Toygartepesi’ndeki ev - 1
Toygartepesi, mevkıi îtibâriyle Üsküdar'ın sâir tepeleri (Sultan, Doğancılar…) arasında kalmış olsa bile, önce bu beldeyi, sonra Boğaziçi'ni, nihâyet karşı yakayı kademeli olarak seyredebilme imkânına sahip bulunan yegânesidir. Diğerlerinin bakış zâviyesi buna uymaz.
İşte, Toygar'ın en hâkim mevkıinde, dört dönümlük bahçesi içindeki mütevâzı evinde, bir büyük san'atkâr 1961 yılına kadar ikāmet etmişti: Hezârfen Üstad Necmeddin Okyay.
Altı yıla yaklaşan bir zaman dilimi için, ben de bu hânenin müdâvimi olmuştum. Necmeddin Hoca'nın evi ve buradaki hayatı ile ilgili yazmam istenince, önce hâfızamı yokladım. Kolay değil yıllar öncesini kuyudan çıkarmak… Müktesebâtımı asgarî hatâyla tesbîte zemin hazırlamak üzere, önce evin -mîmârî değil amma- tahmînî ve takrîbî bir planını çizmem gerekiyordu, ben de öyle yaptım. Bunu ortaya çıkacak hâle getirmeyi de Selim Derman oğlum üstlendi.
İster Kuşoğlu yokuşunun merdivenlerinden, ister Selâmi Ali Efendi Caddesi üzerindeki sağa sapan sokakların (Toygar Hamza, Durbali…) birinden Şair Ruhi sokağına erişebilirdiniz. Bu sokağın solunda yüksek duvarların çevirdiği bol ağaçlı büyük bir bahçe vardı. Sokağı dik olarak döndüğünüzde, bu bahçenin mülkiyetini taşıyan iki katlı ahşap evle karşılaşırdınız. Kapı numarası da 5… (Resim:1). İşte bu ev, Üsküdar Yenicami imam ve hatîbi, aynı zamanda Mahkeme-i Şer'iyye Başkâtibi Abdünnebi Efendi'yle (ö.1907) refîkası Binnaz Hanım'ın meskeniydi. Ne zamandan beri buranın sâhibiydiler, bilemiyorum. Lâkin 1882 yılı Eylül ayında bir sabah kapı karşı komşuları, mecâzib-i İlâhiyye'den Mevlidhan Hasan Rıza Efendi (ö.1890) –ki kendisi Said Paşa İmamı lakabıyla anılır; Mehmed Âkif'in ona dâir şiiri 7. Safahat'tadır– hiç mutadı olmadığı halde bu evin kapısını çalar ve açan Abdünnebi Efendi'ye selâm verdikten sonra: "Efendi! Bir oğlun olacak, adını Necmeddin (dînin yıldızı) koy!" deyip yürür gider. Müstakbel baba, o gece evinin penceresine bir de kuyruklu yıldız indiğini görmesin mi? Derken efendim, aylar geçer aradan ve adı Mehmed Necmeddin konacak olan oğlan çocuğu 28 Ocak 1883'de hânelerini şenlendirir.
Bu satırların nâçîz yazarı da –Said Paşa İmamı'ndan 73 yıl sonra– 1955'den îtibaren yine aynı evin kapısını çalmağa ve sâdece dînin değil, sanatın da yıldızı olan bu müstesnâ zâtdan feyz almağa başlayacaktır.
Şimdi –takrîben 100 m2 civarında bir zemîne oturan– bu eve girmeğe hazır mısınız? Ancak, okurlarım verilen alt kat planına da ( Resim:2) bir yandan göz atmalılar ki, her anlatılan, yerli yerine otursun. Sokak kapısından içeri geçince geniş bir taşlığa dâhil olurdunuz. Yerler, Avrupa desenli büyük karo taşlarla kaplıydı. Sol tarafta, üstüne rahatlıkla oturulabilecek yükseklik ve genişlikte aynı cins taştan yapılmış bir basamak vardı ve bunun ortasındaki kapıdan yan bahçeye çıkabilirdiniz. Evin tavanı eski Osmanlı evlerindeki kadar yüksek değildi; hele alt katın odalarına yaklaşık 25 santimlik bir basamakla çıkıldığı için oralarda irtifâ daha da azdı. Sokak kapısını –çalındığında– açmak üzere ya hâne sâkinleri içerden bizzat gelirler, yahut da ucu kapı mandalına bağlı olan ve tavana sırayla çakılı halkalardan geçerek taşlığın sonuna ulaşan ipi çekerlerdi. Esâsen, eski ev düzeninde bu usûl çok yaygındı. Kapı otomatiği denilen âlet o zamanlar düşünülemezdi bile! Ancak, kapıda elektrikli zil tertîbatına geçilmiş, tokmakla "dakk-ı bâb" etmeğe artık hâcet kalmamıştı.
Taşlığın sağında kalan ön oda –ki üç penceresiyle Şair Ruhi sokağına bakardı– Necmeddin Efendi'nin iş odasıydı. Yerli dolapları da bulunan bu odada çalışma masası ile sandalye dışında, hat ve kadîm cild sanatıyla alâkalı âlet, kalıb ve avadanlıkdan başka, mukavva ve kağıd desteleri de dururdu.
Bu odanın karşısında gündelik oturma, misâfir kabûlü ve ders için kullanılan, evin bahçesine nâzır, nisbeten geniş bir oda vardı ki, biz talebeleri Hocamıza dâima burada mülâkî olmuşuzdur. Zâten, o tarihlerde hat sanatına merak asgarîye indiğinden, Mes'ud Kacaralp (1909-1970), Bekir Pekten (1913-1994) ve Nûman Batur (ö.1980?) ile pazar sabahı meşka gelenler topu topu dört kişiden ibârettik. Eski talebesi olan Ali Alparslan (1925-2006) ise ta'lîk hattını daha önceleri (1944-1948) meşk ettiği ve vazifeyle Ankara'ya yerleştiği için derslere gelemiyordu. 1959'da İstanbul'a döndükten sonra devama başladı.
Üç tarafında oturmağa mahsus sedirleri, bir de soldan gün ışığı alan yazı masası bulunan odada, muşambayla kaplı zemîne halı da seriliydi. Kapıdan girişin solundaki köşede birkaç yüksek çekmeceli ve üstü mermer kaplı bir konsol mevcuddu, bunun duvara dayalı aynası da vardı. İçinde Hoca'nın meslekî malzemesinin bulunduğunu hatırlıyorum. Her mevsimde en çok oturulan oda burasıydı; kışın odun ve kömür yakılan sobayla ısıtılırdı. Necmeddin Efendi de meslekî çalışmalarını kışın, üstünde açık gözleri ve küçük çekmeceleri bulunan yazı masası önündeki sedire oturup, eski usûlle sağ dizini dikerek burada yapardı. Evin diğer odalarında olduğu gibi, ahşap pencereler, iki elle yukarıya doğru sürülerek açıldığında menteşeyle tutturulan iki parçalı cinstendi ve bunlar, bahçe seviyesinden fazla yüksek değildi. Aslında, bahçe sokağa göre daha irtifâlı olduğu için, duvarların önünden dışarıyı seyretmek mümkündü.
Odanın solundan mutfağa ve aradaki koridordan bahçeye geçilirdi. Geniş mutfağın içinde ocak mevcuttu; ayrıca hem mutfağı ısıtmak, hem de yemekleri pişirmek için kullanılan bir kuzinenin bulunduğunu hatırlıyorum. Bu mutfağın unutamadığım bir hâtırası vardır: Daha evvel bir kere, ebrûculuğu öğrenmek istediğimi Hoca'ya söylemiş; "Vakt-i merhûnu var, evlâdım" cevâbını alınca bir daha da o bahsi açamamıştım. Haylı zaman geçtikden sonra derse gittiğim 1957 yılı Kasım ayının bir pazar günü, kapıyı refîkası Seniye Hanım (1889-1967) açtı. "Teyze, Hocam nerede?"diye sorduğumda: "Sana mutfakda yemek pişiriyor, yanına bekliyor" dedi. Telaşla içeri geçince ne göreyim? Ebrû teknesini kurmuş, hazırlık tamam..."Evlâdım, sen bu sanatın yapılışını merak ediyordun. Önümüzdeki günlerde, prostat ameliyatı geçirmek üzere ben hastahaneye yatacağım. Bir emr-i Hak vâkî olur da sana öğretemeden gidersem, içimde ukde kalacak. Onun için teyzene yemek pişirdiğimi mahsusdan ben söylettim. Gel bakalım yamacıma!" diyerek, o gün bu sürpriziyle beni hem ağlatmış, hem güldürmüş; akşama kadar da bu câzip sanatın bütün güzelliklerini göstermişti. Hocacığım o ameliyâttan sonra, şükürler olsun, daha on sekiz yıl yaşadı ve beraberce şâd ü handan olduğumuz nice günlere eriştik.
Necmeddin Hoca "Üsküdar ağzı" Kur'ân tilâvetinde önde gelenlerden olduğu cihetle, bâzan şevka gelir, aşr-ı şerîf okuyarak dinleyenleri de coştururdu. Hocanın sesi tîz perdedendi. Bu husûsiyetinden kaynaklanan bir nüktesini yazmadan geçemeyeceğim: Bir ziyâretimde kapıyı çalınca, içerden duyulan "Kim o?" sesini, hanımıyla karıştırıp "Ben geldim teyze" demiştim. Kapıyı bizzat Necmeddin Efendi açmasın mı? Mahcûbiyetimi: "Seniye teyzenin sesine benzettiğim için öyle dedim Hocam, affedersiniz" sözüyle gidermeğe çalıştım. Verdiği cevap pek şirindi: "İster 'teyze' de, ister 'amca' de… Bizim için artık farkı mı kaldı a evlâdım!".
Şimdi yine kaldığım yerden devam edeyim: Yemekler umumiyetle mutfakdaki masada yenir, aynı maksadla yaz aylarında bahçeden de istifâde edilirdi. Evde dâimî bir yardımcı bulunmadığı için, mûtad işler hanımı ile Hoca arasında taksim edilmiş gibiydi. Mekânın umumî temizliği ise, belirli aralıklarla çağrılan gündelikçinin mesâisiyle olurdu.
Bütün Osmanlı erkekleri gibi Necmeddin Efendi de gecelik entarisi giyerdi ve bu alışkanlığından daha sonraki pijama devrinde bile vazgeçmiş değildi. Eğer ev dışına çıkmayacaksa, aynı giyim tarzını gün içinde de sürdürürdü. Eskiden yaygın olan –mevsimine göre pamuklu veya yünlü– uzun don da onun bu kıyafetini entari altından tamamlardı. Bahçeye çıkarken ise, entarisinin eteklerini içine yerleştirdiği bir pantolon giymeyi âdet edinmişti. Geleceklerinden haberdar bulunduğu misafirleri varsa, onları mutlaka elbiseli olarak karşılar; habersiz gelen yabancıları da –ev kıyafetini hemen değiştirip– öyle kabûl ederdi.
Birçoğu heybetli olan ağaçların yer aldığı o geniş bahçedeki erik, malta eriği, kayısı, şeftali, ayva, nar, elma, armut, ahlat, ekşi kara ve beyaz dut ağaçları hâfızamda iz bırakan meyva hazîneleri... Bunlar, mevsimi geldiğinde taze taze koparılıp misâfirlere ikrâm edilir, bâzılarından reçel yapılırdı. Zannederim 1957 yılı Kurban Bayramı, ekşi kara dutun olgunlaştığı zamana denk gelmişdi. Okyayları tebrik sonrası, Mustafa Düzgünman (1920-1990) ve Niyazi Sayın ile daldığımız dut dalları altından çıkınca, lekelerden rengi kızarmış bayramlık ceketlerimizle birbirimizin hâline nasıl da gülmüştük! Bahçede yetiştirilen –resim gibi, hem de hormonsuz!– domates, salatalık, mısır ve bâzı sebzeler de hâlâ gözümün önünden gitmez.
Necmeddin Efendi 1926'da meşhur gülcü Şükrü Baba (ö.1956) ve Tuğrakeş Hakkı Bey'in (Altunbezer, 1873-1946) teşvîkıyle gülcülüğe merak sardırınca, ağaçlarla kaplı bahçede, kendisine gül yetiştirecek yer bulamamış. Annesi de bu hususta müsâmahakâr davranmayınca, gözüne kestirdiği bir sâhadaki ağaçların "köküne kibrit suyu" ekmiş! Tabiî, ağaçlar kısa zamanda kuruyunca –Süheyl (Ünver,1898-1986) Bey'in tâbiriyle– "gül çapkını" Necmeddin Hoca da, böylelikle gül fidanlarına yer açabilmiş. Validesi, durumu farkettiyse de, artık yapacağı bir şey kalmadığı için, biraz söylendikten sonra hezâr-fen tabiatlı oğlunun bu yeni merâkını -o da merakla- tâkîbe başlamış. Necmeddin Hoca bu fidanlıkta dörtyüz çeşide kadar gül yetiştirip katıldığı sergilerden madalyalar bile kazanmış. 1955 yılında hat meşkıne başladığım zaman, yaşlılık ve hastalıkları sebebiyle eskisi gibi gülcülükle uğraşamıyordu, buna rağmen bahçesinde kırk çeşidi kalmıştı (Resim:3). Gül budarken veya aşısını yaparken, sevimli telâşıyla onu seyretmenin, yâhut yaz sıcağında sandalyeye oturup da belden yukarısıyla bahçede güneşlenmesine şâhit olmanın şetâretini ancak şimdi idrâk edebiliyorum.
Doğrusu, Mayıs ayının gül râyihasıyla ve renkleriyle dolu günleri unutulur gibi değildi (Resim:4). Bunu bilen dostları da gül mevsimi boyunca Toygartepesi'ne ziyâreti sıklaştırırlar, bilhassa Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki Türk Tezyînî Sanatlar Şûbesi muallimleri (Resim:5), o günlerde Hoca'nın bizzat pişirdiği Özbek pilâvından ve hanımının leziz yemeklerinden nasip alacakları günü beklerlermiş! Yaza tesâdüf eden eski Ramazanlarda yine bahçede verilen toplu iftarların letâfetini de duymuşumdur. Benim zamanımda, ikrâmı seven Okyay âilesinin artık böylesine geniş ziyâfetler tertipleyecek bedenî güçleri kalmamıştı.
Bahçenin eve yakın bir yerinde, suyu zengin bir kuyu ve buna bağlı tulumba tesîsatı vardı. Şehirde su şebekesi tesîsinden önceleri, evin su ihtiyacı buradan karşılanırmış. Yine tulumbaya yakın küçük bir su havuzu da mevcuddu. Bahçe duvarına bitişik bir mahalde de Hz. Hüdâyî dervişlerinden birkaçının makbereleri olup, bunlar üç asır boyunca hürmet ve hassasiyetle muhâfaza edilmişlerdi.
Bahçenin öbür ucunda, alt sokağa açılan bir kapı ile yanında vaktiyle Hoca'nın ebrû atölyesi olarak kullandığı bir oda ve bitişiğinde ahır mevcuddu. Çünkü Yenicâmi'deki imâmet vazîfesine sabah namazı için –henüz gün ağarmadan– indiğinde, merkebine binerek gidip gelirmiş. Her hâlde bunu işiten Ressam Edip Hakkı Köseoğlu (1904-1990), Akademi Balosu için çıkartılan dergiye Necmeddin Efendi'nin eşeğe tersine binmiş olarak resmini çizmiş. Akademi'nin –mûzipliğiyle meşhur– çini muallimi Feyzullah Dayıgil (1910-1949), bu resmi görünce Edip Hakkı'ya: "Karşılaştığınızda Hoca sana: 'Edipciğim, ne zahmet ettin, yaya olarak kendim de gelirdim!' der ise sakın şaşırma!" dediğini Prof. Kerim Silivrili'den (1921-2007) duymuştum. Çünkü Hoca, taşı gediğine koymaktaki mahâretiyle tanınan söz sâhiplerindendi.
Bu ev ve –mevsimine göre– bahçesi, uzun yıllar hoş dâvetlere vesîle olmuştur. Zaman zaman devrin hattātları burada meclis kurmuşlar, hattâ topluca yazılar yazmışlardır. 1340/1922 yılına âid böyle müşterek bir hat örneğini burada göreceksiniz (Resim:6). Satırların ilki Mâcid (Ayral, 1891-1961) Bey, sonraki ikisi Reisü'l-Hattâtîn Kâmil (Akdik, 1861-1941) Efendi tarafından yazılmıştır. Kâmil Efendi, ayrıca üç yarım satır hacmindeki imzâsında İmam Necmeddin Efendi'nin evinde bulunduklarını belirtiyor. Bunun altında Tuğrakeş Hakkı Bey'in satırı var. Daha sonra Bahaddin (Ersin, 1879-1959), Abdülkādir (Şeker,1875-1942) ve Hâfız Eşref (Ede,1876-1954) efendiler imzâlarını koymuşlar. Sağ alt köşede ise "Bu zevâtla iftihâr eden, kulların en hakîri Necmeddin"in imzâsı görülüyor.
Bâzan meşhur Hâfız –aynı zamanda kemankeş– Kemâl (Gürses, 1882-1939) Efendi gelerek bahçede mevlid okurmuş, Binnaz Hanım (Resim:7), bunu içerden ilk dinleyişinde oğlu Necmeddin'e: "Said Paşa imâmı dirilmiş de gelmiş, sandım" demiş, bir başka seferinde dâvetliler arasında bulunan Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmed Celâleddin Dede (Baykara, 1853-1946) "Ne kadar güzel okuyor" cümlesini üç defa tekrarlayarak takdîrlerini belirtmiş, bir farklı meclise ağabeyi Hatib Ömer Vasfi Efendi (1880-1928) ile gelen Neyzen Emin Dede (Yazıcı, 1883-1945) nâyi ile bülbülleri coşturmuş (Resim:8). Hazzın ve şevkın buluştuğu, ruh-nüvâz sohbetlerin sürdürüldüğü daha nice günler... Lâkin, sanatkâr oğulları Sâmi'yi –yanlış tedâvi neticesi– henüz 22 yaşındayken peritonit'ten (karın zarı iltihabı) kaybettikleri 1933 yılı Haziran'ı, bu âilenin üzerine bir kâbus gibi çökmüş; yaşamak kadar ölmenin de Yaradan'ın irâdesinde olduğuna tam îmânları sâyesinde, yokluk ateşini zamanla külleyebilmişlerdir.
(Devamı önümüzdeki haftaya…)
Prof. Uğur Derman
Resim 1: Necmeddin Efendi'nin Toygar tepesindeki evi.
Resim 2: Evin alt kat planı
Resim 3: Necmeddin Hoca ve elinde bahçenin gülü ile Uğur Derman (20 Mayıs 1961)
Resim 4: Kendi yetiştirdiği gülü ile Necmeddin Okyay.
Resim 5: Hat ve tezhip sanatkârları takrîben 1947 yılı Mayıs ayında bahçedeki ziyâfet sonrası bir arada. Oturanlar: (soldan) Emin Barın (1913-1987), Rikkat Kunt (1903-1986), Hâmid Aytaç (1891-1982), Seniye ve Necmeddin Okyay; ayaktakiler: (soldan) Sâcid Okyay, Mâcid Ayral, Kerim Silivrili, Halim Özyazıcı (1898-1964) ve Muhsin Demironat (1907-1983). Resimde misafirlerin bazılarının eş ve çocukları da görülmektedir.
Resim 6: 1340/1922 yılının bir gününde Necmeddin Efendi'nin evinde toplanan hattatların müşterek yazısı.
Resim 7: Necmeddin Efendi'nin annesi Binnaz Hanım'la evin müdâvimlerinden meşhur Demir Hâfız (fotoğraf, 1925-6'da Dr. Süheyl Bey tarafından çekilmiştir).
Resim 8: Demir Hâfız, Neyzen Emin Dede ve Necmeddin Efendi; ayaktaki, oğlu Sâmi (takrîben 1930 yılı).
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.