Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Eylül 21, 2020
Baş sorun: “Res cogitans” - “res extensa”

BAŞ SORUN: "RES COGITANS" - "RES EXTENSA"

-A-

Çalışmanın başlangıcından beri neyin sorulup soruşturulduğu; daha doğrusu, durmadan dönüp dolaşılıp üstüne varılan sorunun ne olduğu, az çok gün ışığına çıktı: Sorunun bir yüzü, aşağı yukarı Empedokles'ten beri, canlılarla uğraşanların zihnini çelegelmiş olan şey, canlı-olmayan madde ile canlı arasında 'yar' var mı, yok mu sorusuna işaret etmek; öbür yüzüyse, söz konusu 'uçurum'u bütün çabalarına rağmen, kafalarından bir türlü atamayan canlıları araştıranların, canlıyı özellikle yüzyılımızda nasıl dile getirdiklerini göstermektir.

Çalışmanın I. Bölümünde canlılarla ilgili çağımız canlılar bilimini omuzlamış teorilerin, az deney verisine, buna karşılık da pozitiv sonuçları doğurmaktan uzak birçok zihin kurgusuna dayanmış bulundukları görülür. Buradan hareketle, konusu gereği canlılar biliminin, hiçbir vakıt canlı-olmayan maddeyi inceleyen bilimler gibi, olaylara dayalı bir deney bilimi olamayacağı geniş çevrelerce benimsenmiştir. Bu sanıyı öncelikle yüzyılımızın başlarında ününün de etkinliğinin de doruğuna ulaşmış evrimöğretisi (Fr evolutionisme) pekiştirmiştir.

Aslında çıkışını on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru yapmış olan canlılar bilimi, günümüzde bir yığın meydana getiren deney verilerini yorumlayıp işlemek durumundadır. III. Bölümde kendilerinden bol miktarda örnek sunulan yanlışlanabilir, deney içerikli, birinci dereceden varsayımlar ile teoriler, canlıların özellikle molekül seviyesi hakkında bilim dünyasını kuşatıcı, sağlam bilgilerle donatmışlardır.

Bununla birlikte burada klasik sorun karşımıza çıkıyor: Zamandaş mutasyonlar, genetik kodun değişikliğe uğramasının mekanik sonucu mudurlar? Yoksa sırf, sözü edilen değişikliğin yol açtığı yanlışları düzeltmek içinmi olagelirler? Teknik terimlerle: İster temel basamakları isterse en karmaşık görünümleri dile getirsin, bir canlılar bilim önermesi, nedensellik ilkesinemi yoksa gâyeliliğemi dayanılarak belirlenir? İşte yeniden ana soru hevengimize döndük: Mekanikcilikm mi, teleoloji mi? Yoksa: İkisi bir arada mı bulunmalı? Bu sorunu, günümüzün biyoloji bilim teoricileri, önemli ölçüde çözmüşlerdir. Nitekim, biyokimya ile biyofizik alanlarına fizik-kimya yasaları uygulanırken, fizyoloji ile onun çeşitli dalları, ayrıca davranışbilim ile çevrebilim, fizik-kimya yasalarının yanında, bugün bir bilim ilkesi olarak benimsenen teleonomi şekliyle gâyeliliğe başvurmaksızın edemiyorlar artık.

Yalnız, teleonomi aracılığıyla soruna çözüm arayan biyolog, araştırma konusuna, kendinde sezdiği birtakım özellikleri, farkına bile varmadan katabilir. Hele örgütlenmiş varlık ile ortam arasındaki ilişkilere eğilirken araştırmacının, olaya kendi açısından bakmaması, elden geldiğince nesnel kalması, olağanüstü bir çabayı zorunlu kılar.

-B-

SORUN ÇÖZÜLEBİLİR Mİ?

Daha önce temâs ettiğimiz üzre, biyolojinin, öncelikle varlık/ontoloji sahasından kaynaklanıp bilim teorisine dek uzanan çetrefilliğini bir anlamda ertelemek ve canlılar bilimine sağlam zemin hazırlamak için burada iş görenler, canlılar olaylarını moleküler[i] seviyede araştırmaktadırlar. Çünkü şu ânki bilgilerimizce bir varolanı canlı kılan özelliklerin tamamı genlerde kayıtlıdır. Başka sözlerle, bir varolanı canlı kılan özelliklerin tümünü birleştirimlenen/sentezlenen proteinlerin[ii] yapısı sağlar. İşte genlerin muhâfaza ettiği bilgiler, birleştirimlencek/sentezlenecek proteinlerin yapısına ilişkindir. Birleştirimlenen proteinler sâyesinde canlı, kendi kendine kendini inşâ etmekte, böylelikle de canlı-olmayanlardan ayrılmaktadır. Şu hâlde protein birleştirimi/sentezi bir varolanın, canlı denilebilmes için gerçekleşmesi gereken şartlardan ilki ve en hayatî olanıdır. Protein birleştirimi/sentezi, canlıların temel birimlerinden kabul edilen hücrede meydana gelir. Hücre, çekirdeğindeki kromosomlar ile mitokondrisinde[3] taşıdığı genetik bilgiler uyarınca idhâl ettiği amino asitleri[4] sentezleyerek üretir. Proteini meydana getirmeyi olabilir kılan genetik bilgileri çekirdekteki kromosomların taşıdığı DNA ile mitokondri DNAsidini paylaşırlar. Sentezi oluşturan enzimlerin[5] yapıtaşlarını belirleyen kodlar, çoğunlukla kromosomlara kayıtlı durur. Daha küçük bir bölümüyse mitokondri DNAsidinde kodlanmış durumdadır. Kromosomlarca kodlanmış proteinler, hücreplasmasındaki[6] ribosomların üstünde meydana getirilip mitokondriye naklonurlar. Mitokondride kodlanan proteinlerse, mitokondrideki ribosomlar üstünde imâl edilirler. Protein sentezinin nasıl oluşacağına ilişkin bilgilerin yanında, hangi bilgilerin ne zaman kullanılıp kullanılmayacağına dair talimatları da yine DNAsidin taşıdığını Richard Dickerson dan öğreniyoruz.

"Bir bakteri[7] ketleyicisi (Ing bacterial repressor)" diyor Dickerson, "herhâlde,DNAsidin çift helezonundaki birbirlerini tamamlayan baz çiftlerinin ucunda ve amino asitlerde bulunan azot[8] ile oksigen[9] atomları arasında hidrogen[10] bağları oluşturarak işleticisini (Fr operateur) doğrudan tanır. Helezon, belirli bir protein tertibiyle tamamen uyuşur. Genetik denetimi belirleyen bilgi, şu durumda, üç boyutludur. Söz konusu bilgi, helezona ve proteinin zımnî yapısal özelliklerine doğrudan doğruya dayanır."

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Hayatın Anatomisi – Canlılar Bilimi Felsefesi – Evrim ve Ötesi' isimli kitabından alıntılanmıştır.)

Ş. Teoman Duralı

[i] Molekül: Latince moles, 'yığın', 'kütle' demektir. Moles, küçültme eki alarak moleculus olur; bu da, 'yığıncık', 'kütlecik' anlamına geldiğinden, molekül, düpedüz 'parçacık' demektir —bkz: Isaac Asimov: " Words of Science, and the History Behind Them", 191. s.

Aşağı yukarı on yedinci yüzyıldan beri kullanılan molekül ıstılahı, bugün, belirgin kimyevî yönleri bulunan bir maddeyi oluşturup her biri eş fizikî ve kimyevî özellikler gösteren bölünmez; bölünürse, özellikleri değişecek parçacıklar anlamını taşımaktadır —bkz: Oktay Sinanoğlu: "Fiziksel Kimya Terimleri Sözlüğü", 87. s.

Buffon, organik molekül ıstılahıyla, bütün bitkiler ile hayvanlarda bulunduğuna inandığı, canlı olup da daha fazla bölünemez, değişmez minik parçaları kastetmiştir —bkz: "Oxford English Dictionary", I. cilt, 1832. s., satır: 589.

[ii] Protein: İngiliz kimyacı ile hekim William Prout, 1827de yiyecekleri ilk kez şeker, yağ ile yumurta akı içeren üç çeşit öbeğe ayıran bilim adamıdır.

Yunancada 'şeker' demek olan sakardan gelen sakarin, şeker ile asidin eklenmesiyle şekere dönüştürülebilecek nişasta çeşitlerini içerir. Şekerlerin, nişastalar ile benzer bileşiklerin topaklaşmış hâline bugün 'karbonhidratlar diyoruz. Bu kelime aslında yanlış bir kavrayışın ürünüdür: Karbon atomlarına su —Y hüdor— moleküllerinin bağlandığı sanılmıştır. Düşünce tarihinde benzerine sık rastladığımız bir durum, galatımeşhur burada da karşımıza çıkmaktadır.

Prout'a göre yağlar, sıvıyağlar (İng oils) ile katıyağları (İng fats) kapsar. 'Yağ'ın Yunancası lipostur. Çağımız kimyacısıçin sıvıyağlar ile katıyağların topaklaşmasından 'lipit'ler oluşur. Aslında yakın zamanlarda bu ıstılah üstünde görüşbirliğine varılmıştır. Lipidin yanında lipoid ile lipin ıstılahları hâlâ kullanılmaktadırlar.

Üçüncü yiyecek türünde lipitler ile karbonhidratların içermediği azot atomları bulunur. Nitekim yumurta akı, azotu içeren yiyeceklere örnektir. İşte yumurta akının 'yüzü suyu hürmetine' bu azotlu maddeye albümin denilmiştir —Latincede albus, 'ak' anlamındadır. Besinin üç türüne albuminli maddelerin esâs oluşturduğunu deneyler ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle Alman biyokimyacısı Gerardus Johannes Mulder, 1839da albuminli maddelere protein (^proteios [Y 'ilk']) adını vermiştir —Isaac Asimov: " Words of Science, and the History Behind Them", 243. — 244. syflr.

[3] Mitokondri —tek: Mitokondrion, çoğ: Mitokondria. Istılah, Yunancada 'tel' anlamını taşıyan mitos ile 'kıkırdak' demek olan kondros (khondros)un küçültmeki kondrion (khondrion: 'Kıkırdakcık')tan vucuda getirilmiş ve ilk defa E. B. Wilson ın 1896da yayımlanmış "Hücre" başlıklı yazısında kullanılmıştır —bkz: "Oxford English Dictionary", II. cilt, 4021. s., satır: 51. "Mitokondriler, bakteriler ile mâvî—yeşil yosunlar dışında her hücrenin plasmasında değişen sayılarda görülen mikroskopik cisimlerdir. Çoğu 0.5 mikrometre genişliğinde olup pürtük, çubuk yahut tel şekillidir. Tel biçiminde olanların uzunluğu 10 mikrometre yahut daha fazladır. Mitokondrilerin çoğalma tarzı henüz tam bilinmemekle birlikte, bölünerek üredikleri sanılıyor. DNAsitle ve oksitlemeğe yarar birçok enzim sistemiyle donanmışlardır. Ayrıca hücrenin değişik işlerinde ATP şeklinde kullanılan enerjinin de sağlandığı merkezdirler" —bkz: M. Abercrombie, C. J. Hickman ve M. L. Johnson: "Dictionary of Biology", 179. s.

[4] Asit: "Tatlılığın, tuzluluğun, acılığın yanında, ekşilik, dört temel tattan biridir. Doğada ekşilikle çoğu kere ham meyvelerde, ama kimi zaman olgun olanlarda dahî karşılaşırız. Tarih öncesi çağlardan beri insan, dönmüş süt gibi, kimi sıvıların ekşidiğini tesbit etmiştir. Uzun süre bekletilen meyve suları mayalanarak şarap hâline gelirler. Daha fazla dururlarsa, ekşirler. Nitekim Eski Fransızcada 'ekşimiş şarab'a vin egre denilmiştir. Buysa Yeni Fransızcada vinaigre şeklinde yazılır; 'sirke' anlamına gelir.

'Ekşimek' fiilinin Latincedeki karşılığı acere (okunuşu 'akere')dir. Nitekim Eski Fransızcadaki egre de yine acereden kaynaklanmıştır. Acereden iki değişik kelime daha türemiştir: 'Ekşi' demek olan acidus ('akidus') ile 'sirke' anlamındaki acetum ('aketum'). Ortaçağda kimyacılar, özellikle ekşi maddelerle ilgilenmişlerdir. Keskin sirkenin, bir kısım madeni erittiği görülmüştür. Yine sirkenin etkisiyle önceden rastlanmadık birtakım kimyevî değişmeler baş göstermiştir. 1300lerde bu çeşit yeni ve daha kuvvetli kimyevî maddeler ortaya çıkarılmıştır. Madenler ile daha başka maddeler, etkinlikleri arttırıldığında en keskin sirkenin yapabileceğinden bile daha hızla eriyik hâle sokulabilmiştir. Gerçekten de bir kimya devrimine tanık olunmaktaydı. İşte böyle bileşiklere, en dikkate değer özellikleri ekşilik olduğundan, asit denilmiştir. Sirke ile meyve sularında organik asitler bulunur. Organik olmayan kaynaklardan son çağlarda elde edilebilen birtakım daha keskin maddelerse, madenî asitlerden oluşurlar.

Birçok başka örnekte gördüğümüz gibi, burada da çağımız bilimi, yeni tesbit edilmiş bir vakıaya eski bir ad takmıştır. Çağımızın kimyacısı için, bir proton yitirmeğe eğilimli her bileşik, asittir. Eğilim ortalamanın üstündeyse, tat ekşileşir; altındaysa, ekşileşmemekle birlikte, bileşik, yine de asid olur." —Isaac Asimov: " Words of Science, and the History Behind Them", 11. — 12. syflr.

[5] Enzim: "Vücudun, kendine yararlı kimyevî değişmeleri boşandıran belirli maddeleri ürettiği kanısı 1800lerin başında yer etmeğe başlamıştır. Mide suları, sözgelişi, eti ıslatıp hazmettiren maddeyi içerir. İngilizcede hazmetmeği karşılayan to digest, Latincedeki digereden kaynaklanmıştır. Bu fiilin di'li geçmiş zamanıysa digestumdur.

Önceleri mide sularının içerdiği hidroklorik asidin hazm olayına yol açtığı sanılmıştır. Ancak, 1835te Alman fizyologu Theodor Schwann, midenin, yine hazmettirici olup da hidroklorik asid olmayan başka maddeleri de salgıladığını bildirmiştir. Yeni tesbit ettiği bu maddeye Yunancada hem 'pişirme' hem de 'hazım' anlamlarına gelen pepsisten türettiği pepsin demiştir.

Bu tesbit, bilim çevrelerince ilkin şüpheyle karşılanmakla birlikte, zamanla tükürükte ve bağırsak salgılarında da benzer maddelerin bulunduğu anlaşılınca kabul görmüştür. Şeker ile nişastanın alkole dönüşmesi işini andırdıklarından, sözünü ettiğimiz maddelere maya denilmiştir. Bir sürecin bilima damları mayaların iki çeşide ayrıldıklarını sanmışlardır. Hücrenin dışında kalan ve eti hazmettirici hidroklorik asitten daha az esrarengiz olmayan kimyevî maddelerden hazım salgıları, örgütlenmemiş mayalar olarak kabul edilmiştir. Buna karşılık, alkolü üretenlerin, örgütlenmiş mayalar olduklarından ve yalnızca hücrelerde bulunduklarından, yaşama gücünü (İng lifeforce) barındırdıklarına inanılmıştır. Alman fizyologu Wilhelm Friedrich Kühne, Yunancada 'iç/inde' anlamına gelen en zarfı (yer yer öntakı olarak da kullanılmıştır) ile 'maya' demek olan zümeden 1878de türettiği enzimle, örgütlenmemiş mayaları adlandırmıştır. O, bununla örgütlenmemiş mayaların, örgütlenmişlere benzer biçimde davrandıklarını öne sürmek istemiştir. Alman kimyacısı Eduard Buchner, 1897de su katılmış arpayı öğüterek lapa hâline getirmiş, sonra bunu süzerek suyunu çıkarmıştır. Bu su ise, hâlâ mayalandırılabiliyordu. Buradan da mayalanmak için canlı hücreler ile 'yaşama güçleri'ne ihtiyâç bulunmadığı anlaşılmıştır. İster hücrenin içinde, ister dışında bulunsun, bütün mayalar, esâsta aynı olduklarından, onların hepsine günümüzde enzim deniliyor" —Isaac Asimov: a.g.e., 112. — 113. syflr.

[6] 'Hücreplasması' (sitoplasma, protoplasma): Sitoplasma ıstılahının sito~ öntakısı Yunancada 'oyuk', 'çukur', 'kap' anlamlarına gelen kütosa dayanmaktadır. 1850lerden beri canlılar biliminde hücreyle ilgili vakalar ile süreçleri dile getiren ıstılahlarda öntakı şeklinde kullanılmıştır —bkz: "OxfordEnglish Dictionary", I. cilt, 637. s., satır: 1308.

Hücrenin yaygın Avrupa dilleri, bilimlerde Latincede celladan (ce^ ke) türetilmiş ıstılahları kullanmaktadırlar: İngilizcede cell (ce^ se), Almancada Zelle (ze^ tse), Fransızcada cellule (ce^- se), Ispanyolcada celula (ce^ the), İtalyancada cela (ce^ çe), Rusçada kletka. Kök anlamı bakımından Türkçedeki 'hücre', Latincedeki cellanın tam karşılığıdır. Zirâ 'hücre' gibi, cella da 'odacık', 'gözenek', 'dar ve basık sığınak' demek.

Çağımız biyolojisinde hücre, canlı yapıların en temel birimi olarak kabul edilmiştir. Bu anlamdaki hücreyi Alman bilimadamlarından Matthias Jacob Schleiden 1838de, Theodor Schwann ise 1839da tarif etmişlerdir. Ancak, canlılar âlemindeki bu temel yapıyı ilk belirleyen İngiliz araştırmacı Robert Hooke'dur. 1665te mantar kesidinin resmini yayımlamıştır. Mantarın kesidinde tesbit ettiği dokudaki gözeneklere 'odacık', 'hücre' anlamında "cell" demiştir —bkz: "Der Grojie Brockhaus", XII. cilt, "Zelle" maddesi, 668. s.; ayrıca bkz: "D. T. V. — Atlas zur Biologie", I. cilt, Bölüm: "Aufbau der Zelle", 9. s.

Nehemiah Grew ise, 1682de basılmış "Bitkilerin Anatomisi" (" The Anatomy of Plants") başlıklı eserinde hücrelerden şöyle bahsetmektedir: "... Mikroskop, bitkilerdeki bütün... gözeneklerin, bir bakıma dairevî olduklarını göstermiştir; işte bu sonsuzca (İng infinite) küçük gözenekler, hücredirler..." —bkz: "OxfordEnglish Dictionary", I. cilt, 364. s., satır: 213.

Hücreyi dolduran ana madde, Yunancada 'ilk' anlamına gelen protos ve 'kalıplanmış' demek olan plasmadır. Bu bileşik adı 1840ta ihdâs edip tedâvüle sokan Çek fizyolog Johannes E. Purkinje olmuştur. O, hayvan embriyonlarının, protoplasmada oluştuğu görüşünü savunmuştur. Nitekim hayvanın sonraki bütün gelişme basamaklarının bu aşamadan neşet ettiğine bakılarak ileride beliren tüm oluşumların burada saklı durduğu kanâatı hâsıl olmuştur. Alman bitkibilimcisi Hugo von Mohl ise, 1846daprotoplasmanın, hücreyi dolduran ana madde olduğunu bildirmiştir. Bugün artık bu ana maddeye protoplasma, yânî 'ilkplasma' yerine, sitoplasma, demekki 'hücreplasması' denmektedir.

Her gerçek hücrenin ortalarında genetik malzemeyi barındıran 'çekirdek' (L nucleus) var. Nucleus sözü Latincede 'ceviz' demek olan nuxun küçültme şeklidir. Şu durumda nucleusun lafzî anlamı 'cevizcik'tir —bkz: Isaac Asimov: " Words of Science, and the History Behind Them", s. 246. s.

Çekirdeği kaplayan maddeye de çekirdekplasması (Y karioplasma) denir. Onu hücreplasmasından çekirdek zarı ayırır. Hücreplasmasınıysa, hücrenin dışında kalan nesnelerden ya —hayvan hücrelerinde— 'hücre zarı' (Alm Zellmembran; Ing cell membrane) ya da —bitki hücrelerinde— 'hücre çeperi' (Alm Zellwand; Ing cell wa.ll) tecrid eder —bkz: "D. T. V. — Atlas zur Biologie", I. cilt, Bölüm: "Aufbau der Zelle", 9. s.

[7] Bakteri: Anton Leeuwenhoek, mercekleriyle menî hücreleri ile alyuvarları keşfetmiştir. Çıplak gözün algılayamayacağınca küçük canlıları merceklerinin yardımıyla ilk gören odur. Maya hücrelerini de ayrıştırdıktan sonra merceklerinin irileştirebilirliğini alabildiğine uygulayarak bugün bakteri adıyla tanıdığımız döller ile tohumların ince yapısını 1676da tespit etmiştir. Hayvan dölü, klorofilden (Y khloros: Yeşil;füllon: Yaprak) yoksun olmanın dışında, bitki tohumunun hemen bütün özelliklerini paylaşmaktadır. Kendi başına yer değiştiremeyip sâdece serpilip çoğalabilmesine rağmen, döl, bitki değil. Çünkü az önce belirtildiği üzre, klorofili yok. Bu sebeple döl, klorofili bulunmayıp da organik maddelerle beslenen mantarlardan sayılmıştır. Günümüz sistematikcileri bunları artık ne bitkiler ne de hayvanlarla birlikte sınıflamaktadırlar. Bunu böylece kendi başına öbeklendirmektedirler. Döl aslında, çok anlamlı, dolayısıyla da bulanık bir ıstılahtır. Bellibaşlı şu anlamları var: Tomurcuk, cücük, dirim imkânı taşıyan en ufak temel nesne, cinsiyet hücreleri, embriyon... Buradaysa 'döl', dirim imkânını taşıyan minik nesneler anlamında kullanılmaktadır. Danimarkalı mikroskop gözlemcisi Otto Friedrich Müller, 1773te açıkca görebildiği minik yaratıklar arasında iki tip tesbit etmiştir: Basiller, Latincede 'çubuk' anlamına gelen baculusun küçültme şekli bacillus, yânî 'çubukcuk' ile 'sarmal' demek olan spirilladan meydana getirilmiş bir ıstılah. Renksemez (Ing achromatic) mikroskobun icâdıyla Alman cerrah Theodor Billroth, basiller ile spirillalardan da ufak canlılara rast gelmiştir. Bunlara Yunancada 'üzümsü' yahut 'çileğimsi yemiş' anlamına gelen kokkostan esinlenerek kokus adını koymuştur. Sonunda basillere yeni bir ad veren Alman bitkibilimcisi Ferdinand Julius Cohn'dur; 'bakteri': Yunancada 'çubuk' anlamındaki baktronun küçültme şekli bakterion (çubukçuk)dan. Ister bakteri, ister bitki, ister hayvan olsun, Fransız kimyacısı Louis Pasteur nıhâyet mikroskobik (minik boyutlu) canlıların hepsini mikrop —Yunancada mikros: Küçük, ufak; bios: Dirim, canlılık— ıstılahı altında derleyip toparlamıştır. Bugünse, 'mikroskobik canlılar'a 'mikrorganisma' ıstılahı yeğ tutulmaktadır. Pasteur ayrıca, mikrorganismalar ile değişik hastalıklar arasındaki bağlantıları tesbit ederek çağdaş bir bilim olan bakteriyolojiyi kurmuştur. Ancak, yine günümüzde 'bakteriyoloji'ye 'mikrobiyoloji' tercih edilmektedir —bkz: Isaac Asimov: "Guide to Science", II. cilt: "The Biological Sciences", 193. — 194. syflr.; ayrıca bkz: "Oxford English Dictionary'nin ilgili maddelerine.

[8][8] Azot: İlkin 1770lerde kimyacılar, havada iki çeşit maddenin bulunduğunu fark etmişlerdir. Bunlardan biri yaşatıyor, öbürüyse öldürüyor. Hayvanlar, kapalı fanusa yerleştirildikten bir süre sonra ölürler. Aynı şekilde, böyle bir yerde ateş yakılırsa, oradaki havayı tükettikten sonra söner. Bu vakıayı dıkkata alan İsveçli kimyacı Carl Wilhelm Scheele, diriltici, yaşatıcı olana 'ateşli hava'; öldürücü olanaysa, 'kerîh hava' demiştir. 'Ateşli hava' Scheele' nin, Joseph Priestley'den iki yıl önce keşfetmiş olduğu oksigendir. Ne var ki bu keşfin şanı şerefi Priestley'ye kalmıştır. Fransız kimyacı Antoine Laurent Lavoisier, sözü edilen 'kerîh hava'ya yeni bir ad takmıştır: Azot —Yunancada 'a~' yokluk bildiren öntakıdır; zoein ise, 'yaşamak' anlamına geldiğine göre; azot, 'yaşatmayan', 'yaşamaya elvermeyen' demektir. Bugün İngiltere ile A.B.D.nde azot yerine nitrogen terimi kullanılmaktadır —nitre, İbrancada netherden Yunancada nitrona, oradan da Latincedeki nitruma geçmiş bir öğe/element adıdır. Yine 'nitre-imâli' demek olan Yunancadaki nitropoiosa bugün nitrogen denilmektedir — Avrupadan yeni ıstılahlar idhâl ederken ne yazık ki doğru imlâlarını muhâfaza etmeyip bunların Fransızca telâffuzlarını benimsedik; bu da nitrogenin (nitre-üremesi) 'nitrojen' şeklinde yazılışında gördüğümüz gibi, iktibas edilmiş ıstılahların kök anlamını bulandırmaktadır. Almancada 'azot'a yahut 'nitrogen'e 'boğucu madde' anlamına gelen Stickstoff denilmektedir —bkz: Isaac Asimov: "Words of Science, and the History Behind Them", 202. s.; ayrıca bkz: "OxfordEnglish Dictionary", I. cilt, 1930. — 1931. syflr., satır: 162. — 164.

[9] Oksigen: Alman kimyacı Georg Ernst Stahl, maddelerin yanması yahut paslanmasıyla ilgili olarak aşağı yukarı 1700de bir teori geliştirmiştir. Maddelerinflogiston (Y 'yanınca yenilir') barındırdığını öne sürmüştür. 1774te İngiliz rahip ve kimyacı Joseph Priestley, bugün cıva oksidi diyebileceğimiz tuğla kırmızısı bir tozu incelemiştir. Söz konusu gaz, maddelerin yanışını havanın yapabileceğinden fazla hızlandırır. Yanan odun, bahsi geçen gazın bulunduğu ortama atıldığında, birden harlanır. 1777de Antoine Laurent Lavoisier, tutuşturulan bir maddenin, havada serbest hâlde bulunan bu yeni keşfedilmiş gazla birleştiğinde yandığını bildirmiştir. İşte bu önemli tesbitiyle Lavoisier, çağımız kimyasının atası unvânına lâyık görülmüştür. Ne var ki 'beşer şaşar' deyimi bu çığır açıcı bilimadamıçin de geçerlidir. Nitekim tuğla kırmızısı tozun, bütün asitlerde saklı durduğunu sanmış, bu yüzden de söz konusu maddeye, Yunancada 'keskin', 'batıcı', 'yakıcı', 'ekşi' ve nıhâyet 'asit' anlamlarına gelen oksüs ile 'üreten' demek olangenesi bitiştirerek 'oksigen' demiştir. Lavoisier nin bu 'galat'ı zamanla 'meşhur' olup on dokuzuncu yüzyıl başlarında Almancaya Sauerstoff ('ekşi madde') şeklinde intikâl ettirilmiş; Yirminci yüzyıl başlarındaysa Osmanlı Türkcesine 'müvellid'ul-bumuza' (müvellid: 'doğuran', 'üreten'; bumuza: 'ekşilik') biçiminde geçmiştir. Aslında bütün asitlerde saklı duran, 'hidrogen'dir —bkz: Isaac Asimov: "Words of Science...", 215. s.; ayrıca bkz: "Oxford English Dictionary", II. cilt, 2047. s., satır: 351.

[10] Hidrogen: İngiliz kimyacı Henry Cavendish, 1766da eğe talaşlarını asitle işlemek suretiyle ilk defa sistemli olarak gaz elde edendir. Temin ettiği gazın, ısıtıldığında yandığını görünce, buna "madenlerin yanabilir havası" demiştir. Yeniçağın ilk kimyacıları, gazın yanmasından ziyâde, yandıktan sonra saf su hâlinde bir sıvıyı artabırakmasına şaşırmışlardır. Aslında İlkçağ felsefelerinin birçoğuna maddenin, ateş, hava, su, toprak olmak üzre, dört ana unsurdan (İslâm felsefesindeki 'anâsırıarbaa') oluştuğu görüşü hâkimdi. Bunların belli kurallar çerçevesinde etkileşmelerinden maddelerin, böylelikle de bütün varolanların vucuda geldiklerine inanılmıştır. Nitekim Lavoisier de, Cavendish'in yeni keşfettiği 'yanabilir hava'nın, 'su bırakma' özelliğine bakarak İlk ve Ortaçağlardaki dört temel unsurun birbirine dönüşebilirliğiyle ilgili yaygın kanâatın hiç de öyle yabana atılmaması gerektiğini düşünmüştür. Sonuçta, 'suya dönüşebilir hava', daha doğrusu 'gaz' anlamında Lavoisier, hydrogene (Y hüdor: Su;genes: 'Üreten', 'doğuran') ıstılahını meydana getirmiştir. Söz konusu terim, Ondokuzuncu yüzyılda Almancaya Wasserstoff ('su maddesi'); Yirminci yüzyıldaysa Osmanlı Türkcesine 'müvellid'ul-mâ' şeklinde kelimesi kelimesine Fransızcadan tercüme edilmiştir. Günümüzde hydrogenein, renksiz, kokusuz, tatsız tuzsuz bir gaz olduğu bilinmektedir. Ayrıca, en hafif maddedir. Yanıcıdır. Oksigenle birleştiğinde de 'su'yu oluşturur. Molekül olarak çift atomludur —bkz: E. B. Uvarov, D. R. Chapman ve Alan Isaacs: "Dictionary of Science", 187. s.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN