Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Ocak 17, 2020
27 Mayıs: Etimesgut’taki uçaklar…
Sesli dinlemek için tıklayınız.

1965 seçimlerinde (ki, 15 Ekim'de yapılmıştı) Adalet Partisi'nin tek başına ve büyük çoğunlukla iktidara gelmesiyle, İsmet İnönü'nün ağır bir yenilgi daha almış ve o seçim sonrasında kendilerini yenilgiye uğratan güç odaklarını üç grupta toplamıştı. 1- Konya Müftüsü, 2- Nurculuk Hareketi, 3- Amerika…

Konya Müftüsü'nden maksad, Tâhir Büyükkörükçü hoca idi. Tâhir Hoca'nın sadece Konya'da değil, Orta ve Batı Anadolu'da oldukça etkili olduğu hissediliyordu. Nurcuların etkisi ise, Nurcu denilen taifede bir güç gösterisi olarak algılanmış ve bir de sevinç meydana getirmişti, haklı olarak..

Amerikan emperyalizminin belki Demirel'i tercih etmiş olabileceği düşünülebilirdi, ama, İsmet İnönü'ye kesin bir karşıtlık tavrı yoktu. Sadece, 1963 Kıbrıs Buhranı sonrasında, Amerikan Başkanı L. Johnson, 1964 başında İnönü'ye bir tehdit mektubu yazmış, buna karşı İnönü de, -kısaca- 'Eğer Türkiye dışlanırsa, dünya yeniden kurulur, Türkiye de o yeni dünyadaki yerini alır..' demişti. Bu, kesin bir Amerikan karşıtlığı değil, bir gözdağı vermek idi, belki..

*

Ama, o seçimler öncesinde başka bir hazırlık daha vardı.. Seçimlerin o şekilde sonuçlanması, 'statüko'yu, -hattâ Demokrat Parti'nin 10 yılında bile, 42 yıldır elinde tutan elinde tutan- 'bürokratik oligarşi'yi ve arkalarındaki ihtilalci, darbeci laik-kemalist askerleri çok rahatsız etmişti. Nitekim, daha sonra anlaşılmıştı ki, seçimin İnönü tarafından kazanılacağı umudu yeni bir ihtilali, darbeyi engellemişti.

5 Ekim'de, bir cunta yapılanması, seçim yapılmadan 10 gün önce idareye yeniden el koymayı kararlaştırmıştı; önemli generallerden ve diğer subaylardan oluşan bir cuntaydı bu..

Ama, o ihtilali, seçim kazanacağı hayaliyle İsmet İnönü'nün önlediği iddia edilmişti.. Halbuki, CHP, darbeci yöntemleri, kendi siyasî ideolojisi ve çizgisi için etkili bir çözüm olarak görmüştü. Bu durum, İsmet İnönü'nün, 1960 Baharı'nda, Adnan Menderes Hükûmeti'ni, 'Şartlar gerçekleştiğinde, ihtilal meşrû' olur' diye tehdit ettiğinde en net şekilde ortaya çıkmıştı. Ama, açıkça ihtilalci –darbeci faaliyetlerin içinde olduklarını açıklayamıyorlardı. Sadece İsmet Paşa'nın yakın çevresinden Avni Doğan, bu konuda net davranılmadığını eleştirmiş, yıllarca sonra, '27 Mayıs Askerî Darbesi'nin içinde olduğumuzu niçin gizliyoruz ki? Utanılacak bir şey mi yaptık ki?' diye sormuş ve matbuata da yansıyan bu sözlerin kenarından geçilmişti. Çünkü, böylece, CHP'nin istemediği bir yönde ilerleyen her hükûmet'in, 'Atatürkçülük ve laiklikten sapma içinde olduğu' suçlamasıyla korkutulması ya da en azından tedirgin edilmesi ve ordu içindeki darbeci unsurların CHP'nin psikolojik desteğine sahip olduğu havası da korunmuş oluyordu. Ki, matbuatta, kemalist-solcu kalemlerin, kanunen bir suç sayılamayacak bir tarzda sık sık, 'zinde kuvvetler'den söz etmesi, bir hayalî güç odağı imişçesine, yıllarca devam edecekti. Ya da, arada bir, 'İsmi açıklanmayan bir yüksek rütbeli bir asker' adına yapılan 'Genç subaylar rahatsız..' gibi haberler kamuoyunda hedefini buluyor, tetikte bekleyen kesimlerin kulağına kar suyu kaçırıyor, ama kanunî bir takibât yapılamıyordu. Başbakan Süleyman Demirel'in bu konularda diken üstünde olduğu anlaşılmıştı. Bunu çok anormal karşılamamak da gerekiyordu. Çünkü, o, halkın genelde sevdiği ve benimsediği 10 yıllık Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fâtin Rüşdî Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın hem de hukuk adına, uyduruk-düzmece yargılamalarla ve gerçekte ise, 'kemalizmden, laiklikten sapma göstermeye bir daha kimse cesaret edememesi..' düşüncesiyle, bir ibret-i müessire olacağı ümidiyle hem siyaset erbabının, hem de halk kitlelerini sindirilmesi için nasıl idâm edildiğini Demirel de görmüştü. Hattâ şimdilerde allanıp-pullanarak büyük fikir ve sanât adamı ve şair olarak anılan Ahmed Hamdi Tanpınar'ın bile, o zamanlar, -sanırım Vatan gazetesinde ve yazılarının sonradan toplandığı kitabında görüleceği üzere-, Menderes'ler idâma mahkûm olduğunda, 'Onları bir defa değil, 100 defa, tekrar tekrar idâm etmek gerekir..' diyecek kadar çılgın dehşetli bir kemalist histeri hecmesi içinde kalem oynattığı hatırlanmalıdır. Yani, şiirlerinde ve diğer kalem ürünlerindeki kabiliyeti ayrı bir konu, ama, içine düştüğü siyasî görüş darlığı ve zaafı yüzünden, üstelik de kendisi aktif siyasetin içinde olmadığı halde, böyle yazılar yazılırken, darbeci kemalistlerin nasıl davranacağı tasavvur edilebilir.

O zehirli sosyal havayı Demirel de teneffüs etmişti..

Esasen, o, normal zamanlarda siyaset yapmak isteyen, ama, tehlikeyi görünce, hemen sadece kendisini kurtarmak için daima tetikte olan bir yapıda olduğu biliniyordu. Daha önce de, Adalet Partisi'nin Ankara İl Başkanı olduğu sırada, 1963'de, 'devrimci' diye nitelenen bazı kalabalıkların bir gece, Ankara İl Başkanlığı binasını basıp içerdeki bütün dosyaları, daktiloları, sandalyeleri sokağa fırlattıkları ve Emniyet ve sıkı yönetim komutanlığının askerî birliklerinin, uzaktan seyrettiği bu vandallık karşısında Başbakan İnönü'nün, 'Onlar da halkı tahrik etmesinlerdi..' diye suçu saldırganlara değil, AP'ye attığı sırada, İl Başkanı Demirel'in ise, binanın arka kapısında ve ilk saatte hemen hadise mahallinden gizlice uzaklaştığı sonradan anlaşılmıştı. Onun bu 'yüreklilik' hali, darbeci kemalist-laik askerî çevreleri ve ihtilalci odakları da daha bir yüreklendiriyordu. Halk kitlelerinin sindirildiği ise, Menderes ve arkadaşlarının idâmı sırasında gözlenmişti. Halbuki, ihtilalci subaylardan birisi (başlangıçta darbecilerden olan ve sonra da Türkeş'le birlikte MBK'den uzaklaştırılıp yurt dışına sürgün edilen darbeci subaylardan) Binbaşı Orhan Erkanlı, 'Eğer Menderes'in devrilmesi ve yargılanmasına halk bir tepki gösterecek olsaydı, yönetimi ele geçiren darbeci subayların yurt dışına kaçmak için Etimesgut Havaalanı'ndaki uçakların hazır bekletildiğini' söylemişti.

*

O dönemin nasıl bir devlet yönetiminin hangi cahil, korkak veya zorba ellerde olduğunun anlaşılması açısından bu hususları belirtmekte fayda var. Yoksa, maksadım, kişileri suçlamak değil..

27 Mayıs'ın Darbeci, idâmcı askerlerinden MBK üyesi olanlar Meclis'te 'ömür boyu tabiî senatör' olarak bulunuyorlardı ve kendi ideolojilerine karşı en ufak bir söz veya tavır duysalar veya hissetseler, hemen hemoglobinli (kanlı) devrimcilik krizleri nüksediyordu. İşte o ağır sosyal baskı döneminde, seçim yoluyla iktidara gelen AP Hükûmeti'nin sadece ülkenin imar edilmesi, yol, su, kanalizasyon, sağlık, sanayii ve iş hayatı, ve ekonominin düzeltilmesi konularında faaliyet göstermesi planlanmıştı. Ülkenin ve halkın genel yönelişi ise, 1930'lardaki kalıplara göre olmalıydı, kemalist-laikler öyle istiyordu. (Nitekim, İsmet İnönü'nün M. Kemal tarafından 1937 yılında başvekillikten azledilmesinden sonra, Celâl Bayar da, kendisinin çağrıldığını ve M. Kemal'in başvekilliği kendisine verdiğini hâtırâtında anlatmıştır. Buna göre, M. Kemal, Bayar'a -özetle- der ki: 'Haricî siyaseti ben belirlerim. Elçileri ben tayin ederim. M. Müdafaa (Savunma) Bakanını ben belirlerim. Orduyu ben idare ederim. Genelkurmay başkanını, komutanları ben belirlerim. Generallerin terfi ve azillerini ben yaparım. Valileri ben tayin ederim. Emniyet müdürlerini ben tayin ederim, vs.. Gerisini, memleketi istediğin gibi idare et..')

*

Demirel de üzerine aldığı vazifeleri hangi çerçevede yapacağını biliyordu. Esasen bir (kırmızı kitapçık) iktidara gelenlerin eline tutuşturuluyordu. Bu kitapçıkta temel konularda nasıl bir siyaset izleneceğinin ana kuralları belirlenmişti.. Ülkenin ideolojik yönlendirmesiyle ilgili hassas konular ise, 'Derin Devlet' güçlerini elindeydi. (1995'lerdeydi, dönemim Kültür Bakanlarından birisi, 'Ben şu kadar zamandır siyasetteyim, bu kadar bakanlıklarda bulundum, bütün bu devlet hizmetleri sırasında elime tutuşturulan bir Kırmızı Kitap vardır, ama, ben Kültür Bakanı olarak bu kitabın yazarının kim olduğunu bilmiyorum..' diyecekti.

*

Düşünülsün ki, 1967'nin sonuydu galiba, ve herhalde, Manisa'nın Karakurt isimli bir köyünde bir hadise olmuştu.. Aslında basit bir hadiseydi. Bir de bir büst galiba zarar görmüştü. Taraflardan birisi de bir hocaydı. İddia edildiğine göre laikliğe aykırı bir lafı olmuştu. Bu köydeki o basit ihtilaf bir irtica hareketi olarak paketlenip kamuoyuna öyle sunulmuştu. Tabiî senatörlerden birisi, (Sıtkı Ulay) Meclis'te (radyodan da yayınlanan) konuşmasında, (M. Kemal'in Aralık-1930'da tertib olunan Menemen Hadisesi karşısında, Başvekil İsmet Paşa'ya 'Menemen'in yerle bir edilmesi gerekirdi..' demesi gibi,) 'o köyün buldozerlerle yerle bir edilmesini haykırıyor, bu sözler gazetelerin ana manşetlerinden kan damlarcasına yerini buluyor ve Başbakan Demirel sessiz kalıyordu. O sırada Diyarbekir'de bulunuyordum ve halkın o nutuklar karşısında neler söylendiğini burada yazacak olsam, birileri yine suç saymak için harekete geçer.

*

Bir de o sırada, Diyanet İşleri Başkanlığı etrafındaki tartışma gündeme gelmişti.. Diyanet İşleri Başkanlığı'na getirilen İbrahim Elmalılı Kuzey Afrika ülkelerine bir seyahate çıkmıştı; Libya, Tunus ve Cezayir'e.. Tunus'da iktidarda olan Habib Burgiba kendisini bir arab kemalisti olarak niteliyordu. Türkiye'ye yaptığı bir resmî ziyarette Meclis'te yaptığı konuşma da bir kemalizm övgüsü ve kemalizmin Kuzey Afrika'da meyva vermesi şeklinde değerlendirildiği için çılgınca alkışlanmıştı, Meclis'in büyük ekseriyeti tarafından.. İbrahim Elmalılı ise, cübbesi ve sarığıyla, Kuzey Afrika ülkelerine gidiyor, Müslüman halklar tarafından, 'Osmanlı dönüyor, Şeyhulislâm gelmiş..' havasında, heyecanla karşılanıyordı, geçmişte örneği olmayan şekilde..

Laik matbuatta Elmalılı Hoca'nın bu gezisi öyle bir eleştiri ile karşılandı ki, Türkiye'deki laik rejimin yıkılmakta olduğu havası estiriliyordu. (Ki, o günlerde, laiklik muhafızlığına soyunmadan günlük gazete bulmak mümkün değildi. Tek bir günlük gazete bile yoktu. Müslüman halkın İslamî hassasiyetlerini esas almak niyetiyle yayın hayatına katılan 'Bâb-ı Âli'de SABAH' isimli bir gazete, 10-15 binlik küçük tirajıyla devreye girip yeni tutunmaya çalışıyordu. Bu gazetede Necib Fâzıl, 'Âdıdeğmez' imzasıyla birinci sahifede yazıyordu, ikinci sahifede ise, Sezaî Karakoç..)

O sırada Demirel'in Bakan'larından Refet Sezgin isimli birisi, kendi mantığına göre taşı gediğine koydu ve Diyanet İşleri Başkanı'na haddini bildirdi; 'Bizim sistemimizde Diyanet İşl. Başkanı'nın Tapu Genel Müdürlüğü'nden farkı yoktur!' deyiverdi. Matbuattaki kemalist-laik kalemler korosu, o Bakan'ı uzun süre alkışladılar.

Öte yanda ise, sanırım Denizli'de müftülük yapan Sami Arslan isimli bir Diyanet mensubunun, 'Karanlık Geceleri Nurlu Sabahı..' isimli, bir cep kitabı büyüklüğündeki bir broşürü heyecanla okunuyordu.. O kitapçığın ilk kapağının altında da bir âyet meâli yer almıştı: 'İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk eder misin Allah'ım?'

Bu kitapçık, denilebilir ki, hacim olarak o ufaklığının tersinden milyon kere büyük etki meydana getirmişti, halk kitleleri arasında; bir sessiz çığlık halinde..

*

Ama bu gelişmeler, o zamanki isimle milliyetçi-muhafazakâr kitlelere dayandığı ve onların temsilcisi ve sesi olduğu kabul edilen Adalet Partisi'nde de rahatsızlıklar meydana getiriyor, partinin bütünüyle masonların kontrolüne geçtiği kanaati giderek daha bir güçleniyor; halkın inanç dünyasına ve hassasiyetlerine sahib veya yakın sayılan m.vekillerine duyuruluyor, protesto tarzında eleştiriler bile yükseliyordu.

Bu durum, AP içinde ilk bölünme sinyallerini veriyor gibiydi..

Demirel ise, 'Parti politikalarına aykırı açıklama yapanların artık tahammül edilemez boyutlara gelmesi halinde, gangrenli bir uzvumuz var demektir, o da kesilip atılır' diyordu. Nitekim bu durum Meclis Başkanı olan Ferruh Beybeyli liderliğinde, 1970 sonunda Demokratik Parti adında ve AP içindeki 'masonik' yapılanmaya karşı 'milliyetçi-muhafazakâr' olarak isimlendirenlerin toplandığı yeni bir siyasî hareket olarak karşımıza çıkacaktı; her ne kadar ciddî bir varlık gösteremese de.. Ferruh Bozbeyli, parlatılmış ve genç yaşında Meclis Başkanlığına getirilmiş bir isimdi. Ama, her ne kadar bazı konuşmalarında 'milliyetçi-mukaddesatçı' denilen kesimin hoşlandığı şekilde sözler edebiliyordu, ama o kitlelerin arzuladığı dikkatleri sergilemekten uzaktı. Hattâ o kadar ki, Suûd Kralı Faysal Türkiye'ye geldiğinde onun şerefine Meclis Başkanlığı'nca verilen bir ziyafette, Faysal'a bir oldu-bitti sürprizi yapılmış, dansöz oynatılmış ve o sahneler laik matbuatın birinci sahifelerinden duyurulmuş; bu konu Müslüman gençler tarafından şiddetle eleştirilince, Bozbeyli, o ziyafetin ve o ziyafet proğramının kendi iradesiyle olmadığı gibi bir gerekçeyle kendisini kurtarmaya çalışmıştı.

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN