; Şah'ın da Mansur'u başbakan yaparak, Amerika ile bu yolla daha iyi ilişki kurabileceğini hesab ettiği ileri sürülmüştü.

Bunlar büyük bir sosyal inkılab hareketinin içinde küçük hadiseler olarak bile görülebilir. Rivayet edenleri de hayattan bile çekilmiş olabilir.. Yani, gerçeğin anlaşılması o kadar kolay olmasa gerek..)

*

Bizde ise, iç kamuoyu başka bir hassas konuyla derinden meşgul idi.

Özellikle, Temyiz Mahkemesi (Yargıtay) Başkanı olan İmran Öktem isimli kişinin, 'İnsanları tanrı değil, tanrı'yı insanlar yaratmıştır..' tarzında ve miladî-19. Yy. pozitivistlerinin ortaya attığı iddiaları bir konuşmasında tekrarlamasıyla başlayan tartışmalar ülkeyi derinden sarsmış, ideolojik atmosferi esaslı zehirlemişti.

Yayın hayatında Müslümanların gönlüne soğuk su serpecek şekilde kalem mücadelesi verenler çok az idi. Yüksek tirajlı gazeteler arasında, muhafazakâr halka yakın sayılan sadece Tercüman vardı ve K. Ilıcak'ın malî patronluğundaki bu gazete, Erol ve Haldun Simavî kardeşlerin iki gazetesi Hürriyet ve Günaydın arasında, 600 bin civarında bir yerde bulunuyordu. Ondan sonra 300-350 bin civarında Milliyet ve sonra da, 100-150 bin civarındaki gazeteler, bir de 50 binin altındaki küçük gazeteler..

Tercüman'da biraz biraz Ahmed Kabaklı ile E. Göze 'muhafazakâr' denilen kesimleri rahatlatacak yazılar yazıyorlardı.

Düşük tirajlı gazetelerin sesi her yere gitmezdi, ama, muhafazakâr halkı da harekete geçiren yayınlar, yine de bu küçük gazetelerde dile getirilir ve onlar Anadolu'yu dipten gelen dalgalar halinde harekete geçirirdi.

Özellikle Yargıtay Başkanı etrafındaki tartışmalar toplumu derinden sarstı, ve 1-2 yıl sonra Öktem öldüğünde, ve cenazesi Ankara-Maltepe Camiine getirildiğinde.. Cemaat öğle namazını kılınca camii terk edip dağılmaya başlamıştı ki, bizzat İsmet Paşa ve bir çok generaller de o cenaze namazını kıldırmak için hırçın tavırlar sergilemişler ve bazı generaller silah çekerek, cemaatten bazı kişileri zorla cenaze namazı safı tutmaya zorlamışlar ve ondan sonra da, Ankara caddelerinde laikler on binler halinde, irtica dedikleri değerler sistemimize de hakaret eden gösterilerle ölülerini defnetmişlerdi.

Bu konu da, kamuoyunu aylarca süren tartışmaların içine çekmişti.

*

İmran Öktem'in de görüşünü açıklamak hakkı vardı, elbette.. Ama, o, Temyiz Başkanı olarak, önüne gelen dosyalarda nasıl tarafsız olabilir ve kalabilirdi?

Bu tartışmalar gazetelerde, bu tirajlardan da anlaşılabilir ki, Müslüman halkı daha bir sık-boğaz etmek isteyenler daha bir güçlü idiler ve Müslüman halkın itiraz seslerinin duyulmaması için koro halindeki kemalist-laik söylemler ve irtica suçlamaları gündemden düşürülmüyordu.

*

**

O yıllarda, 1 yıl kadar süren ve hareket kabiliyetimi epeyce sınırlayan ve yürümekte büyük acılar çektiren bir 'Siyatik' rahatsızlığım zihnimi bir hayli meşgul ediyordu. Omurilikten çıkıp kalça ve baldırlardan ayak parmaklarına kadar uzanan bu Siyatik siniri, sıcak istiyor, baştan ayağa kadar, soğuktan ve rüzgar ve yağmur ve ıslaklıktan korunmayı gerektiriyordu. Ama, Fatih- Hırka-i Şerif'ten Çapa Tıb Fakültesi'ndeki çalışma mekânıma yağmur-çamurdan, ıslanmaktan kurtularak gitmek neredeyse mümkün değildi, Güz yağmurlarından taa Nisan ayına kadar.. Verilen ilaçlar pek etkili olmuyordu, çünkü hareketsiz olamıyordum.. Hastahanedeki çalışma mekânımda birkaç saat rahat edebiliyordum, ama, öğleden sonra Hukuk Fakültesi'ndeki derslere de gitmek istiyordum. Akşamları da, mahallemdeki hastaların tedavisiyle ilgilenmek, pansuman, tansiyon, serum takma ve şırınga gibi sıhhî hizmetlerine koşmak zorundaydım. Çünkü, 475 lira maaşım vardı, 275 lirasını 2 odalı, ahşab bir eski eve kira olarak veriyordum, geride kalan 200 lirayla da geçinmem mümkün değildi, akşamları, geniş bir mahallede, o gibi sıhhî hizmetlere koşarak, aldığım 2,5 liralarla, ayda yaklaşık 200-250 lira gelir sağlıyordum. Ama, bu da, siyatiğimi daha bir azdırıyordu.

Ama, siyatik rahatsızlığının beni ideolojik kamplaşmaların kaçınılmaz dayaklarından kurtarmaya yardımcı olduğunu da görüyordum.

Bir gün, Üniversite'nin Bayezid'deki merkezî binasında bulunan Hukuk Fakültesi'ne giderken, ana kapıdan girişten sonraki ağaçlıklı alanda ilerliyorum. Bir anda silahlar patlamaya başladı.. Sağda- solda kaçışanlar..

Ben de, belki mermilerden korunmama yardımcı olur diye kalın gövdeli bir ağacı siper edindim.

Bir taraftan da sağ bacağımdaki 'siyatik' sancısından kıvranıyorum..

İki genç ellerinde sopalar, yanıma geldiler ve hışımla 'Ülkücü müsün, Yurtsever mi?' diye sordular. Solcular, marksistler, kemalistler, laikler, kendilerini genelde 'yurtsever' olarak isimlendiriyorlardı.. Ben aslında her iki tarafdan da değildim, ama, Ülkücüler, saldırırken bile olsa, 'Bismillah, Allah'u Ekber!' diyorlardı, hiç değilse.. Diğerleri, başka sözlere, marksist ve laik sloganlara şartlandırılmışlardı, en zor anlarında bile onları söylüyorlardı, hattâ yaralandıkları ve durumlarının ağır olduğu anlarda bile..

Ben bu iki gencin hangi taraftan olduğunu bilmediğim gibi, o kavganın içinde de o iki tarafın da yanında değildim, 'Müslümanım..' diyebileceğimiz bir arkadaş grubu veya atmosfer de yoktu.. Orada bir muzipliğim tuttu, 'kardeşim ben siyatiğim..' dedim; anlamadılar ne dediğimi.. Birisi, 'Ne diyor lan bu?.' dedi, öbürü 'Bırak bunu, bu hapı yutmuş..' dedi, kıvrandığı ve yüzümdeki acıları gördüğü için.. Ve beni bıraktılar kendi halime ve başka avlar aramak üzere, o ağaçlıklı alanda koşarak savuştular.

*

Siyatik sancılarımı daha bir tahammül edilmez hale gelince, Sağlık Md.lüğü, beni Şişli- Etfâl Hastahanesi'ne sevketti. Çapa Tıb Fakültesi'nde çalışıyordum, ama, Fakülte'nin değil, Sağlık Bakanlığı'nın elemanıydım. Bu yüzden Sağlık Bakanlığı'na bağlı bir hastahane olarak Şişli- Etfâl'e gönderdiler.

Orada, Neuroloji Servisi'nde 3 hafta kadar tedavi edildim

Koğuşta ilginç hastalar vardı..

Birisi, bir Emniyet Âmiri idi. Müthiş kemalist idi..

Birisi, Anteb taraflarından bir cezaevi müdürü.. Birisi, Suriye- Adana arasında kaçakçılık yapan bir hasta..

Bir hasta da, Sovyet Rusya- Ermenistan'dan gelmişti..

Bir de Şahbâz Efendi vardı, 'Trigeminus Nevraljisi'nden muzdarib idi.

'Trigeminus Nevraljisi'ni bilhassa zikrediyorum. Çünkü, Sağlık Okulu'nda okurken, bir hocamız, bu rahatsızlıktan söz etmişti bize ve milyonda 1 kadar görülür demişti..

Beyinden çıkan ve çene kemiklerinin bitiş noktasına kadar uzandığı söylenen bir sinirin arızasıydı o nevralji ve yaşlı hocamız, 'Çocuklar, bu rahatsızlık dayanılması çok zor bir rahatsızlıktır.. Birisine beddua etmek isterseniz, Allah sana trigeminus nevraljisi versin..' deyiniz, der ve biz de kendi aramızda, 'Bak sana Trigeminus Nevraljisi bedduası ederim..' diye şakalaşırdık.. Ama, ben yıllar boyunca o rahatsızlığı hiç görmemiştim.. Şimdi ise, aynı koğuştaydık. Sancı nöbetleri 8-10 saatte bir geliyordu, ama, geldiği zaman, adamcağız, başını duvarlara vurmakla rahatlamayı umuyordu..

Ermeni Mesrop ise, Adapazar'ında yaşarken, 7-8 yaşında, ailesiyle birlikte bir vapura binip Rusya'ya gitmek zorunda kalmış.. 'Ermeni patırtıları' denilen o acı günlerde..

Tarih okumuş, olan bitene kafa yormuş birisiydi..

Türkçeyi unutmamıştı.. Ermeni komitacılarının yaptıklarını da lânetliyordu, Enver ve Tal'ât'ı da.. 'Kendi vatanımızdı burası, asırlarca birlikte yaşıyorduk. Sonra, 'Daşnak'lar, 'Hinçak'lar çıktı ortaya.. Siz de yandınız, biz de yandık.. Olan Osmanlı'ya oldu.. Bak, İstanbul'dakiler kaldılar burada, biz Anadol'dakileri gönderdiler, dağıttılar her tarafa.. İstanbul'da kalan amca çocuklarımı 40 yıl sonra buldum.. Onlar burada rahatlar, fabrikaları var, paraları var, kiliseleri var, kimse karışmıyor.. Biz Rusya'da, Erivan'da kiliseye girmeye bile korkuyoruz, komünist rejim.. Gerçi, Stalin zamanı gibi sert değil, ama, yine de işte öyle..' diyordu..

Bir akşam, bir kandil gecesiydi, koğuşta sessizlik içinde radyodan Kur'an dinliyorduk..

Mesrop Efendi, biraz dinledi- dinledi.. Ve ayağa kalktı, koğuştan çıkarken, 'Havaya iki de mermi sıkacaksın, gözel hava..' dedi..

Anteb'li Hapishane Md. , 'Ne diyor bu gâvur.. Alay ediyor Kur'an'la.. Şuna iki tane aşkedeyim..' diye hışımla kalktı, 'Gel ulan gâvur, buraya!' diye seslendi. Hemen tuttum, adamı.. 'Dur bir dakka.. Adam ne olduğunu bilmiyordur belki..' dedim..

Mesrop korkarak geldi..

Bizimki , 'Ulan gâvur, Kur'an için ne diyordun?' diye hışımla sordu.

Mesrop Efendi, rengi sarardı, saygılı bir şekilde ve korkarak, 'Koran.. Koran!' diye korkuyla kekeledi.. 'Ben gözel gazel söylüyor zannettim..' dedi. 'Hristos'un başı için..' diye yemin etti.

Mesele anlaşıldı.. Konu tadlıya bağlandı.

*

Fanatik kemalist Emniyet Âmiri ise daha bir tuhaftı..

Ben hergün gazete getiren çocuktan 1-2 gazete alırdım, birisi Şevket Eygi'nin çıkardığı 'Bugün' olurdu.

Bizim Emniyet Âmiri olan hasta, Şevket Eygi'ye takmıştı.. 'Tecrübesizsiniz, sizi kandırıyor, burada dindar yazılar yazıyor, ama ben biliyorum onu, Beyoğlu'nda, mini etekli karısıyla dolaşıyor daima..' diyordu.

'Ciddî mi diyorsun?' dediğimde öyle yeminler ediyordu ki.. Ben yine inanmadığımı söylediğimde, kendi hanımının namusuna leke ifade eden yeminler ediyor, hanımı için, 'Eğer yalan söylüyorsam, …. olsun..' diyordu.

Bir gün nihayet, 'Bak, ağabey, öyle diyorsun, ama, ben kesinlikle biliyorum ki, Şevket Eygi evli değil ve evlenmedi hiç.. Günah.. Kendi aile namusun üzerine yeminler ediyorsun.. Bak, hanımın, yetişkin kızın ziyaretine geliyor, onlara iftira atacak duruma geleceğini niye düşünmüyorsun?' dediğimde: bu kez de, 'Evli değilse, metresidir..' demeye başlamıştı.. Dilin kemiği yok, demişler, öyle olmazsa, böyle..

Ama, aradan birkaç ay sonra o kişinin, bir psikolojik kriz ânında, evdekilerle boğuşurken mi, yoksa sonrasında mı, intihar ettiğine dair matbuata yansıyan haberleri okuduğumda, yine de üzülmüştüm.

Şevket Eygi'ye attığı iftiralara gelince..

Ben Şevket Eygi merhûmun, önceleri uzaktan; şahsen de yakınen tanıdıktan sonraki dönemde de yakından, bazı görüşlerine biraz mesâfeli durduysam da, yanlışını bile samimî bir kanaatle yaptığına inanırdım ve ömrünün sonunda kadar da öyle kaldığına eminim..

*

Hastahanede yatarken, günlerimi tabiatiyle boşa geçirmiyordum, okumak için zaman bulamadığım kitapları okuyordum.

O sırada Adolf Hitler ve arkadaşlarının özel hayatlarını, mücadelelerini;

Birinci Dünya Savaşı'nın Almanya'nın yenilgisiyle sona ermesi faciasının haberini,

Hitler'in bir askerî hastahanede gözlerinden yaralı vaziyette, Hastanenin içindeki küçük kilise'de bir Pazar âyini sırasında, kardinalden öğrendiği zaman, dünyasının başına yıkıldığını, koğuşuna gidip, yatağında, çarşafı başına çekerek annesinin ölümünden sonra ilk kez ve hüngür hüngür ağladığını;

nasyonal sosyalizmin ortaya çıkışını, savaşın suçlusu olarak cebhe gerisindeki Yahudi ve onların işbirlikçisi karaborsacılar olduğunun gösterilmesini;

Savaşta bir onbaşı olan Hitler'in, savaş sonunda Almanların ulusal kahramanları General Lüdendorf'u bile yanına çekişini;

Münich'deki büyük yürüyüşü ve gösteriyi; sonunda mahkûm olup hapse atılışını;

1933'de seçimle iktidara gelir gelmez, Hitler'in 15 yıldır sokakta olan Almanya'yı birkaç sene içinde nasıl ayağa kaldırdığını; Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda dayatılan Versailles Barış Andlaşması'nı yırtıp atışını.. 25 Ağustos 1939 tarihinde, Hitler Almanyası ile Stalin Sovyet Rusyası arasında özellikle Doğu Avrupa'nın bölüşülmesini;

Hitler'in 1 Eylûl 1939 günü Polonya'ya saldırarak 2. Dünya Savaşı'nı başlatışını;

(ki 1941 sonunda bu kez de Hitler'in bu kez de Stalin Rusyasına saldırıp Alman Ordularının, taa Hazar Denizi'nin kuzeyindeki Stalingrad (Volgagrad)'a kadar ilerleyişini;

Ve, 3. Reich'ın (Üçüncü İmpatarorluğun) zuhûr, yükseliş ve çöküşünü; (Ki, Alman tarihinde, Birinci İmparatorluk, 'mukaddes Roma- Germen İmparatorluğu, İkinci Reich ise, 1871- 1919 arasındaki ve Bismarck'la başlayan İmparatorluk; ve Üçüncü İmparatorluk ise, 1933- 1945 yılları arasındaki dönemdir);

evet bütün bu konuları çok ilginç şekilde anlatan, William Shirer'e aid ve o konudaki diğer eserlere nisbetle objektif kalabilmiş önemli eseri okumuş ve onu o konuda en sağlıklı kaynak kitab olarak kabul etmiştim.

Sanıyorum, hâlen de o sahada yazılmış en dürüstçe yazılmış eserlerden birisi olsa gerek..

*

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN