Arama

Ekrem Demirli
Şubat 6, 2022
İnsan Allah’ı niçin arar?
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Herhangi bir insana 'korkularımız ve zaaflarımız nedeniyle Allah'a inanırız' denilse, neredeyse tereddütsüz bir şekilde, bunu kabul eder. Böyle bir sözden daha makul ve ikna edici bir açıklama aramaz, söze de delil sormaz. Haddi zatında günlük hayat tecrübesinde insana dair bir çok meseleyi zaaflar, korkular ve insanın yetersizliği üzerinden ele almak yaygın bir adet olagelmiştir. Mesela insan 'doğası gereği toplumsal canlıdır' dediğimizde bundan sonra kurabileceğimiz hemen her cümle insanın zaaf ve yetersizliğiyle ilgili olacaktır. Bu durumda bütün toplumsallaşma çabamız yetersizliğimizin iktiza ettiği bir durum olarak kabul edilir. Yüzeysel bir okuma tarzıyla ilahi kitaba baksak, insan Allah ilişkisini zaaflara ve yetersizliğe dayandırmak hemen varabileceğimiz bir kanaat olabilir. Akidenin savunulması üzerine yazılan kelam kitapları, insanın akıl ve öteki kabiliyetlerdeki yetersizliğinden hareketle Allah insan ilişkisini temellendirmişlerdir. 'İnsan kurtarılması gereken varlıktır' Hristiyan ve İslam kelamının Tanrı ve insan ilişkisini açıklamada başvurduğu müşterek hükmü sayılabilir. Hemen her Müslüman, dinin gerekliliğini savunurken 'insanın inanma ihtiyacı' bahsine odaklanır. Geçmişte ve günümüzde yazılan kitaplarda başta Allah'a iman olmak üzere dinin hemen her bahsini savunurken en çok başvurulan gerekçe budur: İnsanın inanma ihtiyacı ve insanın yetersizliği. Allah'a iman, insanın inanma ihtiyacından doğdu denilince tereddütsüz bir doğru öğrendik sanılabilir. Peygamberlere iman ve ilahi kitapların inzali insanın yetersizliği üzerinden açıklanır. Ahirete iman ise insanın yeryüzündeki çaresizliği ve adalet arayışının bir neticesi gibi düşünülür. Haddi zatında Allah isminin kökeni üzerindeki tartışmalarda en çok sığınmak, bağlanmak, korkmak gibi kökü insan zaafında bulunan bir takım anlamlara varmak ittifak edilmiş bir konudur. Bir çok Müslüman aydın, modern insanın dinden kaçarken tutulduğu 'seküler dinler' ile ilişkisini insandaki inanma ihtiyacıyla açıklamak istemiştir. Bu yaklaşıma göre modern insan bir yandan kadim dinlerden ve inançlardan kaçarken o dinleri modelleyen dünya dinlerine ve ideolojilerine inanmaktan vazgeçmemektedir. Çünkü dinlerden ve inançlardan kaçan insan, kendinden kaçabilecek bir imkan bulamaz, bu nedenle de bir sığınaktan ötekine kaçarken yine aciz ve yine yetersizdir.

Binaenaleyh böylesine yaygın ve hüsnü kabul görmüş iddiayı eleştirmek, onu reddetmek hiç kolay değil. Fakat buradaki büyük sorunu daha doğrusu açmazı görmemek de mümkün değildir.

Her şeyden önce çağdaş dünyada dine ve inançlara yönelik eleştirilerde en çok üzerinde durulan iddialardan birisi, insanın korku ve çaresizliği sebebiyle dinin ortaya çıkmış olması, daha doğrusu insanın dini ve inancı bulmuş olmasıdır. Bu durumda inanmak, çaresizliğin örtülmesi demek iken dindarlık da çaresizlik içinde bulunan geçici bir takım tedbirlerin umumi ifadesidir. Tanrı, çaresiz insanın varlığını korumak, bitmek tükenmez korkularını yenmek-yönetebilmek üzere sığındığı bir yerdir demek, modern eleştirilerin ana fikrini özetler. Çağdaş eleştirilerde Tanrı inancı, iyilik ve kötülük telakkisi, öte dünya inancı vb. dinin ana unsurları insanın yetersizliğini gizlemek, bazen tedbir etmek üzere bulunan bir patoloji sayılır. Aydınlanma süreciyle birlikte insan bu patolojiden kurtularak doğayı ve kendini bilimin gösterdiği ilkeler dahilinde açıklama imkanı bulacak, din de meşruiyetini yitirecek, dinin yerini bilim, inanmanın yerini meşakkatli bir açıklama çabası alacak, insan ise zaaflarını örtmek yerine onlarla yüzleşme cesaretini gösterecektir. Çağdaş iddiaların dine yönelik en güçlü iddiası burada tebellür eder:

Doğrusu dinde Tanrı insan ilişkisinin insanın zaafına ve korkularına atıf yaparak açıklandığı kesindir. Fakat buradan hareketle dinlerde Tanrı insan ilişkisi, insanın zayıflığı ve yetersizliği üzerine kurulmuştur demek de abartılı bir yorum olabilir. Bu yaklaşımın hatalı kısmı, bilhassa Sünni geleneği hesaba kattığımızda, Tanrı insan ilişkisinin insan tarafından kurulmuş olduğu kısmıdır. En azından Sünni düşüncede Tanrı insan ilişkisi, insan tarafından kurulmaz, insan Tanrı'yı bulmaz, insan dinin unsurlarını oluşturmaz, insan dindeki gerçek özne değildir. Galiba Müslüman bilim adamlarının geçmişte ihmal ettiği hususların başında bu gelir. Onlar, dini hayatın ve inancın makuliyetini ele alırken kendilerince bir takım gerekçeler aramış, bunun için insanın Tanrı ile olan ilişkisini psikolojik ve sosyolojik ihtiyaçlar üzerinden düşünmüşlerdir. Bu durumda insan, hem bireysel hem toplumsal hayatta kendisine yön gösterecek birisini aramış, din ile ilişkisi bu çerçevede ortaya çıkmıştır. Vakıa bu yaklaşım, neticenin izahı üzerine kurulu görünüyor; gerçekte Tanrı insan ilişkisinin ana fikri burada aranamaz.

Tanrı insan ilişkisi, dini düşüncenin ana akımlarda köklü ve derin bir ilişki şeklinde ortaya çıkar. Tasavvuf, dini düşüncedeki bu yaklaşımı daha ileri taşıyarak Tanrı insan ilişkisini tümdengelim, yani Tanrı'dan hareketle ortaya çıkan bir ilişki olarak kabul eder. 'Tanrı bilinmeyi murat etmiştir' şeklinde başlayan cümleler, dini düşüncenin Tanrı insan ilişkisinin ana fikrini özetler. Bu cümleyi sufilerin ne şekilde aktardıkları ve buna hangi önermeleri dayandırdıkları önemli değildir; bu bahiste önemli olan, dinin insanca kurulan bir ilişkiye değil, Tanrı tarafından gözetilen maksada matuf olarak izah edilme teşebbüsüdür. Binaenaleyh insan, aciz olduğu için Tanrı'yı bulmuş veya korktuğu için Tanrı'yı aramıştır demek yerine Tanrı bildiğimiz veya bilmediğimiz amaçlarla insanı yaratmış, kendini ona tanıtmıştır demek gerekir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN