Arama

Mustafa Özcan
Eylül 26, 2020
‘Selefi terörü’

İslam terörü veya Hristiyanlık terörü olmayacağı gibi Protestanlık terörü veya Şii veya Sünni terörü de olmaz. Bu tür başlıklar esasında Fransa'da son günlerde gündeme gelen 'Sünni terör' yaftasını hatırlatıyor. Fransa İçişleri Bakanı Gérald Darmanin Fransa'ya yönelik en büyük tehdidin İslami kökenli terör ihtimali olduğunu ve özellikle de Sünni kaynaklı bir terör tehdidiyle karşı karşıya bulunduklarını söylemiştir. Rakam da vermiştir. 8132 kişinin terörist eğilimi taşıdığını ileri sürmüştür. Böylece ilk defa Sünni kökenli potansiyel teröristlerden bahsetmiştir. Bunlardan maksat da Selefi kökenli bazı gruplar olsa gerek! Zaman zaman siyasal İslam adını verdikleri akımı da muhtemel terör destekçileri arasında zikrediyor, gösteriyorlar. Alman Federal Haber Alma Servisi (BND) bazı raporlarında Milli Görüş içinde radikal ve militan unsurlardan bahsetmiş ve potansiyel olarak bunların 10 bin sayısına ulaştıklarını iddia etmişti. Cübbeli Ahmet Hoca'nın ihbar kabul edilen CNN'deki açıklamalarından sonra İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da konuya el atmış ve Selefilerin Türkiye'deki çetelesini açıklamıştır. Bu meyanda tabanlarının 20 bin kadar olduğunu söylemiştir. Bu müphem bir rakam ve ifadedir. Şöyle ki, bu sayı örgüt elemanı veya militanı olarak mı veriliyor yoksa gerçekten de sivil taban olarak mı? Eğer potansiyel terörist sayısı ise Fransa'dan çok çok fazla. Fransa'da 10 milyon Müslüman var bunlar arasında 8132 sayısı fazla sırıtmaz. Orada da selefileşme eğilimi var. Türkiye'deki rakamın büyüklüğü belki de bakan beyin ifade ettiği gibi Suriye ile Irak'la komşu olmamızdandır. Bu ülkelere sınırlarımız kevgire ve ateş hattına dönmüştür.

Burada bir şeyin analizini iyi yapmalıyız. Bir din veya mezhep hatta akıma toptan terör yaftası yapıştırmak doğru değil. Bununla birlikte kurmaca olmakla ve bazıları bu kurgunun tuzağına düşmesiyle birlikte IŞİD'e yönelik böyle bir algı oluşmuştur, haklarındaki bu genel tanım da yanlış değildir. Zaten ona atfedilen işlevsel misyon da budur. Adeta dünyaya yönelik dikilmiş bir korkuluktu. Bunun dışında KAİDE bağlantılı HTŞ veya Nusre Cephesinin de ölçüyü aşan bazı tutum ve davranışları gözleniyor elbette toptancı yaklaşımdan kaçınılarak ince eleyerek sık dokuyarak bunların da ele alınması ve eleştirilmesi yerinde ve gereklidir. Örgütlerin teröre nispet edilmeleri normaldir. Lakin burada Mısır, BAE ve Suudi Arabistan keyfi olarak Müslüman Kardeşlerini de nahak yere terör kapsamına alıyorlar. Nitekim Kılıçdaroğlu da böyle yapmıştır. Bunlar devlet yasallık taşımadığı için örgüt şeması içinde görülüyorlar. Halbuki sivil toplum örgütü olarak da görülebilirler. Nitekim, Batı'da büyük çapta öyle algılanıyorlar. Bunlar Ürdün, Kuveyt, Cezayir gibi ülkelerde yasal zeminde faaliyette bulunuyorlar. Demek ki her örgüte de yine terör yaftası veya sıfatı yakıştırılması yerinde değildir. Sapla samanı ayırmak gerekir. Kısaca genellikle kitleselleşen din ve mezheplere karşı terör yaftasında bulunmak haksızlığa kapı aralar. Batılıların Hizbullah'ın siyasi kanadıyla askeri kanadını ayırmaları ve askeri kanadına terör yaftası vurmaları bu kabinden doğru bir yaklaşımdır. Zira bu örgütün askeri kanadı Suriye gibi ülkelerde terör estiriyor ve sivilleri katlediyor. Başka ülkelerin taşeronluğunu yapıyor. Bununla birlikte yine de mezhep veya din bazında terör yaftası kullanmak yanlıştır. Bu bir milleti muayyen bir geçmişinden dolayı katil millet olarak tanımlamaya benzer. Bu anlamda Şiiler veya Yahudiler için yapıldığı gibi tarih boyunca muayyen milletlere pozitif ayrımcılığa götüren mazlum millet yakıştırması veya yaftası takmak da yanlıştır. Zaman zaman zulüm gördükleri ise doğrudur. Lakin tüm zamanların mazlumu oldukları iddiası adil bir tanımlama değildir.

Bu açıdan kimi gazetelerin 'selefi terör' ifadesi kullanması toptancılığa karşı çıkan Türkiye'nin tezlerine de aykırıdır. Selefilik bir meşrep bir eğilim ve akımdır. İçinde bir din kadar çeşitlilik vardır. Yani efradına cami ağyarına mani bir tanımı yoktur. Genel mecra içinde çeşitlilik vardır. Bu nedenle de haklarında tamim yapılamaz. Mesela onlar da birbirlerini tekfir ederler. Günümüzde ilmi selefilik denilen bir selefi akım vardır. Genellikle siyasetten de silahlı hareketler veya örgütler kurmaktan da son derece uzaktırlar. Hatta bunlar arasında yer alan bazıları Türkiye'ye sadakatte birçok kesimle yarışabilirler. Abdullah Muhaysini veya Sefer Havali gibi şahsiyetler Türkiye'ye sadakatte kusur işlemiyorlar. Muhammed Kutup'un öğrencisi Sefer Havali gibiler bedel de ödüyor. Şahsi tasarruflarında bazı hataları olabilir. Bu kadar kusur kadı kızında da bulunur. Bu andığımız isimler Türk liderlerini tekfir eden Ürdünlü Selefi Ebu Muhammed el Makdisi gibilerin anlayışından son derece uzaklar. Bu açıdan bütün Selefileri aynı kefeye veya sepete koymak hem onlara zarar verir hem de bize bir şey kazandırmaz. Siyasi selefilik yelpazesi de var. Selefi çeşitlilik hasra gelmez ve bu nedenle de hepsine aynı tanımı yapmak ve kategoriye sokmak yanlıştır. Sözgelimi İhsan Süreyya Sırma'nın ifadesiyle kendini Şafii-Nakşibendi olarak tanımlayan Muhammed Hamidullah, Halit Muhammed Abduh tarafından selefi olarak tanımlanmıştır. Buradaki selefilik ifadesi çok su kaldırır ve çok elastiki bir kavramdır.

Bu itibarla 'selefi terör' ifadesi gereksiz ve yanlış olmuş ve böylece kendi kuralımızı da çiğnemiş olduk. Şii, Sünni terör olmayacağı gibi İslami veya Yahudi terör de olmaz. İsrail terörü olabilir. Millet değil ama devlet de en geniş tanımıyla bir örgüttür. Bu açıdan Chomsky Amerikan teröründen bahseder. Bununla birlikte IŞİD'in selefi öncülü kabul edilen Vehhabilik zuhurundan sonra birçok terör eylemine imza atmıştır. Adeta İsrail'in kuruluşundaki Yahudi çeteleri veya örgütleri gibi davranmıştır. Bununla birlikte yine de Vehhabiliğin cinayetleri Şah İsmail'in cinayetlerinden ehven kalır. Vehhabilik kendini İbni Teymiye anlayışı üzerinden Hanbeliliğe mal etmiş ve bağlamıştır. Halbuki ulu'l emre itaat noktasında en hassas davranan isimlerden birisi Ahmet bin Hanbel'dir. Onun Cehmiye veya sınırlı bir şekilde tasavvuf çığırına mesafeli davranması zamanla Vehhabiler'de kontrol dışına çıkmış ve mutlaklaşıştır. Bu da onları terör eylemlerine sevk etmiştir. Onların izinden giden kimi IŞİD mensupları Allah adına veya Şeriat adına kelle kopararak önlerine çıkanı cezalandırma cihetine gitmişlerdir. Şah İsmail döneminde Safeviliğin zuhuru da aynen böyle olmuş ve Ehl-i Beyt katillerinden hesap soracağız dile birçok masumu öldürmüşlerdir. Günümüzde bu husus Arap Baharından sonra İran coğrafyasından Suriye ve civar coğrafyaya intikal etmiştir. Suriye'de Hizbullah kisvesinde çağdaş Safeviler ile IŞİD kisvesinde çağdaş Vehhabiler yeniden dirilmiştir.

Bunlar indirgemeci hareketlerdir. Dolayısıyla bakış açıları adil değildir. Kültürel donanımları yetersizdir. Çabuk yayılan ve seri üretime geçerek hormanal büyüyen, genelleşen tarikatlarda da kültürel kodlar zayıflamaktadır. Dolayısıyla Vehhabilerle ilgili algı veya hüküm sosyolojik olarak kimi tarikatlar için de geçerlidir. Bazı ortak paydalar sosyolojiktir. Vehhabiliği azdıran hususlardan birisi de güç olmuştur. Garaudy'nin tasvir ve tespitiyle petro dolarlarla birlikte kendilerini aşırı güvende hissetmişlerdir. Halbuki, onlara ve İran Şiiliğine ön açan önce İngiltere ardından da ABD olmuştur.

Cübbeli Ahmet Hoca'nın Selefilikle ilgili CNN'de yaptığı açıklamalar hem usul hem de esastan isabetsiz olmuştur Cübbeli Ahmet Hoca bu açıklamaları hangi sıfatla yapmıştır? Zira sıradan insanların ulaşamayacağı bilgilerden bahsetmektedir. Bir de açıklamalarında tutarsızlık vardır. 1500-2000 sayısına ulaşan Selefi derneklerden söz etmiş ardından da onda biri veya 150'si hakkında çağrılması halinde ilgili makamlara ve savcılığa bilgi verebileceğini söylemiştir. Burada zanlı örgüt sayısı 150 ise niye 2000 rakamı da telaffuz ediliyor ve onlar da müteselsilen zan altında bırakılıyor? En azından bu noktada özensizlik var. Elbette bir hoca olarak bu hususla ilgisi olması yerindedir. Lakin bu ilgi münhasıran yöntemleriyle alakalı alanda kalmalıydı. Zira hocanın iştigal alanı budur. İşin polisiye kısmı polisi ilgilendirir. Süleyman Soylu'nun beyan ettiği gibi elbette polis onun vereceği bilgilere bigane kalamaz. Dinler ve analiz eder. Bu onun görevleri arasındadır. Ama Cübbeli Hoca'nın böyle bir görevi yoktur ve bu bilgileri ekrandan ulu orta bir şekilde savurması, bunu paylayacağını söylemesi de yanlıştır. Bu da meseleyi maalesef yanlış bir mecraya dökmektedir. Bu huzur teminine hizmet etmez. Yani Cübbeli'nin maksadına hizmet etmez. Meşrepler arasındaki uçurumu büyütür ve kapışma zeminini genişletir. Bu yapıcı bir davranış değildir. Sonuç itibarıyla ne İsmail Ağa bir mezheptin ne de Selefiler. Her iki taraf da zahiri-batini kanatları temsil eden meşrepler zümresine girer. Kadizadeler ile Sivasiler gibi! Arada zıtlaşma olabilir. Lakin bunu kışkırtmak ve büyütmek hikmetten sayılmaz ve ülke huzur ve selametine hizmet etmez. Cübbeli Ahmet'in açıklamalarına veya konuşmalarına hacr yani sınır koymak veya tahdit koymak doğru olmaz ama sefihlere mal tasarrufunda hacr usülü uygulandığı gibi en azından maksadı ayan hususlar da teşvik görmemelidir. Reyting kaygısıyla her gelene mikrofon tutmak da bunları yaygınlaştırmak da doğru değildir. Sonuçta masum insanları endişeye sevk edeceği gibi kendini o meşreple ilintili görenleri de kaygıya sevk eder. En azından bu söylemlerin sağlıklı olarak analiz edilmesi gerekir. Eğer kimi selefiler de böyle bir eğilim varsa da-ki var- ölçüsüz ve gelişigüzel mukabelelerle yanlış ikiye katlanıyor, çıkartılıyor. Bazılarının sadakati sorgulanıyor ve ülkeye yabancılaştırma cenderesine sokuluyor.

Selefilerin silahlanması

Selefiler dernekler yoluyla toplu olarak silahlanıyorlar mı? Konunun uzmanı değilim ve bu hususta bir şey söylemek bana düşmez. Devlet takip eder ve böyle bir şey varsa açığa çıkartır. Lakin bu hususla ilgili acı deneyimlerimiz oldu. Bunlardan birisini de anlatmadan geçemeyeceğim.

Sözgelimi Esat Coşan Hoca'nın Türkiye'den çıkışı böyle bir atmosfere denk gelmiştir. Hoca, ülke 28 Şubat sürecine doğru yuvarlanırken iç savaşın patlak vereceğini düşünüyor ve muhtemel saldırılara karşı hazırlıklı olunmasını istiyordu. Bu süreçte Düzce'de yapılan pompalı bir silah fabrikası isteklere cevap veremez hale gelmişti. Hocanın bu çağrısı kimi kesimlerde silahlı kalkışma tasarısı olarak algılandı. Halbuki, Hocanın niyeti iç savaş çıkarmak değil sadece kargaşa ortamında cemaate ait fertlerin kendilerini savunmasına hazırlık yapmak, imkan vermekti. Nefsi müdafaa. Hoca kaygısında haklı ama düşündüğü tedbirde hatalı idi. O dönemde 'Türkiye Suriye olmayacak' diyen Muhsin Yazıcıoğlu uyarılarında haklı idi. Muhtemel mezhebi kliklerin bir kalkışmasından endişe ediyor ve olması halinde bunun mukavemetsiz kalmayacağını ihtar ediyordu. Bu iki tarz arasında fark vardı. Hoca iyi niyetli ama kötü algılara yol açan bir çağrıda bulunmuştu. Teskin edilmesi gerekir hatta Mehmet Zahit Kotku'nun 12 Eylül öncesinde yaptığı gibi kendisini tutamıyorsa yurt dışına çıkması daha faydalı olurdu. Yurt dışına çıktı ama birilerini ürkütmeden daha erken davranabilirdi. Fitneden kaçınmak evladır.

Bu arada bir şahsi deneyimimi de aktarmadan geçemeyeceğim. Henüz 28 Şubat atmosferi teşekkül etmemişti. Yalçın Doğan o sıralarda Milliyet gazetesinde köşe yazıyordu. Akıcı bir üslubu vardı ve kendisini takip ederdim. Bir gün gözlerime inanamadım. Hatırlayabildiğim kadarıyla 'Mekke'de 27 bin militan' başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Bu tümüyle asparagas bir haberdi. Verileri mantıkla bağdaşmıyordu. 'Delilden önce mantık gelir' diye boşuna dememişler. Suudi Arabistan İslami hareketlerle bağı olan Milli Görüş'u günahı kadar sevmezdi kaldı ki ona militan olma yolunu açsın! Mekke veya Medine'de silah talimi yaptıracaktı? Boş iddialar. Olacak iş değil. İsrail'in Hamas'a üs vermesi gibi bir şey! Belli ki mantık sürçmesi olmuş. Eskiden Araplarla ilgili her şey İslami zannedilirdi. Suudi Arabistan istihbaratının hiçbir dönemde Milli Görüş'e olumlu baktığını zannetmem. O zaman çalıştığım gazetedeki yetkililere bu haberi tekzip edecek karşı bir haber yazmayı teklif ettim. Ne beğenirsiniz? Bana ne deseler iyi: Onları savunmak bize mi kaldı? Halbuki, burada onlar değil sadece hakikat savunulacaktı. Böyle yaparak hakikatin geniş havzasında buluşmak yerine herkes kendi duvarlarını daha da yükseltiyordu. Bazıları kardeşlik hukukunu meşrep hukukuna indirgiyor. Bu da keskinleşmeyi daha da artırıyor. Cübbeli Ahmet'in iddiaları başka birinden gelse onu teskine çalışması ve itidale davet etmesi gerekirdi. Ne olur yangına benzinle değil, suyla gidelim. Bununla birlikte ben konuyla ilgili bir yazı yazdım. Kimseden teşekkür aldığımı da zannetmiyorum. Zaten görevimdi. Lakin Yalçın Doğan benim yazımdan alınmış ve kinlenmiş. Kinini Erbakan Hocanın Libya gezisiyle alakalı yazılarımdan çıkarmaya kalkıştı. Orada bazı Türk öğrencileriyle hoşbeş etmiş ve birlikte olmuştum. Zaten onlarla görüşmemi kaleme aldım. Gizlisi saklısı yoktu. Bunu zorlayarak adeta bir örgüt şeması içine sokmaya kalkışmıştı. Oysa ben ne Kaddafi'yi sever ne de gerçekte öyle bir şey vardı. Yazıya cevap vermeyecek ve ilgilenmeyecektim. ANAP milletvekillerinden Bülent Çaparoğlu, ' bu isnatlar üzerinde kalır, bir şeyler yaz' diye uyardı. Bunun üzerine vazife kabilinden bazı şeyler yazdım.

Yalçın Doğan'ın yaptığı öküz altında buzağı aramaktı. Dolayısıyla bu konularda sağlam bilgiye dayanmadan ortaya çıkmamak gerekir. Yoksa olmayanı örgüt şemasına sokar olanı da şemadan çıkartabilirsiniz. İşi ehline bırakmak en doğru olanı. Bu jurnalciliğe de fazla itibar etmemek lazım. Arap ülkelerinin geldiği durum malum!

Mustafa Özcan

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN