Arama

Mustafa Özcan
Haziran 17, 2020
A’raf’taki Ayasofya!

A'raf askıdaki statü anlamına gelmektedir. Ayasofya'nın üç halinden birini temsil etmektedir. Ayasofya da Süleyman Tapınağı gibi iki dönemi kapsayacak bir biçimde inşa edilmiştir. Süleyman Tapınağı Davud Aleyhisselam döneminde başlamış Süleyman Aleyhisselam döneminde ikmal edilmiştir. Ayasofya'yı inşa edenin Büyük Konstantin olarak anılan kralın olmadığı bilakis Davud-Süleyman bileşkesinde olduğu gibi oğlu Constantius olduğu ifade edilmektedir. Yapımının 34 yıl sürdüğü de gelen rivayetler arasındadır. Kilise 916 yıl ilk haliyle yani kilise olarak hizmet vermiştir. Büyük Konstantin'in kehanetinde olduğu gibi ayın bedir halinde olması gereken bir günde İstanbul el değiştirmiştir. Gerçekten de vakanavüstlerin kayıtlarına göre 29 Mayıs 1453 tarihinde yarım ay tutulması yaşanmış ve bu görüntüsüyle yarım ay, hilale dönüşmüştür. Bu da Bizanslılara korkutmuş ve ayın da hilalle sembolize edilen Türklere göz kırptığını söylemişlerdir. Yani kozmolojik olayların bile Türklerin lehine seyrettiğini söylemişlerdir. 1453 tarihinde cami haline getirilen mabet 1938 yılından itibaren müze yapılarak statüsüzlüğe büründürülmüştür. Ya da ara ve geçici bir statü tayin edilmiştir. Bu mekani ve zamani olarak bir 'no man's land' formülüdür. Yani kimseye ait olmayan bir mekan ve statüdür. Peki bu sürdürülebilir mi? Elbette sürdürülemez. Zira ilk (kilise) statünün sahipleri içlerinde uyanan umutla birlikte bir gün yeniden burasını kilise haline getirmek isteyeceklerdir. Zaten cami olmasını içlerine sindirememişlerdir. Bu umut ancak geçici statünün yeniden eski haline çevrilmesiyle solabilir. İkinci statünün sahipleri yani cami olması gerektiğini savunan fethin çocukları ise buranın yeniden cami haline getirilmesini dört gözle bekleyecek ve istemekten vazgeçmeyeceklerdir. Nitekim bu çekişme dinmeden devam etmektedir. Mesele eninde sonunda bir siyasi irade meselesidir. Şartlar hazır olduğunda burası ya cami ya da kilise olacaktır.

Birileri meseleyi sadece bir ibadet yeri olarak görüyor. Karşıda Sultan Ahmet oldukça ve burası cemaatle dolmadıkça Ayasofya'nın açılmasının lüzumsuz olduğunu savunuyorlar. Böyle bir boyut olmakla birlikte mesele bu boyuttan ibaret değildir. Burası sembolizmle örülü bir mabettir. İslam'da şearillah olduğu gibi şeair el İslamiye de vardır. İslam'ın şiarlarından birisi de ezandır. Bir de fethin şiarı ve sembolü vardır. Bu da İstanbul örneğinde Ayasofya'dır. Ayasofya'nın Yunanistan ile doğrudan bir bağı ve ilintisi yoktur. Burası Doğu Roma İmparatorluğunun bir kalıntısıdır yoksa Yunanistan'ın değil. Bunanla birlikte Doğu Roma İmparatorluğu Batı Roma İmparatorluğundan ayrılınca kendisine yabancılaşmaya başlamıştır. Bir Doğululaşma emaresi olarak Yunan kültürünün etkisi altına girmiş ve şehirde Latince yerine Yunanca konuşulmaya başlanmıştır. Yani Konstantin şehri zamanla Doğululaşmıştır. 916 yıl boyunca Ayasofya'nın cesametine küresel anlamda bir rakip çıkmamıştır. Kısaca bütün zamanların en büyük kilisesi unvanını kazanmıştır. 1453 senesinden 70 yıl sonra İşbiliye'de Ayasofya'yı aşan bir kilise yapılmıştır. Belki de bu, Endülüs'ün işgal edilmesinden sonra İstanbul'un bir rövanşıdır. Kısaca Ayasofya basit bir kilise veya mabet değildir. Aksine Ortodoks dünyanın Vatikan'ıdır ve Fatih Sultan Mehmet Han bilerek burasını fetih hakkı olarak camiye çevirmiştir. Kimi rivayetlere göre 4 ve kimi rivayetlere göre de 17 kilise aynı şekilde camiye tahvil edilmiştir. Fetih ve Fatih böyle bir statünün gölgesinde yaşayamazdı. Dolayısıyla ekümeniklik tartışması da Ayasofya ile doğrudan veya dolaylı olarak bağlantılıdır. Ayasofya Kilise olarak kalsaydı belki de İstanbul çift başlı bir başkent olarak kalacaktı.

1492 yılında yani İstanbul'un fethinden yaklaşık 39 yıl sonra Reconquısta adıyla işgal edilen Endülüs'te taş üzerine taş gövde üzerinde baş bırakılmamış ve bütün camiler kiliseye çevrilmiştir.

Peki neden Fatih Sultan Mehmet Hazreti Ömer'in siresini yani yolunu izlememiş ve Ayasofya'yı eski halinde ve sahiplerinin elinde bırakmamıştır? Hazreti Ömer Kıyamet Kilisesine girmiş ve namaz vakti gelince burada namaz kılmamıştır. Namazını dışarı çıkıp açık bir alanda kılmıştır. Sebebini de 'benden sonra gelenler burada namaz kılmamı gelenek haline getirerek burasını namazgaha yani camiye çevirebilirler' diye izah etmiştir.

Peki! Fatih bu yolu niye seçmemiştir? İslam'da toprak kazanımında iki statü vardır. Birisi barışçı statü diğeri de savaş haline dayalı statüdür. Kudüs emanname ile teslim alınmıştır. Yani bir taş dahi atılmadan şehir ruhaniler tarafından Hazreti Ömer ve beraberindeki heyete barışçı bir şekilde teslim edilmiştir. Bu nedenle de burada fetih hukuku işlememiştir. İstanbul'da ise fetih hukuku işlemiş ve bunun neticesi Ayasofya ile birkaç kilise cami haline getirilmiştir. Kaldı ki bazı kiliseler de sinagog olarak hizmet vermesi için Yahudilere, birkaç kilise de fethe kadar şehre girişleri yasak olan Ermenilere tahsis edilmiştir. Yani kiliseler sadece camiye çevrilmekle kalmamış, daha önce parya muamelesi gören topluluklara da fetih ile birlikte iade-i itibarda bulunulmuştur.

Bunun dışında bir fetih hukuku uygulanmamıştır. Yani Ortodoks tebaa köleleştirilmemiştir. Bu itibarla Ayasofya'nın cami statüsüne çevrilmesine haksızlık gözüyle bakanlar tarihi zemini tanımıyorlar.

Bugün müze statüsünde tutulan Ayasofya Vatikan'ın muadilidir. Yeniden kilise olması potansiyel anlamda Bizans'ın hortlaması anlamına gelecektir. Müze olarak kaldıkça da rahat durmayacaklar ve hak iddia etmeye devam edeceklerdir. İstanbul'un fethi sırasında İstanbul zaten büyük çapta boşaltılmıştı ve Cenovalılar gibi tüccar ve garnizon yapılar kalmıştı. Nüfus azalmasından dolayı zaten birçok kilise işlevsiz kalmıştı. Fetihle birlikte İstanbul'a giren Müslüman halkın da ibadet yerine ihtiyacı vardı. Evet! Ayasofya'nın açılması noktasında cemaat ihtiyacı bir vakıa olmakla birlikte ihtiyaç cemaatle de sınırlandırılamaz. Burada hala tarihin fayları çarpışıyor, bunu görmemek de körlük olur.

Fatih Sultan Mehmet hiç histerik birisi değildi. Müslüman ağırlıklı kozmopolitan bir İstanbul'dan yana idi. Bu nedenle de Bizans müesseselerini devşirmiştir. Yani onlardan yararlanmıştır. Hazreti Ömer İran fatihidir ama Pers divanlarından yani devlet teşkilatından, yapısından yararlanmıştır. Bunda hiçbir mahzur görmemiştir. Fatih de Doğu Roma'yı fethettikten sonra bu kültürel dokudan, siyasi mirastan yararlanma cihetine gitmiştir. Ortodokslarla yeniden kaynaşmıştır. Fetih ile birlikte muğber olan Bizans'ın tebaasının veya Ortodoksların Katoliklere yaklaşmasını engellemeye çalışmıştır. Ortodoksların Osmanlı'ya yabancılaşmalarını engellemeye çabalamıştır. Güç ve kültürel kucaklama bunu temin etmiştir. Zaten İstanbul'daki çatışma günlerinde Ortodoks din adamları Katolik külahı görmektense Müslüman sarığını yeğlediklerini ifade etmişlerdir. Mağlubiyet burukluğuyla Ortodoks tebaanın Katolik dünyaya yelken açması ihtimali etüt edilerek bunu engelleyecek adımlar atılmıştır.. Osmanlılar daima yaptıkları gibi Bizans kalıntıları için de istimale yani ayartma ve yanına çekme politikası izlemişlerdir. Büyük çapta da başarılı olmuşlardır. Bununla birlikte zafiyet küllenmiş düşmanlıkları yeniden yüzeye çıkarabilir. Bu nedenle de zulüm ne kadar yanlışsa zafiyet göstermekte mazlumiyete köprü olur. Kararlılık sağa sola yalpalamaların, savrulmaların önüne kesecektir. Ama fetih ruhu olmadan da fetih gerçekleşmez. Dolayısıyla fetihten önce ruhunu kuşanılmalıdır.

Mustafa Özcan

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN