60’larda solculuk, sağcılık…
1960'ların sonlarında üniversite gençliği arasında solcu denilenler yüzde 60'ları aşıyor denilebilirdi. Bunların çoğu da neyin peşinde olduklarını kavrayarak orada olduklarını biliyor değildiler. Bu grubun karşısında ise, özellikle de 27 Mayıs Askerî Darbesi'nin güçlü albayı olarak isim yapay ve amma darbenin 6'ncı ayında MBK. (Millî Birlik Komitesi) Başkanı ve darbenin lider General Cemal Gürsel tarafından MBK'den atılıp yurt dışına gönderilen 14'lerin lideri Kur. Alb. Alpaslan Türkeş'in yurda döndükten sonra MHP'yi kurmasından sonra, bir kısım gençler de sol düşünce, edebiyat, ve san'ata ve de siyasete karşı bu siyasî odağa yaklaşıp 'Ülkücüler' adı verilen bir gençlik kesimi oluşturmuşlardı.
Bülend Ecevit de yavaştan yavaştan, malûm Kemalist Devrimler'in bir gardrob /kılık-kıyafet devrimciliğinden, şekilci değişimlerden ileri gidemediğini, çekinerek de ola dile getirir olmuştu..
Sadece satıhta, şekilde bir takım kılık-kıyafetlerde yapılan dayatma değişim veya devrimlerin kısırlığını anlatmak için kullanılan bir 'Tanzimat kafası' benzetmesi bile yapılı hale gelmişti bazı kemalist-sol çevrelerde.. Ama, yine de, kemalizmi zayıflatırsak, sosyalizm veya marksizm gibi sosyal reçetelerin savunulması da imkânsızlaşır korkusu vardı o çevrelerde.. Bunların başında da, kemalizmi önceleri alaya bile alan Aziz Nesin geliyordu.
Bu görüşü sık sık, Fransız İhtilali'nin kanlı metodlarını benimseyen Kemalist devrimlerin onca tepeden inmeci ve zoraki dayatmalarına rağmen, halkın derûnunda, manevî- ruhî hayatında İslam dininin derin etkisinin hele de sıkıntılı zamanlarda hemen ve çok etkili şekilde devreye giriverdiğinden ve bu tehlikenin ortaya çıkabileceğinden hayalci sosyalist gençlerin habersiz oluşlarından endişe ediliyordu. Kemalist dönemin en ateşli savunucularından ve o dönemin en önde gelen edebiyatçılarından Yakub Kadri Karaosmanoğlu, Üniversitede bir öğrenci grubunun daveti üzerine konferans için gittiğinde, gençlerin Kemalist dönemi ve devrimlerini büyük bir umursamazlık içinde ve alaycı bakışlarla ve gülünç bulduklarını yansıtan yüz hatlarıyla dinlediklerini, bir yazısında dehşet duyguları içinde dile getirmişti. Bu yaklaşım o çevrelerde de uyanır gibi olmuştu.
Bu arada, M. Kemal ile Lenin arasında benzerlikler kurmaya başlayan çevreler bile ortaya çıkmaya başlamıştı.. O kadar ki, o sıralarda, Edebiyat ve Fen Fakültesi'nin Laleli'den Bayezid Meydanı'na çıkarken, köşedeki ana giriş kapısının en üstüne, camlı çerçeve içinde büyük bir fotoğraf asılmıştı, o ana caddeden yukarıya doğru çıkan hemen herkesin dikkatini çekecek şekilde.. Ancak, 'Bu fotoğraftaki kim?' dedirttiriyordu. Çünkü, fotoğraftaki kişinin başında bir şapka vardı ve gözleri tam olarak seçilemiyordu, şapkanın siperinin gölgesi gözleri karartmıştı.. Fotoğraftaki kişi M. Kemal'e de benziyordu, Lenin'e de.. Çok merak edenlere, 'Fazla kurcalamayın, uygulamada bazı farklılıkları olsa bile, her ikisi de temelde, toplumlarının eski sosyal kalıplarını, kanunlarını, örf ve yaşayış tarzlarını değiştirmek noktasında aynı devrimci ruhu taşıyorlardı..' cevabı veriliyordu.
Bu fotoğraf orada yıllarca kaldı..
*
O sırada bir diğer gelişme de, Üniversite bahçesinde ve Osmanlı zamanında İstanbul'un her yanındaki yangınları gözetlemek ve haber vermek için dikilmiş olan Yangın Kulesi'ne, bir 'kızıl bayrak' asılmasıydı.
O kuleye telefonların olmadığı dönemde, yangın hangi mıntıkada ise, o mıntıkayı ifade için itfaiyecilere öğretilmiş olan renklerde bayraklar asılır ve onlar da vakit geçirmeden, yangının olduğu mıntıkaya doğru harekete geçerlermiş..
*
Şimdi ise, o kuleden kocaman ir 'kızıl bayrak' asılıyordu ve bu yaklaşmakta olan bir sosyal yangının işareti olarak değerlendirilmeliydi..
*
Aynı şekilde, ilginçtir, Müslüman kitle büyük çapta Filistin Mes'elesi'nden ve 400 yıldan fazla bir zaman dilim boyunca Osmanlı Devleti zamanında birlikte yaşamış olduğumuz Müslüman halka sionist İsrail rejimince yapılan zulümlerden, halkımız büyük çapta habersiz ve de Haziran -1967'deki '6 Gün Savaşı'nın korkunç sonuçlarından sonra , 'Artık her şey bitti..' denilen bir halde bulunurken, o günlerde, Yâsir Arafat liderliğindeki El'FETH teşkilatının sadece arab dünyasında değil, bütün dünyada da derin etkiler meydana getiren direniş mücadelesinin haberleri matbuata yansımaya başlamıştı.
Hele de, sionist İsrail güçlerinin 'artık durdurulamaz' sanıldığı bir karamsarlık atmosferinde, El'FETH gerillarının 'Qarameh Baskını ve Muharebesi' diye de anılan bir büyük saldırıda, sionist İsrail güçlerine beklemedikleri bir ağır darbe vurması müthiş bir canlanma işareti idi. Öyle ki, o baskında hayatlarını kaybeden Filistinli onlarca savaşçının cenazeleri Ürdün'ün başkenti Amman'da bir câmie getirildiğinde, o cenaze törenine yüzbini aşkın Müslümanın katılması, bütün Arab Dünyasında yeni bir mücadele azmi uyandırıyor ve bu haberler diğer Müslüman toplumlarda da heyecanla karşılanıyordu. Ama, bizim toplumumuzda, Müslümanların heyecanlanmasını, kendine güvenmesini sağlayacak yayınlar yapacak bir yayın organı neredeyse yok idi. Var olanlar da, Müslüman halkın yerlerde sürünen satın alma gücü açısından büyük kitlelere ulaşamıyordu. Radyo ise zaten sadece devlet elinde idi.
Böyle bir ortamda, solcuları bile sevindiren bazı haberler kemalist-laik-sol matbuatta (ki, o zaman medya lafı kullanılmıyordu henüz..) küçük bir şekilde ele alındığında bile, biz yine de el yordamıyla bir şeyler olabileceğinin umuduna kapılıyorduk ve direniş haberleri bizi de sevindiriyordu.
O günlerde, İstanbul Üniversitesi'nin ana giriş kapısı önüne, yukarıdan aşağıya bütün o girişi kaplayacak büyüklükte bir Filistin bayrağı ve elinde kalaşnikofu, yüzünü siyah-beyaz damalı Filistin atkısıyla örtmüş ve sıkılı yumruğunu havaya kaldırmış bir El'FETH gerillası portresi asılmıştı.
Bayezid Yangın Kulesi'ne çekilen 'kızıl bayrak'tan sonra karşılaşılan bu durum, kendilerini 'sağcı' olarak niteleyen ve bu tarifin muhtevâsında nelerin olduğundan pek haberi bile olmayan klasik 'sağcı' kesimlerde büyük rahatsızlık oluşturuyor ve El'FETH'in bu mücadelesinin, İsrail rejiminin işgaline uğrayan mazlum Filistin halkının haklarını korumak temelinde verilmekte olduğundan habersiz gözüküyorlar ve o mücadeleleri verenlerin 'solcu güçler' olduğunu söyleyerek tavırlarını ortaya koyuyorlardı; elbette 'Komunizmle Mücadele Dernekleri'nde yer almış bir kısım mütedeyyin isimlerin de yanıltmasıyla..
*
Bir taraftan Filistin'de sionist İsrail rejiminin, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere bütün Batı dünyasının alkışlarıyla desteklediği '6 Gün Savaşı'nın ortaya çıkardığı büyük sosyal travma, dünya kamuoyunun başka haberlerle meşgul edilmesi sûretiyle geçiştirilmeye çalışılıyordu.
Düşünebiliyor muyuz, Muş'lu 75'lik bir amca İstanbul- Divanyolu'nda çalıştırdığı bakkalın önünde diz çöküp, Birinci Dünya Savaşı'nda, askerliğini yaptığı Filistin'de, şimdi tekrar Müslümanların başına gelen o korkunç yenilgiden dolayı hüngür hüngür ağlarken; hiç savaşçı olmadıkları sanılan İskandinavya halklarından turistler bile, 'Yaa.. Cihaaaad- Cihaaad diye bağırır mısınız, işte onun cevabını da böyle alırsınız..' diyebiliyorlardı.
*
Öte yandan Kıbrıs Buhranı, Türkiye dış siyasetini de kamuoyunu da derinden meşgul eden konuların başında geliyordu. Kıbrıs'ta rûm EOKA gerillalarının ve Grivas isimli eski bir subay ve bir rûm fedaîsinin Müslüman halka yaptığı zulümler, baskılar; 1959-60'da Türkiye- Yunanistan ve İngiltere arasında imzalanan ve bu üç ülkenin garantörlüğüne dayalı Londra- Zurich Andlaşmaları'yla zoraki meydana getirilen Kıbrıs Cumhuriyeti'nin C. Başkanı durumuna gelmiş bulunan Başpiskopos Makarios'un da yüreklendirmesiyle daha çekilmez hale gelmişti. 1963'de İnönü zamanında Kıbrıs'a yapılan ve Cengiz Topel isimli bir pilot subayın hayatını kaybetmesine de yol açan hava bombardımanı sonrasında 4 yıl kadar bir kısmî sessizlik hüküm sürmüşken.. 1967'nin son aylarında Girne havalisindeki bazı Müslüman köylerinin ağır katliâm ve saldırılara maruz kalmasına Yunanistan ve hükûmetinin konuya ciddiyetle eğilmemesine cevaben gösterilen tepki kamuoyunun dikkatini pek çekmedi, ama etkisi hâlâ da sürüyor.
Çünkü, 1967 sonbaharında 60'a yakın Müslüman türk'ün katledilmesine cevaben.. İstanbul'daki 40 bin kadar Rûm'un İstanbul'daki daimî ikamet izinleri iptal edilip, bir gecede bu on binler Yunanistan'a atılıyorlardı. (Benim çocukluğumda 1955'lerde İstanbul'un nüfusu 800 bin kadar iken rûmların ve diğer dinî azlık unsurların sayısı da 80 bin kadardı. Yani, İstanbul'un nüfusunun onda biri gayrimüslimlerden oluşuyordu. Bugün İstanbul'un nüfusu 16 milyon olduğuna göre, 1,5 milyonu aşan bir gayrimüslim kitlenin olması gerektiği hesabını yapanlar, bu rakamın bugün 100 bini bile bulmadığını hatırladıklarında ve rûmların sayının ise, sadece 1.500 civarında kaldığını öğrendiklerinde, nasıl bir duygu yaşarlar? Ve, onların gitmesiyle, İstanbul halkı çok saflaşmış mıdır, sorusunun cevabı ayrı bir konudur.)
*
Bu arada bir de dünyada meydana gelen büyük hadiseler ve sosyal değişimler ortaya çıkıyordu ki, bunların başında 1968 Baharı'nda Çekoslovakya'da patlak veren ve Prag Baharı diye anılan büyük sosyal değişim gelir.
Çekoslovakya da Avrupa kıt'asının İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist ve komünist kutuplar arasındaki bölüşülmesi sırasında Komunist Blok'ta kalmış ve Stalin, yerli Çek komünistlere bir komünist rejim kurdurmuştu. Doğu alman halkı 17 Haziran 1953 günü komünist rejime karşı ayaklanmış ve komünist rejim tarafından kanlı şekilde ezilmişti. (Berlin'de Brandenburg Kapısı'ndan aşağıya doğru uzanan 17 Haziran Caddesi /Siebzehn Strasse'nin ismi, o büyük ayaklanmanın hâtırası olarak orada bugün de korunmaktadır.
Daha sonra, 1956'da Macaristan'daki komünist rejime karşı, Başbakan İmre Nagy öncülünde başlayan ve 'Nem- Nem, Şuha!/ Hayır- Hayır! Asla!' feryatlarıyla Budapeşteyi ayağa kaldıran Macar Ayaklanması da Sovyet tankları tarafından ezilmiş ve yüzlerce kurban aldıktan sonra, İmre Nagy de Sibirya'ya sürülmüştü..
Şimdi ise, bu kez de Prag'da Başbakanlığa gelen Alexander Dubçek liderliğinde başlayan ve kışla hayatından normalleşme'ye yönelmek isteyen hareket, Sovyetler için de, onların NATO karşısında oluşturduğu Warshaw Askerî Paktı için de yeni bir büyük gaile olmaya başlamıştı.
Sovyet Lideri Leonid Brejnev, yumuşak mesajlar veriyor ve 'Komünist rejimler birbirinin kardeşidir, birinin başı ağrıdığında diğer sosyalist rejimler o hasta kardeşlerinin yardımına koşarlar' diyordu. Ki, bu söz, daha sonra 'Brejnev Doktrini' olarak da anılacaktı.
1953 ve 1956'daki ayaklanmaların kanlı şekilde bastırılmasındaki vahşilik tekrarlanacak mıydı? Dünya bıçak sırtındaydı. Ve nihayet, bir Ağustos akşamı, Çekoslovakya'nın pişlsen şehrinde çok barışçı bir uzlaşma anlaşmasına varılmıştı, Warşova Paktı üyeleriyle.. Dünya derin bir nefes almıştı, o gece yarısı..
Ve amma.. Sabahın saat 04.00 sularında, Warşova Paktı'nın 4 bin kadar tankının Çekoslovakya'ya girmeye başladığı açıklanmıştı. O sırada Diyarbekir'deydim henüz.. Sabah namazı için uyandığımda bir de haberlere bakayım diye radyoyu açınca, o korkunç müdahale ile karşılaşmıştım. Ve ilginçtir, sabahın ilk saatlerinde de, Alexander Dubçek'in büyükelçi olarak Ankara'ya gönderildiği açıklanıyordu. O da İmre Nagy gibi Sibirya'ya gönderilip sonrası da meçhul bırakılabilirdi. Güyâ, daha mülâyim ve medenî bir uslûbla hareket edilmişti. Ama, Dubçek'in, Ankara'da aylarca kaldıktan sonra izinli olarak ülkesine gidince, orada bir trafik kazasında hayatını kaybettiği açıklanmıştı.
*
Bu müdahale, Türkiye'deki Marksist çevrelerde nasıl izah edilecekti?
İdeolojik izahlar yapıldı çoğu marksist fikir adamları ve yazarlarınca.. Kapitalizmin oyunlarına, entrikalarına seyirci kalmaması tabiî idi, bir sosyalist rejimin ve sosyalist Doğu bloku'nun..
Şimdi TİP n'apacaktı?
*
Mehmet Ali Aybar, 'Sosyalizmin gül yüzüne bir leke düştü..' diye açıklama yaparak bu işgale karşı çıktı.
Ama, hemen ardından, Türkiye'li marksistler, onu, marksizmi anlamadığı gerekçesiyle TİP'in başkanlığından ve aralarından attılar.
*
O günlerde bir de kapitalist dünyanın kaptan Köşkü'nde, Amerika bir korkunç cinayet işleniyordu.
1965 Şubatı'nda Amerika'daki siyahî Müslümanların yiğit evlâdı, ırk ayırımcılığına karşı verdiği mücadelelerle tanınan 'Mâlik eş'Şâhbâz /Malcolm X'in bir konferansa hazırlanırken, CIA destekli olduğu bildirilen bir suikasdde katledilmesinin acıları henüz unutulmamıştı..
(Amerikan Siyahî Müslümanlarından Dâvud Salâhaddin isimli ve Amerika'dan kaçıp gizlenmek zorunda kalan bir arkadaş, 1995'lerde, İran'a gelen ve Amerika'da 'Nation of Islam' /İslâm Milleti' isimli bir grubun öncülüğünde bir milyona yakın insanı yürüten Louis Aragon'la özellikle karşılaşmamıştı. Bunun sebebini sorduğumda, onun, CIA teşvikiyle Malcolm X'i katleden bir kaatil olduğunu söylemişti. Hatırlanacağı üzere, özellikle Hacca gidince orada her ırk ve renkten milyonların aynı inanç potasında kaynaştığını gören ve bunun üzerine , 'İslâm'da ırk ayrımı yoktur, beyaz Müslümanlar da benim kardeşimdir..' dediği için, 'İslâm'ın sadece siyah Müslümanlara aid bir din olduğunu' ileri süren Elijah Mahomed isimli kişinin liderliğindeki hareketin onu sapkınlıkla suçlayıp fedaîlerine öldürttüğünü söylemişti.
O iddia ne kadar doğruydu, bilemem, ama Dâvud Salahaddin son derece sağlam karakterli ve çok şeyleri bilen bir Müslüman idi. Bunu da burada kısaca zikretmeliyim.)
Malcolm X ,etkisi sadece Amerikan siyahî Müslümanları arasında değil, bütün dünya müslümanları ve de insan hakları aktivistleri üzerinde de derin izler bırakan bir büyük şahsiyet olduğu için, onun öldürülmesi, bütün dünyada derin yankılar uyandırmıştı.
Ama, o sırada, bir de Martin Luther King isimli bir 'medenî haklar savunucusu' bir siyahî lider vardı, Amerika'da.. Amerikada hâlâ ırk ayrımı devam ediyor; restoranların kapı ve vitrin camlarında 'Köpekler ve zenciler giremez!' yazıları yazılabiliyordu. Beyazların bindiği otobüslere siyahların binmesi de yasaktı. Çünkü, onlar aşağı ırktan idiler!!!
Martin Luther King isimli bu siyahî papaz da, ırk ayrımcılığının Tanrı'nın yaratmasına karşı çıkmak olduğunu söylüyor, ateşli vaazlarıyla, bazı beyaz insanların beyninde bile 'Doğru söylüyor..' dedirtebiliyordu. Ama, Amerikan sistemi, Malcolm X gibi, King'e de tahammül edemezdi.
Nitekim, o da, 1968 yılında, bir otelin balkonunda gözüktüğünde, uzaktan bir keskin nişancının açtığı tek kurşunla öldürülmüştü.. Ondan da geriye, 'Çocuklarımın derilerinin renginden dolayı değil, sahip oldukları bilgi, karakter ve ahlâkî değerlerden dolayı itibar görecekleri bir toplum hayal ediyorum..' sözü kalmıştı.
*
Bütün bu gelişmeler karşısında bir genç Müslüman olarak duygularını düşüncelerimi dile getirdiğim yazıları, kendime yakın bulduğum gazete ve dergilere gönderiyordum. Bu yazılar, 1961-62'lerden itibaren yıllarca, Yeni İstanbul'da yayınlanırdı, 'Okuyucu' ve 'Gençlik' köşelerinde ve bazan kısaltılarak..
1967'lerde ise, yazılarımı, bazan merhûm Şevket Eygi'nin haftalık Yeni İstiklâl'ine, bazan da 'Bâb-ı Âli'de SABAH' adıyle yayın hayatına giren gazeteye 8- 10 günde bir gönderiyordum ve bu yazılar hemen tamamiyle yayınlanıyordu. Bunlar, günlük iç siyasetle ilgili yazılar az olmak üzere, daha çok dünya siyasetiyle de ilgili ve dünya Müslümanlarının meseleleriyle ilgili oluyordu.
Şimdi Anadolu şehirlerine gittiğimde bazı okuyucular, kesip kitaplarının arasında koydukları o eski yazılardan bazılarını bana da gösteriyorlar.
*
Selahaddin E. Çakırgil
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.