‘Atom Bombası’nın 75. yıl dönümüne gelmişken..
*
Önce.. Kemâleddin Erbakan ağabeyin ardından..
13 Ağustos 2020 günü, bir ebediyet yolcusunu daha, Kemâleddin ağabeyi hayır ve rahmetler dileyerek uğurladık.
Kemâleddin ağabey Fatih'te diş tabibi idi. Ağabeyi (merhûm) Necmeddin Erbakan dolayısıyla yarım asır öncelerde başlayan âşinalığımız, hele de Millî Gazete'de 1975-78 arasında 3,5 yıl kadar süren yazı hayatım boyunca daha da derinleşmişti.
Müslümanların temel ilgi ve faaliyet alanlarıyla ilgili konularda sohbet ederken, bazı görüş ve tavsiyelerini dile getirir ve biz de ona, 'Âbi, bu sizin şahsî görüşünüz mü; yoksa, Erbakan Hoca'nın mı?' dediğimizde, 'İkisini de kabul edebilirsiniz.' diye karşılık verirdi.
Erbakan Hoca, İstanbul'da her zaman bulunmadığından, şimdiki gibi cep telefonu ve emsali iletişim imkânları da olmadığından; zaman zaman -ve bazan rahmetli Sedat Yenigün'le de- gidip, ona -ve dolayısıyla Erbakan Hoca'ya ulaştırılmasını istediğimiz- görüş ve eleştirilerimizi ifade ederdik. O da bizim bilmediğimiz bazı konularda da ilginç açıklamalar yapardı.
Bazan aykırı noktalara düşsek bile, aramızdaki bağ hep samimî ve kardeşçe idi.
Dergilerimizi, onun başında bulunduğu Millî Gazete'nin tesislerinde bastırdığımızdan, daha dizgi sırasında bile dergilerimizin muhtevâsından haberdâr olur, bazılarının kendilerini rahatsız edeceğini ve basılmasına izin vermeyeceğini söyler ve biz de sahife filmlerini toplayıp basım için başka matbaalara gitmek istediğimizde, ona da gönlü râzı olmadığından, dergilerimizin basımına engel olmazdı.
Aradan on yıllar geçti. 1980-2015 arasındaki 35 yıllık coğrafî kopuş sonrası dönüşümde, Kemâleddin ağabeyi yine eski heyecanı ve dikkati içinde buldum.
Elbette zaman hükmünü icra etmiş ve hareket etmekte bir takım zayıflamalarla karşılaşmıştı. Ama, yine de, konferanslara, sohbet toplantılarına katılıyor, bazı konuları enine-boyuna sohbet ve yayınları da dikkatle takip ediyordu. Bu arada, özellikle Erbakan Hoca ve etrafında oluşan birçok siyasî ve diğer insanî ilişkilerle ilgili, çoğumuzun bilmediği düşündürücü hâtırâlarının bir kısmı da Etrafındakiler -1- ismiyle Mahya Yayınevi'nce yayınlandı.
Son 1 yıldır hareketlerinde daha bir zayıflama olduğundan dışarıda pek görülemez olmuştu. Ve nihayet, dünya emanetini ezelî sahibine iade etti.
13 Ağustos 2020 Perşembe günü öğle namazını müteakib, Fâtih Camii'nde büyük bir kitlenin iştirakiyle kılınan cenaze namazından sonra, 92 yıllık fâni dünya yolculuğundan ebedîyet yolculuğuna çıktı. (Müslüman kesimlere şirin gözükmek için, yıllardır, ilginç yolları deneyen kemalist-laik bir siyasî hareketin liderinin, ismini de kocaman yazdırarak cenazeye gönderdiği çelengi merhûm Kemâleddin ağabey görseydi, herhalde, 'Biz Müslümanları böyle atraksiyonlarla kendisine cezbedeceğini sanıyor olmalı.' diye tebessüm ederdi).
Hizmetlerinden mahrum kaldığımız hüznünü derinden hissettiğimiz Kemâleddin ağabeye, çıktığı bu ebedî yolculuğunda Allah'u Teâlâ'dan hayırlar ve rahmetler; yakınlarına ve gönüldaşlarına sabırlar diliyorum.
*
Geçmişi hâtıraların ışığında değerlendirmeye çalışırken, geçmişin bugüne de etkin şekilde yansıyan taraflarına değinmekte fayda olsa gerek.. Meselâ, 'Atom Bombası...'
Bizim çocukluğumuz, özellikle de ortaokul yıllarımız, dünyayı tanımaya- anlamaya çalışırken, 'atom bombası'nın hikâyelerini dinleyerek- okuyarak geçti. Benim dünyaya geliş tarihim de, muhtemelen 'atom bombası'nın kullanıldığı zaman dilimine rastlıyor.
O konuya geçmeden önce, Star'da, 7 Ağustos 2020 tarihli ve 'Atom Bombası kullanan bir devlet, barbar bir devlettir...' başlıklı yazımı aktarayım:
*
Savaşları yok edeceği sanılıyordu; savaşmak hırs ve arzularını, savaş yöntemlerini tahmin edilemeyecek boyutlara taşıdı, geliştirdi.
Evet, çok korkunç ve vahşî bir bombadan söz ediyoruz.
*
6 Ağustos ve 9 Ağustos 1945 tarihleri, son yüzyılın en büyük facialarının yaşandığı iki önemli gün... Atom Bombası'nın beşer tarihinde ilk kez kullanıldığı ve Japonya'nın (hiçbir askerî birliğinin bulunmadığı bilinen) Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılan atom bombasıyla, ilk anda 300 bin, sonrakilerle birlikte yüz binlerce, hattâ milyonu aşkın insanın kavruluş ve milyarlarca insanın da rûhen esir alınış trajedisi...
*
O dönemde özellikle de Uzak Doğu'nun savaş alanlarında bulunmuş olan ünlü Fransız mütefekkir André Malraux, 'Atom bombası kullanan bir medeniyet, insanî değildir!' demişti. Düzeltelim; o barbarlıktır, medeniyet değil!.
Bazı biyoloji bilginleri de 'Çok derin aşk, muhabbet, nefret, düşmanlık ve korku gibi duygu taşkınlıklarının ve kırılmaların yaşandığı toplumlardaki insanların kromozomlarında, genlerde bünyevî değişimler, mutasyonlar olabileceğini ve bunun nesillerden nesillere intikal edebileceğini' ifade etmişlerdir.
Nitekim, atom bombası gibi korkunç bir silâhın tahribatını görüp ona sahib olmayı ve o sâyede zafer kazandığını ve gücün zirvesinde olduklarını düşünen ve gücetaparlığın bütün hallerini yaşayan Amerikan toplumunun da genlerine kadar sinmiş olan o tekebbür ve hattâ 'megalomani' ve firavunluk duygusunun, onlara, kendilerini 'yarı tanrı' sanmak gibi ruhî açmazlar verdiği ortada..
*
1995 yılında dönemin Amerikan Başkanı Bill Clinton'a, 'Mr. Başkan, siz Atom Bombası kullanan nesilden değilsiniz, hattâ, onun kullanılmasından sonra, 1946'da dünyaya geldiniz. O korkunç bombanın kullanılışının 50. Yılı'nda insanlıktan Amerika adına özür dilemek şerefi size nasib olsun!' dediklerinde, o bu davete önce sıcak bakmıştı.. Ne de olsa, 1965'lerde Amerikan emperyalizminin Vietnam'daki kanlı Savaşı'nı protesto eden gençler arasında olmanın izlerini taşıyordu.
Ama, o, artık o emperyalist sistemin başında bulunuyordu. 'Ama, o bomba kullanılmasaydı, belki de milyonlarca insan daha ölecekti!' gibi te'villere tutunup, özür dilemekten kaçındı.
*
Şimdi.. 75 yıl geriden bakıldığında savaşı durdurmak için atom bombasının kullanılması gerçekten de, gerekli miydi?
Hayır!
Çünkü, yerle bir olan Hitler Almanyası, 8 Mayıs 1945 günü, kayıtsız-şartsız teslim olmuştu.
Japonya ise, 'Güneş Tanrısının Oğlu' diye kutsadıkları imparatora hiçbir zarar verilmeyeceğine söz verilmesi şartıyla, savaşı durdurabileceğini bildirmek üzere eski bir Japon Başbakanı'nı Moskova'ya gönderiyordu.
Stalin Sovyet Rusyası, kapitalist Amerika'nın müttefikiydi savaşta.. Ve barışın tesisinde son noktayı koyması, Stalin'i daha da güçlendirecekti. Çünkü, 1905'de gemilere binip Rusya sahillerine çıkarak Rusya'ya ağır bir yenilgi taddırmış olan Japonya, 40 sene sonra şimdi Rusya'dan yardım dileniyor durumundaydı.
Bu tablo da Amerika için hiç sevimli değildi.
Amerika, barışı, başkasının yardımıyla değil, bütün dünyayı da şoke edip esir alacağını düşündüğü ve elinde henüz denenmemiş olarak duran 'atom bombası'yla, yani karşı konulamaz gücüyle elde etmek istiyordu.
*
B. Amerika'nın 1933'den beri iktidarda olan tekerlekli sandalyeli başkanı Roosvelt, savaşın son aylarında vefat etmiş ve yerine Başkan Yard. Harry Truman, geçmişti.
Truman, 'çok ince ve humanist' düşünceli bir kişiydi (!?)
Nitekim, 6 Ağustos 1945 sabahı, bir savaş gemisinin güvertesinde sabah törenini izlemiş ve o sırada bando takımından bir astsubayın serçe parmağının kırılmasından çektiği acı Başkan'ın yüz hatlarına da yansımıştı.
*
Truman, o sabah, güvertede, şezlongunda yarı uzanmış vaziyette gazetelere göz atıyordu. O sırada heyecanla beklediği haber verildi kendisine..
Başkan'ın günlük söz ve hareketlerini kaydetmekle vazifeli sekreteri, verilen haber üzerine Truman'ın, bünyesinden güçlü bir elektrik cereyanı geçmişçesine ve havaya fırladığını yazmıştır. Çünkü, haber, beşer tarihinin ilk atom bombasının Hiroşima üzerine 'başarı'yla atıldığını bildiriyordu.
O ilk anda, Hiroşima'da 100 bine yakın sivil insan bir anda kavrulmuştu.
Ve 'çok ince ruhlu, hümanist düşünceli' Truman, çok insanî (!) bir hassasiyet ve tevâzu (!) ile, savaş gemisinin revirine giderek, serçe parmağı kırılan assubayı ziyaret etmek 'büyüklüğü'nü gösteriyordu.
Dünya ise, Hiroşima'da ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, konu iyice anlaşılsın diye, 3 gün sonra 9 Ağustos'ta da Nagazaki, Hiroşima'nın kaderini paylaşıyordu.
İlginçtir, ilk bombayı atan pilot, ne yaptığını sonra öğrenmiş, insanî vicdanına yenik düşmüş, aklını yitirmiş, 1967'de bir akıl hastanesinde ölmüştü.
İkinci pilot ise, 'Bugün olsa yine aynı şekilde yapardım...' demişti.
İkisi de sûreten insandı, ama, birisinde en azından bir vicdan olduğu, diğerinin ise Truman'dan farkının olmadığı açık..
*
Amerika artık karşı konulamaz bir güçtü..
*
'Afro-Amerikan' kökeniyle ilk siyahî başkan olan Barack Hussein Obama ilk Başkanlık aylarında, 2009'larda, İstanbul ve Prag'da yaptığı konuşmalarda, 'Birilerinin elinde nükleer silâh varsa, başkalarının elinde olmamasını istemenin bir mantığının olmadığını' söyleyebiliyordu, haklı olarak... Ama, onu o makama oturtan sistem, sonra o sözünü bir daha etmemesini sağlamıştı.
Ve bugün, bu korkunç nükleer silâhlar resmen 9 ülkenin daha elinde var.
Olmayanlar da, paraları yetmediğinden yapamıyorlar; yoksa, teknolojik yetersizlikten değil..
Bugün, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, ellerindeki nükleer silah bulunan devletlerin hemen hepsi de, düşmanlarının ve hattâ bütün insanlığın kendileri karşısında eğilmek zorunda oldukları duygusuyla daha bir firavunlaşmaktalar..
Hiroşima ve Nagazaki'nin, Keşmir'in, Filistin'in, Cezayir'in, Afganistan'ın, Halebçe'nin, Bosna'nın, Kosova'nın, Çeçenistan'ın, Vietnam'ın, Karabağ'ın, Suriye'nin, Irak ve İran'ın ve Moro'nun, Kamboçya'nın, Yemen'in ve Ruanda'nın günahsız -milyonlarca çocuklarının ve daha nice yerlerdeki, kadın-erkek, mâsum ve savunmasız sivil milyonların hâtırası önünde eğiliyor; Truman, Stalin, Churchill, Hitler, Mussolini ve daha nice zamâne fir'avunlarına ise lânetlerimi tekrarlıyorum.
*
Mazlumların 'âh'ı, nice firavunların saraylarını başlarına yıkmıştır; bu ezelî sunnetullah devam edecek ve mazlûmlarla zâlimlerin hesaplaşması, geçmesi olmayan bir Hesab Günü'nde de görülecektir.
**
Evet, geçmişi değerlendirirken, o geçmişe dair bu yazıyı buraya da aktardım.
Ancak, bu vesileyle 'Atom Bombası'nın benimle daha yakın başka bir ilgisine de değinmeliyim..
Bizim Karadeniz köylerinde, doğum ve ölümler, hattâ evlilik kayıtları bile çok sonralarda ve muhtar şehre gittiği zaman, resmî makamlara bildirilirmiş ve hattâ bildirilmezmiş.
Benim doğum tarihim de bu yüzden tam olarak bilinemez. 'Ölür bu..' diye yıllarca nüfusa yazdırılmayıp; ölmediğim görülünce de 1948'de nüfusa yeni doğmuş gibi kaydedilmiş bir çocuk düşünün.
İlkokulu bitirdiğimde, 'Sana diploma veremeyiz, çünkü sen henüz 8 yaşında gözüküyorsun..' dediler.. Nüfusa geç yazılmanın cezası var.. 1942 yılında doğmuş ve vefat etmiş bir çocukları varmış, beni onun yerine yazmışlar. Ama, ağabeyim 44 doğumlu..
Bunları niye mi anlattım?
Rahmetli anama, sorardım.. 'Oğlum, 'atum bombası' mı ne, bir şey vardı.. Ondan önceki zemheri ayında mı, yoksa sonrakinde mi , işte o zaman..' derdi, yani çok sağlam ipuçları verirdi.
Samsun'in Kavak ilçesinin dünyadan kopuk bir köyünde, okul yok, elektrik yok, radyo yok, hattâ sağlıklı içme suyu bile olmayan bir köydeki ve okuma yazması da olmayan bir anadan daha derin tarih bilgileri mi bekliyecektim?
*
Zemherir (veya merhume anamın deyimiyle zemheri), kışın en soğuk günleri olup, Aralık'ın ayının sonu ile Ocak ayının ilk haftaları.. O zamanki deyimle 'Kanun-ı evvel ve kanun-ı sâni' aylarında..
Ve ben anama, 'Ana, hem meteoroloji uzmanı, hem de dünya tarihini bilen birisi gibi konuşuyorsun..' dediğimde, rahmetli, 'Onlar ne demek?' derdi.. (Bu konuya devam ederiz inşallah…)
Selahaddin E. Çakırgil
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.