Aziz cemaat, Başvekil de aramızda…
Evet, kendi coğrafyamız dışımızdaki dünyada olup bitenleri anlamaya çalışıyoruz. Dışarıda bu gelişmeler olurken, ülke içinde de ilginç gelişmeler ortaya çıkıyordu.
İçerde Süleyman Demirel, 4. Cumhurbaşkanı Org. Cemâl Gürsel'in girdiği bir koma halinin aylarca sürmesi üzerine, onun yerine, hiç problem oluşturmaksızın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay'ı cumhurbaşkanlığına seçtirecek kadar güçlü olduğunu göstermişti, 1966 yılında..
Ordu bu makam bağışlanmasıyla, darbecilik şeklindeki 'yeniçeri hastalığı'nın ateşinden biraz kurtulur gibi olmuştu. Çünkü, kendilerinden birisi Cumhurbaşkanı olmuştu. (89'larda Turgut Özal partisi ANAP'ın Meclis'teki ekseriyetine dayanarak kendisini C.Başkanı seçtirirken, Demirel, eski yardımcısı Özal'a kızgın olduğundan onun köşk'e çıkmasına karşı idi. Özal ise, 'Kafasını çalıştırsaydı da, 1966'da kendi partisinin Meclis'teki kesin ekseriyetine dayanarak kendisini C.Başkanı seçtirseydi..' deyince, buna karşı Demirel de, 'Bu lafı bugün söylemek kolay.. O günlerin dârağaçları altında siyaset yapılan şartlarını göz önüne almayanlar böyle atarlar işte..' diyordu. Haksız da değildi. Çünkü, 1950-60 arasında 10 yıl başbakanlık yapan ve milletin büyük kesimlerine -hele de CHP'nin 1923-50 arasındaki 27 yıllık 1 ve 2'nci Şefler diktatoryasından sonra, 1950'de yapılan ilk ve kısmen serbest seçimlerle hükümetin başına gelen Başvekil Adnan Menderes ve 2 Bakan'ının, Yassıada'da kurulan uyduruk bir mahkemede yargılanıp idâm edilişi üzerinden henüz 5 sene geçmişti.
*
Demirel tek başına iktidara gelecek kadar bir halk desteğine sahip olduğunu, sanırım işin başında unutmadı... Hattâ, 1966-67'lerde bir bayram sabahı radyodan yaptığı konuşmada bir vaaz hocasının bile yapamıyacağı derecede, Müslüman halkı memnun eden güzel bir konuşma yapmıştı. Sabahleyin de, daha önce halkın görmediği derecede Bayram namazı için İstanbul'un büyük câmilerinden birine gitmişti. Bu durum, küplere bindirmişti atatürkçü- laikleri... (Çünkü, Adnan Menderes'i halk severdi, ama onu da namazda görmemişti halk..) Halk işte bunun için Demirel'e daha çok sahip çıkıyor ve onu seviyordu.. Halkın ekonomik sıkıntıları da geçmişe göre biraz hafiflemişti... Halk kendi içinden ve kendi değerlerine yabancı olmayan yöneticilere olan hasretle Demirel'e yakınlık duyuyordu.. Nihayet, Isparta'nın İslâmköyü'nden Hacı Yahya Efendi ve Ümmühan teyzenin çocuğuydu ve onların İslâmî kimlik ve duruşları ve asil ve sâde ve mütevâzî yaşayışları, Anadolu'nun ortalama bir örneğini oluşturuyordu.
Düşünülsün ki, 1968'deydi, bir Cuma günü Sultan Ahmed Camiinde namazdayız. Minberde Gönenli Mehmed Efendi hutbe okuyor. Hutbenin bir yerinde durakladı Gönenli Hoca, sesi heyecanlı ve ağlamaklı bir halde, 'Aziz cemaat; nereden nereye geldik.. Bakınız bugün burada Başvekil de aramızda ..' dedi... Halk o zaman anladı, Demirel'in camide , kendilerinin arasında olduğunu...
*
Ama, Demirel'in o günlerde, açıklanmayan bir askerî kıpırdanışı, darbe teşebbüsü benzeri bir durumu atlattığı sonralarda anlaşılacaktı.
Bu durum, Demirel'i işkillendirmiş, ürkütmüştü herhalde.. Ve, en başta da kemalist-laik ve masonik güçlere yakın durması gerektiğini düşünmeye başlamış gibiydi.
Halbuki, o günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı'na getirilen İbrahim Elmalılı hoca da halk arasında, hakezâ ulemâ ve Diyanet çevresinde sevilen ve desteklenen bir isimdi.
Ulemâ'dan olup Ömer Nasûhî Bilmen çapında bir yeriolan isimler artık hayattan çekilirken İbrahim Elmalılı Hoca bir boşluğu dolduracak çapta görülüyordu.
*
Ama, Elmalılı Hoca'nın Diyanet İşleri Başkanı olarak Kuzey Afrika ülkelerine yaptığı resmî ziyaret, laik kesimi dehşete düşürmüştü. Çünkü, oralardaki müslüman halkların, Elmalılı Hoca'yı, 'Osmanlı geri dönmüş.. Şeyhulislam gelmiş...' diye heyecanla istikbal etmesi, Avrupa devletlerinin pençesinden kurtulacakları ümidini de uyandırıyordu o halklarda.. İçerdeki laikler de aynı şekilde huzursuzdu.. 'Bu adam kendini ne sanıyor?' diye yazılar matbuatta görülmeye başlamıştı.
Ama o sırada Rafet Sezgin isimli bir Bakan, laiklerin gönlünü serinletti.. 'Diyanet İşleri Başkanı Tapu-Kadastro Gn. Müdürü'nden farksızdır...' deyivermişti. Birr Bakan'ı tarafından dile getirilen bu sözün, Demirel'in bilgisi dışında söylenemiyeceği anlaşılıyordu. Matbuat âlemi genelde memnundu. Ama, Anadolu'daki sessiz büyük çoğunluk rahatsızlanmaya başlamıştı.
Ve o havada, Elmalılı Hoca, Diyanet İşl. Başkanlığı'ndan alınıverdi. Laik kesim gücünü göstermiş olmanın gururunu yaşıyordu.
Bu durum, halk içindeki rahatsızlığın Adâlet Partisi'nin Anadolu'daki teşkilatlarına da yansımasına yol açtı ve Süleyman Demirel'in 1964'de Adalet Partisi'nin Başkanlığına gelirken hakkında yapılan 'masonluk' suçlamalarını yeniden gündeme getirdi.
Olabilir miydi?
İslâmköylü, Hacı Yahya Efendi'nin ve asil tavrıyla, kıyafetimi değiştirmeden, İslâmköy'deki haliyle heybesine, bulguru, peynir, çökelek, tarhana vs. ne varsa Ankara'ya oğlunu görmeye gelen ve laik matbuatın şaşkınlığını üzerinde topladıkça halkın kendisinden daha bir memnun olduğu Ümmühan Teyze'nin oğlu Süleyman Demirel, 'laik-masonik çerçevelerle daha sıkı dayanışma içinde olmak' gerektiğini, iktidarını korumak için de olsa düşünmüş olabilir miydi?
Bu ihtimal, parti içindeki muhafazakâr isim ve kesimleri derinden rahatsız etmeye başlamıştı.
Hattâ öyle ki, rahatsızlıklara aldırmayan bir Demirel profili belirmeye başlayınca, AP içinde oldukça etkili oldukları düşünülen muhafazakâr kesimlerin çaresizlikleri görülüyor, ve bu durum, 'Gerekirse ayrılırız..' gibi tehdidâmiz sözlerin söylendiği fısıltılarıyla daha bir büyüyor ve Demirel de geri adım atmak yerine, 'Gangrenli bir uzuv varsa, bedenin sağlığı için o kesilip atılır.' diyordu.
*
O sırada diğer bir tartışma konusu ortaya çıktı. Şöyle ki; Rusya başbakanı Kosigin Türkiye'ye gelmişti; Müslümanlar Ramazan'daydı.
Demirel misafirine gün ortası bir ziyafet verdi ve kadeh kaldırdılar.
Bu durum, halk kesimleri arasında sert eleştirilerle karşılanınca, Demirel, 'Benim iki kimliğim var, evet bir Müslümanım, ama, bir de laik cumhuriyetin başbakanıyım..' gibi bir açıklama yapınca, devreye Necîb Fâzıl'ın 'Büyük Doğu'su da sert şekilde giriyor ve, 'Sen iki yüzlü, iki ayrı şahsiyeti olan birisi misin, ve senin laik değerlerin, inancıncan önde mi gelir yani?' diyordu.
O sırada Denizli'de müftü olan Sami Arslan isimli bir genç bir hocanın yazdığı cep kitabı eb'âdındaki, 'Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı..' isimli eseri piyasaya çıkınca fırtınalar estirdi! A'râf Sûresi'nin 155. âyetinden 'İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allah'ım?' meâli de kapaktan verilmişti.
Genç nesilleri Anadolu'da oldukça etkiledi bu kitap...
*
1969 seçimleri o havada yapıldı. AP içindeki 'muhafazakâr' denilen isimlerin Demirel'i frenleyemiyecekleri anlaşılınca.. Prof. Necmeddin Erbakan devreye girmeye karar vererek, Adalet Partisi'ne üye kaydını yaptırdı ve aday olduğunu açıkladı, Konya'dan. Ama, Demirel onu 'veto' etti, o da hemen, 'Bağımsız' olarak katıldı seçimlere. İbrahim Elmalılı ise, eski darbeci generallerden Cemal Tural'ın hanımının liderlik yaptığı MP'den Konya aday oldu.
Hem Erbakan 'bağımsız' olarak seçildi, hem de İbrahim Elmalılı MP'den.
Elmalılı Hoca'dan bir daha ses-soluk pek çıkmadı.
Erbakan ise, yanına Tokat AP m.vekili İmam-hatib Okulu öğretmelerinden Huseyin Abbas ve Isparta'dan ve 'nurcu' denilen kesimden AP m.vekili seçilen Av. Hüsameddin Akmumcu'yu yanına çekerek, MNP'yi, 'Millî Nizâm Partisi'ni kurdu. Meclis'de 3 kişilik bir çekirdek oluşmuştu ve bu çekirdek, Meclis'te hakaretsiz, kavgasız, mâkul eleştiriler ve mâkul çözüm yolları gösterilerek, gerçek bir muhalefetin nasıl olacağını sergiliyorlardı.
*
Bu arada kendi hayatıma dair birkaç özel konuya da değinmek, o dönemin el yordamıyla da olsa kavranmasına yardımı olabilir belki...
*
Isparta, İzmir ve Malazgirt'te tamamlanan 24 aylık askerlikten sonra, evlilik ve sonra da tâyinimin çıktığı Diyarbekir'de Hıfzıssıhha Enstitüsü'nde, 'mikrobioloji ve biokimya laboratuarı'nda vazifelendiriliş.... (Sağlık Meslek Okulu'nda da bu alanda yetiştirilmiştim.)
390 lira maaşla.. Bereket ki, hanım, dayı kızı olduğundan, hayatın sıkıntılarına, yokluklarına tahammül edebilecek bir ortak yoksulluktan geliyordu.
(2016 başında vefat eden) kardeşim Kadir'i de yanımıza alıp, Diyarbekir'e gitmiştik. Kadir, henüz 9 yaşındaydı.
(Benim ısrarla Diyarbakır demeyişim sanırım anlayışla karşılanır. Asırlardır Diyarbekir olarak bilinen bir tarihî şehrin adını birileri çıkıp 'Buranın adı Diyarbakır olsun..' dedi diye, onun tahammül edemediği ismi hemen atacak değilim..)
Diyarbekir'de daha önce uzun boylu kalmamıştım. Bir-iki günlük yolculuklar sırasında bulunmuştum bu şehirde. Daha önceden, Diyarbekir'li arkadaşlarım vardı, elbette. Şimdi daha uzun süreli olarak ve bir tayinle Diyarbekir'e gelince artık daha yakından tanımak imkânı bulmaya başlamıştım, sık sık ilginç sahnelerle karşılıyordum...
*
Diyarbekir'de, İstasyon'un öte tarafı, çamur deryası durumunda ve yeni yeni yerleşim birimleri oluşan Bağlar semti idi. Bu bölge düzensiz olarak genişliyordu. Orada 90 liraya iki odalı küçük bir ev tutabildim.
Hıfzıssıhha Enstitüsü bütün bölgenin sağlık hizmetleriyle ilgilendiğinden, Diyarbekir'in ilçeleri ve Mardin, Adıyaman Siirt, Batman gibi çevre illeri de bizim vazife ve sorumluluk alanımıza giriyordu.
Diyarbekir, sonraları kendisine musallat olmaya çalışan önemli etnik hassasiyetlerden uzak idi.
İlk yıllarda sanırım Hazro veya Lice idi.. Orada kendi yaşıtım olan gençlerle sohbet ederken, bir genç geldi ve 'Nereden gelmiş, Batı'dan mı? Ne işi var burada, gitsin memleketine, orada hizmet etsin.' gibi laflar edince, bir tuhaf olmuştum. Ama, oradaki gençlerin hemen tamamı onu hemen susturup ayıplayınca, o da oradan, eli boş, başı eğik olarak uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Bu hassasiyetten de İslâmî dünya görüşüm adına sevinmiştim.. Herhalde bugün, o bölgelerde, öyle bir söze itiraz edecek kadar yürekli kimse az bulunur. Çünkü, laik rejimin 80-90 yıla varan çarpık uygulamalarından istifade ederek, Müslüman halkın arasında etnik düşmanlıklar oluşturmak isteyen şirretli kimseler o zamanlar çok az idi ve onlara karşı çıkanlar karşısında hayal kırıklığına uğruyorlardı. İnşaallah, aynı ülkedeki hiçbir etnik unsur diğerinden üstün görmeyen İslâmî kardeşlik duygularımız 50 yıl öncelerdekinden daha da güçlü olarak insanlarımızın beynindeki- kalbindeki tahtına çok daha güçlü olarak geri döner.
*
Diyarbekir surlarla çevrili olduğundan, (Ki, 11 km. uzunluğuyla Çin Seddi'nden sonra dünyanın en uzun surları imiş..) Şimdi 'Sur ilçesi' diye isimlendirilen ve asıl Diyarbekir olan Suriçi'nden çıkış için muhtelif kapılar vardır. Mardinkapı, Urfakapı, Çiftkapı, Dağkapı, Tekkapı, İçkalekapısı... vs.
Hıfzıssıhha Enstitüsü, Melik Ahmed semtinden İstasyona doğru giderken Urfakapı'dan çıktıktan 500 metre kadar solda, Devlet Su İşleri Bölge Md.lüğü'nün köşesinden sola, Şehidlik'e doğru sapılır ve 300 metre kadar ilerde, sol kolda idi. Yeni nesil bu 'Hıfzıssıhha'nın mânâsını bile anlamakta zorlanıyor bugün. 'Sıhhatin Korunması' mânâsına gelen bu arabça ismi taşıyan kurum, kısaca bir 'Halk Sağlığı' kurumu idi; yani bir tedavi kurumu, bir hastahane değildi.
Kuduz veya kolera aşıları başta olmak üzere, koruyucu hekimlik sahasında çalışmalar, Gıda maddelerinin tahlilleri, kan tahlilleri, alyuvar-akyuvar sayımları, sedimentasyon ölçümleri.. Kan şekeri, kanda üre mikdarının ölçümü, idrar tahlili, antibiotik testleri, Gebelik testi, diğer tıbbî tahliller, vs. yapılırdı.
Ayrıca bir Kan Merkezi de vardı bu Enstitü'de. Özellikle silahlı yaralamalar çok olduğundan, kan ihtiyacının karşılanması açısından önemli bir hizmet ifâ ediliyordu.
Ancak halkın kan bağışlaması alışkanlığı yoktu. Sadece kendi hastalarına kan lâzım olduğunda, kan bulunmazsa, şikayet ederler, ve 'Devlet burada kan bulundurmak zorundadır...' derlerdi. Ama, biz kan grubu önceden belirlenmiş olanlardan, gerektiğinde kan bağışında olabileceklerin ve adreslerini bildirenlerin listesine sahib idik. Bu bakımdan, kan için kıvranan insanlara, o gibi kişilerin, varsa tlf. numaralarını veya ev adreslerini verir, 'Onlarla irtibat kurunuz, ikna ederseniz, biz kanı alır ve size veririz; ama, o kan vericileri bulmak ve râzı etmek konusunda bizim yapabileceğimiz bundan fazla bir şey yoktur..' derdik.
Düşünün ki, o bölgede sayıları bir hayli olan bir köyağasının genç oğlu, bir kazâ veya kavgada bir şekilde ağır yaralanmış, âcil kan ihtiyacı var.. O kişi veya adamları o adreslerle irtibat kurarlar, onları râzı ederlerdi. Böyle bir yöntem geliştirilmiş.
O 'donör/ verici'lerin nasıl râzı edildiği bizi ilgilendirmezdi elbette. Bağışçı bize gelir ve Kan Merkezi'ne kan bağışında bulunacağını bildiren bir form/belge imzalar, biz de 350 cl. (santi-litre, yani bir litrenin yarısından daha az bir mikdar) kan alır, ihtiyaç sahiblerine de 38 liralık resmî makbuz karşılığında verirdik. O kişiler onu hemen (Dağkapı'nın ilerisinde, yani 2-3 km. uzaktaki Devlet Hastanesi'ne ulaştırırlar ve kan hastaya nakledilirdi.. Ama, bazı şeyler duyardık. Mesela, o kan bağışlayanlardan bazılarının, hasta sahiplerinden 2,500 -3 000 bin liraya yakın para alanlar bile olurmuş. Bir memur maaşının ortalama 450-500 lira olduğu hatırlanırsa, iyi bir paraydı, bu...Neredeyse, bir buzdolabı parasıydı. Hele bir de, '0 (Sıfır)' kan grubu az bulunduğundan, onlar daha da fazla para alırlarmış.. (Bu vesileyle belirtelim ki, 4 adet kan grubu vardır: A, B, 0 ve AB.. Bunlardan A Grubu, A, 0 ve AB grubundan; B Grubu, B, 0 ve AB'den; AB grubu, A, 0, B ve AB'den kan alabilir; 0 grubu ise, 0 grubundan başka hiçbir kan grubundan kan alamaz, ama, hepsine verir. Bu bakımdan, 0 (Sıfır) grubu az bulunur.. AB ise, her grupdan alabildiği için ihtiyaç ânında temin olunması daha kolaydır.)
*
Bir gün, ilginç bir sahne yaşandı...
Urfa- Siverek taraflarından bir yaralı için kan lâzım olmuş. Bir kan dâvasında bir köyağasının oğlu ağır şekilde vurulmuş. Kan lâzım, ama bulamıyorlar. Bizim kurumda çalışan arkadaşlardan birisin kan grubu tutuyordu. Ona yönlendirildi. O arkadaş , o kişinin zengin bir ağa olduğunu hissetmiş veya biliyormuş.
Kan bağışlayacağını söyledi. Arkadaşlar, ona, 'Yeterli kadar aldın mı?' diye sorduklarında, o, 'Ben para için eğil, insanlık için veriyorum...' gibi bir hava atmış.
Biz kanı aldık, ihtiyaç sahibi adama, 'Git, vezneye 38 lira yatır, gel..' dedik. Adam zâten acelesi var, kıvranıyor; hemen gitti, parayı yatırdı vezneye ve makbuzunu getirdi.
Biz de, kan şişesinin gönderilmesi için gerekli teknik işlemlerle meşgulüz. Adamın kan bağışlayana bir şeyler vermek gibi bir tutumu yok adamın. Belki de aklı-fikri, güç durumda olan oğluna bu kanı bir an önce ulaştırmakta. Başka bir şey düşünmüyor. Kan veren personelimiz ise, henüz masada yatıyor, ama, gözü de ağada. Oradaki müstahdemlerden birisi, o ağaya, kan bağışçısına da bir şeyler vermesi gerektiğini kürdçe olarak fısıldayınca. Adam, 'Haa öyle mi..' diye cebinden bir 20 liralık çıkarıp verince, o müstahdem, bunun çok az olduğunu söyleyince, 'Haa, öyle mi?' deyip bir 20 lira daha veriyor..
Bizim personel'in kan tepesine fırlıyor.
Bize geldi, 'Ben kanımı bağışlamaktan vazgeçtim..' dedi.
-Niye?
-Niyesi yok.. Kan benim değil mi? Vazgeçtim bağışlamaktan...
-Kardeşim, bu kan artık devletin kan merkezinin malıdır, senin değil.. Sen kendi gönlünle bağışlamışsın, bunu sana veremeyiz. İhtiyaç sahiblerine veririz.
-Ben de ihtiyaç sahibiyim... Geri vereceğim kendi vücuduma.
- Kardeşim, bunun için bir uzman doktorun ihtiyaç belirtmesi gerek ve o zaman da bize geldiğinde sıraya girersin, senden önce talep eden varsa, -ki, var- önce ona veririz kanı ve sonra da başkalarına, sıraya göre konulur.
-Hayır, bu kan benim.. Ben gidip 38 liralık özel şişe bedelini yatıracağım vezneye ve kanımı alacağım, ve onu yere çarpacağım..
-Yapamazsın bunu.. Bu artık devletin malıdır, senin değildir, engel olur veya zarar verirsen, suç işlersin...
*
Tabiî, bu tartışmalar olurken, kan bekleyen kişi dışarda. İçerde nelerin olduğundan haberi yok. Haberi olsa, belki bir 20 lira daha verirdi. Adam bunun raconunun bilmiyor ki... Eğer önceden konuşulsaydı, o kanı bir an önce yetiştirebilmek için, -hele de '0' (Sıfır) kan grubunu bulmak çok zor olduğundan- belki 2-3 bin liradan fazlasını da verebilirdi.
Bizim personel ise, anlaşıldı ki, 'Ağanın eli tutulmaz, çok daha büyük bahşiş verir..' umuduyla mikdar üzerinde konuşmamış. 'Daha büyük para vermesi mümkün olan bir kişiye, niye 2-3 bin lira diyeyim de adamın elini bağlıyayım..' diye düşünmüş...
Selahaddin E. Çakırgil
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.