Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Temmuz 5, 2020
‘Allah’ın cenneti geniştir, bize de yer kalır’…
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Diyarbekir'de bulunduğum 60'lı yıllarda bu gibi ince ve esprili mizahları farklı dinlerden esnaf kimseler kendi arasında birbirini rencide etmeden mizah olarak anlatırlar ve gülüşürlerdi. Bunu, halk tipi dinî inanç bağlılığının hoşgörülü bir yansıması olarak görmek gerekir.

Yeri gelmişken, bir başka ilginç örneği de aktarayım: Türkiye'den Almanya'ya işçi akının ve göçün 50. Yılı münasebetiyle Köln'de ilginç bir toplantı yapılmıştı, 2010'lardaydı, galiba..

Almanya ve Türkiyeli yüzlerce davetli, sosyal araştırmacı ve gözlemciler. Ve kilise adamları ve Müslümanlardan bazı seçkin isimler.. Uzuuun bir konferans idi.

Konferansa Diyarbekir'den de yaşlı bir Süryanî Papazı katılmıştı. Çok güzel bir Türkçe ile o da kendi görüşlerini açıkladı…

Ama, o toplantıda bir Müslüman da başka Müslümanlardan çok farklı ve muhatab kitlenin rencide olup olmayacağını düşünmeden, sanki Anadolu'daki câmide halka hitab ediyor ve oradakilerin tamamı da Müslüman imişçesine bir konuşma yaptı.. Cennet'e girmenin öyle kolay olmadığını anlattı. Söyledikleri doğru ama, yanlış bir muhatab kitle karşısında konuşuyordu.

Ve Diyarbekirli Süryanî Papaz devreye girdi ve '…Efendi, Allah'ın Cennet'i çooook geniştir, bize yer kalmaz diye korkma..' diye ince esprili bir nükte ile gerilimi önledi.

Bu hikâyeyi İslâmî tebliğin nasıl yapılacağı bilinmeden ortaya çıkılmamasına bir örnek olması açısından aktardım.

Nitekim, bir Nebevî Hadis rivayetinde, 'Muhatablarınıza akıllarına göre hitab ediniz..' tavsiyesi vardır. Muhatabların iz'anlarına, duygularına zarar vermeden onları düşünmeye sevketmenin incelikleri bilinmezse, fayda yerine zarar ortaya çıkacağı unutulmamalı..

*

Biz yine dönelim, Diyarbekir ve çevresine..

Diyarbekir'de bugünkü gibi keskin bir etnik /ideolojik bloklaşma ve kutuplaşma yoktu. Halkın büyük bir kısmı muhafazakâr bir geleneğin örf ve âdetlerine göre yaşıyordu. Ve halk, farkında olmadan çok disiplinli şekilde bir kanun düzeni anlayışına sahib olduğunu gösteriyordu. Etnik konular pek konuşulmazdı ve şehirde genelde Türkçe konuşulurdu, ama esnaf, kendilerine gelenlerin ne isteğini veya meramını Kürdçe, Arabça, ve hattâ Ermenice olarak sorar ve verilen cevapları da anlarlardı.

Bu arada, sonradan Kürdçenin bir ayrı lehçesi sayılabilecek bir dili konuştuklarını, özellikle El'Aziz, Bingöl, Bitlis, Muş civarında yaşayan halk kitlelerinin kasd edildiğini anladığımız 'zaza' gibi kelimeleri duyardık, ama, ne demek olduğunu pek anlamazdık. Sorduğumuzda da, okuma-yazması olmayan, köyden gelmiş ve fazlaca saf kimseler için söylendiği gibi izahlar yapılırdı. Bu durum, maalesef, Anadolu'da, bugün de, iller ve hattâ aynı ilin ilçeleri ya da, aynı ilçenin köyleri arasında bile birbirlerine yönelik üstünlük veya aşağılık nitelemeleri şeklinde sürdürülmüyor mu? Hele de aralarında mezheb veya etnik köken farkı ve hattâ aynı dili konuşurken sergilenen şive farkı bile, sadece kişilerin değil, sosyal grupların bile birbirleri itmesi- dışlanması için kullanılmıyor mu? (Ki, Samsun'un Kavak ilçesinde rahmetli anamın köyü ile bizim köyümüz arasında yaklaşık 5 km. kadar bir mesafe olduğu halde, o köyün şivesi ile bizim köyün şivesi arasında esaslı bir fark vardı ve biz o köyden olanlarla, onlar da bizim köyden olanlarla esaslı alay ederlerdi. Bu, hemen her toplumda da bulunuyor ve insanlar birbirlerini haram olan bir yaklaşımla, psikolojik açıdan ezmeye çalışıyorlar.

Bu durumu Karadeniz kıyılarındaki hemen bütün şehirler ve köylere de teşmil edebilirsiniz. Saç-sapan gerekçelerle benzer tiplemeler, aşağılamalar, dışlamalar, hattâ sırf dağ köylerinden geldikleri ve şehre gelmek için doğru dürüst bir ayakkabısı bile olmayan kimselere de tepeden bakmalar.. Rize- Trabzon, Kars- Erzurun, Mardin -Kızıltepe yarıştırmaları gibi..)

*

Acı çekerek öğrendiğim bir şey ise, bu bölgede oğlan ve kız çocukları arasında çok keskin ayırımlar yapılmasına şahit oluşumdu.

Filan kişi hakkında konuşursunuz, kaç çocuğu var diye.. Mesela, 5-6 çocuk denilir.

Aradan zaman geçer, o söz konusu kişi ise, size 1-2 çocuğundan söz eder..

-Keko, senin 6 çocuğun yok muydu, ben öyle duymuştum..' dediğinizde cevabı hazırdır:

-Haaa, 4 tane de kız var..

Onlara, 'kızım' bile demekten ar edinenler olurdu.

Gerçi bu ilkel ve haram ayırım her yerde de vardır, ama özellikle Kürdler arasında bir 'avam örfü ve kültürü' halinde yaygınlaşmıştı. Şimdi bile etkisi hâlâ da var.. Bizim Karadeniz'de ise, mesele nükte ile geçiştirilir.. Laz babaya, bir kızının dünyaya geldiği söylendiğinde, 'Ben de zâten, oğlan olmazsa kız olsun dediydim..' deyişinde olduğu gibi.. Orta Anadolu'da da özellikle Konya yöresinde 3 yıl kadar süren memuriyetim sırasında yine halkla iç-içe olduğum halde, böyle keskin ayrımcılıkla karşılaşmamıştım.

Ayrıca, Anadolu'nun pek çok yerinde olduğu gibi, Diyarbekir yöresinde de, çocukları babalar- anaların, kendi ana-babalarının veya kayınvalide ve kayınpederlerinin yanında sevmesi de ayıp sayılırdı. Bu hoş olmayan âdet Karadeniz'de de vardı. Bugün nisbeten zayıflamış bulunuyor bu davranış şekli.. Ki, çocukların hâlet-i rûhiyesinde yaralar açabiliyordu. Adıyaman'lı bir arkadaşım vardı, 'Ben babamın beni bir kez bile sevdiğine, elini başımın üzerine koyup beni okşadığına şahid olmadım..' diye hayıflanır ve bu yüzden acıma ve sevmenin ne demek olduğuna dair çocukluk dönemindeki terbiyelerden mahrum kaldığını yakınarak anlatırdı. Dahası, bu arkadaşım, çocuklarını seven arkadaşlarını görünce onları hayretle seyreder ve hattâ ayıplardı, çocuk sevgisi de neymiş diye.. Biz de ona, 'Hele bir evlen, o zaman anlarsın..' derdik. Bir zaman sonra bu arkadaş evlendi, bir kızı oldu, çocuk hele de sevilecek yaşa gelince, bu arkadaşımız ona nasıl vuruldu, anlatılamaz.. Hattâ, kendisi evdeyken, hanımı bir yere gidecek olursa, 'Kızı bırak da, sen nereye gidersen git..' diyecek kadar bağlanmıştı.

*

Bu arada hele de köylerde ve küçük kasabalarda Kürd kadınlarının neredeyse yüzde 70'i Türkçe bilmezler veya daha da acısı, kendi çocukları da Kürdçe bilmediklerinden, çocuklar ve anneler birbirlerinin ne dediklerini tahminî olarak anlasalar bile, kendi meramlarını tam olarak ifade edemezlerdi. Daha yeni zamanlarda bile, 2000'li yılların başında, bir deprem felâketinde her şeyini kaybetmiş bir ananın, derdini o bölgeyi ziyaret eden bir Ordu Komutanı Orgeneral'e anlatmak isterken, o kocaman rütbeli, ama, insana ve insan haklarına saygı nedir bilmeyen komutanın, 'Derdini Türkçe anlat, ne istersen karşılarız..' dediği medyaya da yansımış ve etkili makamlardan kimsecikler o vandallığı eleştirememişti.

*

Siirt'e bağlı bir ilçe olan Batman yeni Vilayet olmuştu o yıllar.. Çünkü, 1950-55'ler öncesinde küçük bir ilçe olan Batman, orada Türkiye Petrolleri'nin bir 'rafineri'si sâyesinde giderek büyüyordu. Raman Dağı ve civarında çıkarılan petrol sebebiyle, petrol sanayii yeni yeni gelişiyordu.. Binlerce petrol işçisi, 100'lerce mühendis çalışıyordu. Bu yüzden Batman artık Siirt'ten de büyük, 40-50 binlik bir şehre dönmüştü (şimdilerde 350-400 bini bulduğu söyleniyor..)

Diyarbekir'den Batman'a giderken, yol üzerinde Osmanlı öncesi dönemden kalma Malabadî Köprüsü vardı. Görmeye değer bir tarihi eserdi burası.. İki kağnı arabasının yanyana geçebileceği genişlikte, (Bosna'da, Mostar'ın ünlü köprüsünü andıran şekilde) ortaya doğru yükselen, ve amma, iki tarafında da, kervansaray hizmeti veren, misafir odalarına inilen bu köprü 800- 900 senelik geçmişiyle ilginçti. Sonra, köprünün tarihî dokusuna zarar vermemek için yanı başında düz bir beton köprü daha yapılmıştı.

*

Bu arada Lise fark derslerini bitirmek için sıkı bir çalışmaya da girmiştim. Çünkü üniversite imtihanına girebilmek için, Lise dengi bir okulu bitirmek yetmiyordu, Lise diplomasını da almam gerekiyordu.

Ama bu derslerde hiçbir temel eğitimim yoktu. Çünkü okuduğumuz Kavak Ortaokulu'nda Fizik- Kimya, Cebir-Geometri ve Fransızca hocaları olmadığından, bu dersler okutulmaksızın Ortaokul mezunu olduğumuz yazılıydı diplomamızda.. (O dönemlerin Türkiye'sinin hangi durumda bulunulduğunun anlaşılması için de anlatıyorum bunu.. Samsun'a 45 km. uzaklıktaki ve Samsun- Ankara yolu üzerindeki bir ilçede bile eğitim durumu böyleydi. Bu durumu bir de, ülkenin uzak köşelerine uygulayınız, facia daha iyi anlaşılır.)

*

Sağlık Okulu'nda yabancı dil olarak Fransızca vardı, o bakımdan, lise fark derslerini vermekte onun faydası vardı. Ama, Fizik- Kimya, Cebir, Geometri yoktu. Bu kadar zayıf bir durumdayken, bu dersleri dışardan okuyup, sonra da bitirme imtihanlarına girmek için çok çalışmak gerekiyordu. Daha önce, askerdeyken, Erzurum'da katıldığım üniversite giriş imtihanlarında bir yere kaydımı yaptıracak kadar puan almıştım, ama lise fark derslerinin bitirme imtihanlarını tamamlayamadığım için kayıt yaptıramamıştım.

Bu derslere çalışırken, kimyayı bayağı sevmiştim ve severek çalıştığım için onun imtihanını vermek zor olmadı. Fizik'i de anlıyordum, ama, Cebir ve Geometri ile hiç başım hoş değildi, bu gün de öyledir..

1966 yılında nihayet bütün dersleri vermiş ve lise mezunu olmuş ve de üniversite giriş imtihanlarına girmek katılmak hakkını elde etmiştim. Ve Erzurum Tıp, Ankara Hukuk ve İstanbul Hukuk ve bir fakülteye daha, aldığım puanla kayıt yaptırabileceğim bildirilmişti. O zaman Üniversite giriş imtihanlarının usulü böyleydi.

Lise muadili Sağlık M. Okulu'nu Ankara'da okuduğum için Ankara'yı iyi tanıyordum ve öğrenebileceğim fazla bir şey de yoktu. Yahya Kemâl'in, M. Kemal tarafından kendisine sorulan 'Ankara'nın nesini seviyorsun şair?' diye sorması üzerine, 'İstanbul'a dönüşünü..' şeklinde verdiği cevabı severdim. Çünkü İstanbul sadece tabiî güzellikleri değil, tarih ve kültürüyle, dünyaya açılan büyük bir pencere durumunda olduğundan, az bildiğim ve çok bilmeye iştiyak duyduğum İstanbul'u tercih etmiştim.

İstanbul Hukuk'a yazılmıştım, ama memuriyetim henüz Diyarbekir'deydi. Gerçi Fakültede dersleri takib etmek mecburiyeti vardı, ama ilk sınıftaki öğrenci sayısı bile binden fazla olduğu için, kontrol yapılmıyordu. Amfiteatr şeklindeki kocaman sınıflara 800- 1000 öğrenci dolar, hocalar derslerini makineli tüfek gibi anlatır- giderlerdi.

Öğrencilerle beyin teması kurmak isteyen hocalar az idi. Tarık Zafer Tunaya ve Sulhi Dönmezer gibi hocalar buna dikkat ederler, onlar da, bol bol kemalizm, laiklik ve gericilik konularına değinirlerdi.

Tarık Zafer, 'İttihad-Terakki döneminden beri, ilerici (dediği) güçlerin, İslâmî cereyanları buldozerle üzerlerinden geçercesine ezdiğini' büyük bir coşkuyla, sanki o buldozerleri kendisi kullanıyormuşçasına anlatırdı. Ord. Prof. Dr. ve Hocaların Hocası diye tumturaklı unvanlarla anılan Sulhi Dönmezer ise, Ceza Hukuku sahasında laikliğe karşı olan zihinlerin ipucunu hemen keşfetmek kabiliyetinden dolayı mahkemelerce bilirkişi olarak belirlenmesinde emsalsizdi ve Ceza Kanunu'nun 163'ncü maddesini, laikliği, M. Kemal'in özel olarak koruyan 5816 sayılı kanunu tahlil etmekte öyle bir devrimci heyecanla ders verirdi ki, itiraz etmenin en hafif karşılığı herhalde Fakülte'den kaydınızın silinmesi olurdu. (Bu kişi öldüğünde, dönemin Adalet Bakanı C. Çiçek'in ona düzdüğü medhiyeler karşısında, nasıl, hayır-dualı sözler ettiğimi hatırlıyorum.)

(Devam edeceğiz, inşaallah..)

*

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN