Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Ekim 12, 2020
15 milyon canlı türü

Bugüne değin tespit edilebilmiş yaklaşık 15 milyon türden kiminin, el-ayak- ağız (İng hand-foot-and-mouth) virüsündeki gibi, çapı 10 milimikron, kimininse, mavi balinada olduğu üzere, boyu 30 metreyi aşkın olup ağırlığı 150 tondur.

Kimi ağaçlar 6.000 ton ağırlığında olup yüzlerce yıl yaşar. Bakterilerin diri kalabildikleri çevre şartları Güney Kutbunun —23° santigratlık ısısından ABD'nin Yellowstone parkındaki yanardağ pınarlarının 85° santigratlık sıcaklığına dek uzanmaktadır. Bununla birlikte ister örgütlenmişlik seviyesi basit tekhücrelilerde, ister örgütlenmişlik bakımından karmaşık kök hücreli bitkiler ile hayvanlarda olsun, dirimin, genlerin talimatları doğrultusunda imâl edilen protein sentezlerine dayandığından daha önce bahsettik. III. Bölümün 'Ç' Altbölümü, I kesiminin 'd' altkesiminde de belirtildiği üzre, 'canlı' ile 'canlı-olmayan' dediğimiz varolanlar, yapı malzemesi bakımından ortak fizik-kimya unsurlarına dayanırlar. Ne var ki ortaklık, bu bildirdiklerimizden ibârettir. Canlı-olmayan unsurlardan canlı yapılara geçiş ikna edici, pozitif tarzda izâh edilememektedir. Böyle bir geçiş, hem Rus biyokimyacısı Aleksandr Ivanovich Oparin'ın 1936da belirlediği varsayımıyla hem de A.B.D.li biyokimyacı Harold Clayton Urey 'nin tasarlayıp yardımcısı Stanley Lloyd Miller'ın 1953'te gerçekleştirdiği deneyle bile kanıtlanmaktan uzak kalmıştır. Bunun en başta bilim teorisine dayanan sebebi var: Geçmişte olup bitenleri en ufak ayrıntılarına dek yeniden diriltmeğe maddeten imkân yok! Bu da, bilimin alışılagelmiş tarifinde yer alan, eldeki teorinin kapsadığı vakıaların tekrarlanabilirlik şartını çiğnemektedir. İster tabii, ister beşerî olsun, geçmişte olup bitmiş bütün vakaların kaderi budur. Yine de bundan geçmiş hakkında hiçbir anlamlı söylemde bulunamayacağımız çıkmaz elbette. Gerek canlılar biliminde, gerek yerbilimde gerekse gökbilimde sağlam belgeler ile sıkı hesaplamalara dayanıldığı takdirde geçmişe ilişkin inandırıcı bilgilere ulaşılabilir. Bu cümleden olmak üzre, taş ile toprak örnekler üstünde yapılmış fizik-kimya incelemelerinden yeryüzünün 4 milyar 600 milyon yıl önce oluşmuş bulunduğu tahmin edilmektedir. Yeryüzünün oluşumundan Kambriyum döneminin ilk evrelerine değin dirimin izine pek rastlanmıyor. Kambriyum öncesi zamanın son dönemlerine tanıklık eden birtakım tortul kaya parçalarında keşfedilmiş olan taşıl hâldeki çekirdeksiz mavi—yeşil yosunlardan Kambriyum döneminde ortaya çıkmış köphücreli, nisbeten karmaşık örgütlenmişliği barındıran denizanalarına, denizyılanlarına, ahtapotlar ile trilopitlere nasıl geçilmiş olduğunu gösterir hiçbir belirtiye sâhip değiliz.[1] Daha da önemlisi, canlı-olmayan moleküllerden canlı olanların türeme ihtimâli akla durgunluk verecekçesine düşüktür. Araştırmalardan elde edilen sonuç uyarınca, meydana gelme ihtimâli 1050 nin altındaysa, bir varolanlar türünden yeni birinin neşet etmesi genellikle imkânsız görülür. Frank B. Salisbury'nin hesaplarına göre, 300 amino asidi barındıran orta büyüklükteki bir proteinin, evrimde organik olmayan moleküllerden oluşma ihtimâli 10600 de 1dir. Bu da, akla havsalaya sığmayan bir rakam.22 Görüldüğü gibi, canlı olmayan unsurlardan canlıya geçişin izâhı, sâdece bilim teorisinde değil, aynı zamanda doğrudan doğruya varolanlar dünyasında imkânsıza yakın müşküldür. Daha doğrusu geçişi, varolanlar yahut nesne sahasında deneysel tarzda belirleyemediğimizden, bilim teorisi çerçevesinde pozitif gerekleri yerine getirmek sûretiyle de açıklayamıyoruz.

Nihâyet şunu söyleyebiliriz: Canlı olmayan ile canlının, bir ve aynı evrenin iki farklı tezâhürü olduğunu seziyor ve ilkece benimsiyoruz. Zirâ her iki kesim de temelde fizik, kimya —atomaltı ile atomlu— özelliklerle donanmıştır. Ne var ki bu temel özellik nasıl oluyor da böylesine bambaşka iki görünüm dünyasına yol açmıştır sorusunu bugün bile tatmin edici tarzda cevaplandıramıyoruz. Bu sorun aslında, sâdece canlı-olmayandan canlıya geçişte karşımıza çıkmıyor; esasında canlıların ve bu arada insanın evrimi için de söz konusudur. Bugün canlılar bilim dünyasında genellikle kabul gören Yeni Darvinci evrim varsayımı doğrultusunda düşünürsek, insanı canlıların genel gelişim çizgisine eklenmiş son halka olarak görmek zorundayız. Bu durumda karşımızda iki şık belirmektedir: Ya, uzvî/organik bünyesiyle insanı, belli bir türden neşet etmiş görür, 'düşünüşünü—düşünmegücü' yönündense onu nevişahsına münhasır, yani canlıların genel gelişim çizgisinden bağımsız kabul ederiz; ya da önceki şıkkı mantıksız sayarsak, onun 'düşünüşünü-düşünme gücünü organik bünyesine bağlar, böylelikle res cogitansı res extensaya indirgeriz. Günümüzde genellikle tercih edilen ikinci şıktır. Ne var ki tıpkı, canlı olmayan moleküllerden uzvî/organik işleyişlerin neşet etmeleri[2] nasıl birtakım tahminlerin ötesinde sağın ve nesnel temellere oturmuş izâhlara dayandırılamıyorsa, aynı şekilde genelde türlerin birbirlerinden, özeldeyse insan soyunun türeyişini inandırıcı kanıtlarla açıklamağa da şimdilik imkân yok.[3]

Canlılar arasında insanın yalnızca 'düşünüşünü—düşünme gücünü göstermesi bakımından değil, ama söz konusu işleyişi (mekanizma) olabilir kılan tekmil bünyesi itibârıyla da istisnâî bir yer tuttuğunu öne sürenler var. Nitekim onlara göre, her canlı belli bir ortama doğup ona uygun yapılışa sâhipken, insan, gerek fizyolojisi, gerek morfolojisi gerekse uzuvlarının gösterdikleri özellikler bakımından hiçbir doğal çevreye uymamaktadır. Bütün canlılara çevreleri doğal olarak hazır verilmektedir.[4] Canlının, bu nedenle mücadele sahası, ortamıyla sınırlıdır. Ortamın sunduğu şartlar çerçevesinde beslenmek ile çoğalmak üzre canlı, gerek türdeşlerine gerekse başka türdekilere karşı mücadele verir. Ama daha önce defalarca belirtildiği üzre, Charles Darwin in iddiası uyarınca, ortam şartları bir kere değişmeğe görsün o çevrede yaşayan türlerin hepsi ortadan kalkmak tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Değişen şartlara ayak uyduranlar çıkarsa, bunlar da, söz konusu beceriyi (Fr-Ing performance) kendi istekleri ve çabalarıyla elde etmezler. Günümüz evrim varsayımı uyarınca, kendi istekleri ile çabalarından bağımsız çalışan genetik düzenlerinde ortaya çıkan beklenmedik değişme ilkin birey, ardından da tür seviyesinde canlıyı ya kurtarır ya da batırır. İnsandan özge bütün canlılarda yaşamanın ortaya çıkarabileceği tekmil temel gereklilikleri karşılayabilecek işleyişler ile örgütlenme süreçleri dünyaya gelinmeden önce annenin bünyesinde tamamlanır.[5]

Yine öteki canlılardan farklı olarak insan, belli bir ortama şartlanıp özelleşmemiştir. Bu nedenle yaşayabilmek için her nerede bulunursa bulunsun, kendine uygun bir çevreyi inşâ etmek zorundadır. İnsana yapıp edeceklerine ilişkin doğuştan sıkı sıkıya belirlenmiş işleyişler verilmemiştir. O, yaradılıştan birtakım istidâtlarla donanmıştır. Ömrü boyunca geçirdiği tecrübeler ile gördüğü eğitim yoluyla istidâtlarını bir ölçüde istediği yolda geliştirebilir. Böylelikle öteki bütün canlılar yalınkat türsel kalmağa hükümlüyken insan, kendine verilmiş türselliğinin yanında toplumsallığa dayalı bireyliliğini oluşturma imkânına mâlik[6] olup çoğunlukla bilgi oluşturabilen canlı olarak nitelenir. Ancak bu, yetersiz bir nitelemedir. Zirâ bilgiden ne kastedildiği açık değil. En geniş anlamda algılar arasında kurulan düzayak, yalınkat bağlar anlamındaysa, bu çeşit bilgiye canlıların kimisinde, hele karmaşık üstün örgütlenmişlik seviyesini tutturmuş hayvanlarda karşılaşabiliriz. Öyleki uyaranlara ne çeşit tepkide bulunacağını tayin eden talimatlar dizisi olarak kabul edersek, bilgi, canlıların en temel genetik yapıları ile işleyişlerinde, DNAsitlerde bile var demektir. Böyle mekanikçi nedenselliğe bağlı olarak boşanan talimat dizileri ile genetik işleyişlerin, algılar arasında bağ kurdurmasıyla ulaşılan belirli tasavvurlar, mâlûmat (Fr-İng information) çeşidinden bilgilerdir.

Kendi ruhî-bedenî (psikosomatik) bünyemizden neşet eden, daha açıkçası, genetik talimat dizilerinin ürünü içgüdülerden, başka bir deyişle, dürtülerden ve algı verilerinden oluşan tasavvurların kendi aralarında kurulan iyice seçikleştirilmiş, sınırlanmış, tam anlamıyla soyut, yânî gerçeklikte karşılığı bulunmayan, şemalar ile kavramlar insana has bilgi demek olan 'cognitionu' sağlarlar. Bahsi geçen soyut şemaların yeniden değerlendirilip benzer olanlar arasında bağlantıların kurulmasıyla sıkı dokunmuş kavram örgüleri anlamına gelen teoriler, giderek spekülatif olmayan ile spekülatif sistemler (Fr-İng construction) vücuda getirilir. Daha önce de zikredildiği üzre, bu işlemi insanın dışında hiçbir canlının becerebildiğine bugüne değin tanık olunmamıştır. Kısmen algılardan hareketle geliştirilen, ama önemli ölçüde doğuştan birlikte getirilmiş dürtü özelliğini gösteren malûmât/information ile bir kat üstü tanıma türündeki bilgilere özne ile nesne arasındaki ilişkilerde rast gelebiliriz: "... Hayvan, tanımanın (Fr connaissances) bilincinde mi, değil mi sorusuna dokunmadan söylenebilecek tek şey" diyor Jean Piaget, "bu bilgilerin, yalnızca algı uyarıcılarının ve bir kez boşanmış davranışın (Fr comportement declenche) alanlarında bulunduklarıdır. Sözü edilen bilgi (Fr savoir) biçimlerinden biri 'becerebilirlik'tir (Fr savoir faire). İşte bu bilgi çeşidi, içgüdü terimiyle tanınır. İnsanda, Descartes'ın savunduğu fıtrî fikirler (Fr idees innees) iddiası değil de, Kant'ın, her çeşit tecrübenin ön şartı anlamında 'a priori' diye belirttiği kategoriler bulunabilir."[7] Bu ve buna benzer başka birtakım akla yatkın mülâhazalar, öyleki deliller öne sürerek mekanikçi nedensel esâslara dayalı Darvinci evrim anlayışına seçenek oluşturabilecek varsayımlar insanın canlılar âleminde kendine has soyoluş (Yfilogenesis) çizgisini izlemiş olabileceğini pekâlâ savunabilirler.[8]

Bunları da dikkate almak sûretiyle evrim vakıasının zihinlerimizde uyandırdığı bir yığın soruya birkaç sağlam ve güvenilir cevap bulabileceğimiz gibi, Darvinci akımın berâberinde getirdiği ahlâk sorunlarını çözmek imkânımız dahî bir ölçüde genişleyebilir. Ancak, seçenek oluşturmak, zıtlaşmak demek değildir. Çünkü ele alınan gerçeklikler, ya bu ya da şu ikilemine sokulamaz. Bakılan açı uyarınca gerçekliklere 'şöyle de olabilir, böyle de' anlayışıyla yaklaşılmalı. Şu bakış açısı, bunu tamamladığı takdirde, incelenen gerçekliğe yanaşmış olunur. Buna karşılık George Gaylord Simpson' un "... bütün canlılar, bir birlik oluşturmaktadır; insanınsa, bu koskoca birliğin bir altbölümü, daha doğrusu maymunlar denilen takıma mensûb olduğuna ilişkin bilgilere ve gerekli esâslara sâhibiz artık..."[9] önermesi, "sâhib olduğumuz bilgiler" in ne denli mübâlağalı çıkarımıysa, Takıyettin Mengüşoğlu'nun "... bir çevre içinde değil, dünyada yaşayan insana tabiat hiç yardım etmemiştir; tabiat insana hazır olan hiçbir şey vermemiştir..."[10] ifâdesi de, gerçekliği yansıttığı pek su götürür bir o kadar aşırı iddiadır. Böylesine her yönüyle olağanüstü çetrefil bir sorun, görüldüğü gibi, kestirmeden çözülemez. İnsan olarak, ne bahasına olursa olsun, kesin ve sallantısız sonuçlara ulaşmak çeşidinden onulmaz zaafımız var. Buna göre, şüpheden hareket eden ve her varılan merhalede yapılıp edilenleri yeniden eleştiri süzgecinden geçiren, üstelik çok geniş bir bakış açısını şart koşan felsefe-bilim, insan tabiatına ne kadar da aykırı bir uğraşı sahası. Bu yüzden de ruhu sıkan, rahatsız eden ciheti ağır basar.

Felsefe bilimi, bizleri nihâi doğru budur türünden bir kesinliğe götürmez, götüremez; böyle bir tutum, araştırmacılığa ters düşer de ondan. Felsefe biliminin temel hedefinin, bilgi kovuşturup edinmek olduğu daha önce defalarca belirtilmiştir. Bilgi, ancak araştırmalar sonucunda elde edilir. Araştırmaysa, bölük pörçük görmedir. Tamamı ânında görmek, Sufîlerde sezgiyle olur. Oysa araştırmada ele alınan konu, tümüyle görülemez. Yalnızca belli bir yanıyla konumuzu tanıyabiliriz. Arkasından, başka bir tarafa sıra gelir. Ancak, bir konunun toptan nice köşe bucağı bulunduğunu baştan kestiremeyeceğimiz gibi, bunu tüketesiye öğrenmemize de imkân yok. Bundan dolayı, felsefe-bilimde sorun hâline gelmiş bir konu, gündemden düşmez. "Araştırmayı burada kesiyorum" demedikçe, araştırdığımız konunun yeni ve önceden görülmedik bir yanını keşfederiz.

İmdi araştırmacı, eleştirmeci, gidimli ve yöntemli özelliklere dayalı felsefe-bilim, insanın imân etme ihtiyacını asla karşılamaz. Zirâ ilk elde bu, onun ödevi değil. İnsanın sözü edilen ihtiyâcını öncelikle din ve Yeniçağda ideoloji dediğimiz —imânî ve dogmacı— kurumlar karşılarlar. Felsefe bilimi, tekrarlamak gerekirse, insanın araştırma, bilme, teorik ve sistemli bilgi kurma iştiyâkını tatmin eder. Şu hâlde beşerî yapıp etmelerimizin hepsine zemin oluşturan dört ana kurumdan din ile felsefe biliminin ödev alanları ve işleyişleri birbirleriyle karıştırılmamalı. Nihâyet bu, felsefe-bilimin M.Ö. Dördüncü yüzyılda meydana gelmesinden beri en sık işlenegelmiş ağır hatalardandır. Görünen varolanlar dünyasının sâdece küçük bir kısmına ilişkin geçici bilgiler, zamanla bütün evrene içkin değişmez doğrular şeklinde görülüp benimsenmişlerdir. Öte yandan, mutlak inanç birimleri olan imânî ve ahlâkî ilkeler ile dogmalar, doğrudan doğruya bilgi sayılıvermişlerdir. Bu daha ziyâde Onyedinci yüzyıldan, özellikle de Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibâren felsefe-bilim teorilerinin, sık sık ideolojilerin dayandığı öğretiler hâline getirilmeleriyle vukû bulmuştur.

Oysa teori ile öğreti, gerek menşe, gerek amaç gerekse anlam bakımlarından birbirlerinin zıttıdırlar. Biri nesnel kaynaklı olup 'pozitif' yapıyı hâizken, ötekisi nesnel tabandan kopmuş dogmacı özellik taşır. Yeniçağın, öncelikle de çağımızın bu alan karıştırma itiyadına en çarpıcı örneği evrim varsayımları oluşturur. Henüz teori hâline bile gelememiş söz konusu varsayımlar, kâh zâten varolan ideolojilerin temel öğretileri durumuna sokulmuş, kâh öğretileştirilmek yoluyla kendilerinden kalkılarak özgün ideolojiler vucuda getirilmiştir. Bütün bu bildirdiklerimizin ışığında Rene Descartes'tan bu yana bilimsel bilgilerimiz, aklı havsalayı durduracak raddede serpilip zenginleşmiş olmalarına rağmen, dogmacı öğretilerden birine saplanmadığımız takdirde canlı-olmayan — canlı, giderek res cogitans — res extensa ikiliği sorununu çözüp aşmış olmanın hâlâ pek uzağında bulunduğumuzu kabul etmek zorundayız. İleride çözülebilir mi? Belli değil. Ama ne olursa olsun, "... hiç ölmeyecekmişcesine çalış!" hadîsinin çağrıştırdığı üzre, hâlledilmesi muhakkakmışcasına, sorunu çözmeğe çabalamalıyız. Felsefe biliminin yüreği durumundaki spekülatif olmayan metafizik, düşünen, araştıran insanı 'her dem tâze' sorunlarla beslemektedir. Res cogitans — res extensa ikiliği de bunların en önemlilerindendir.

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Hayatın Anatomisi – Canlılar Bilimi Felsefesi – Evrim ve Ötesi' isimli kitabından alıntılanmıştır.)

Ş. Teoman Duralı


[1] Yerbilim/geolojik zaman çizelgesinde ilk canlıların yaşadıkları çağlar, karşılaştırmalı şekilde gösterilmektedir. Dikey şekillerdeki aklıklar, taşıl/fosil kalıntılardaki boşluğa yahut kesintiye işâret etmektedir. Özbeslenenler (Fr autotrophes), organikolmayan besinlerle varoluşunu sürdüren fotosentezci plankton gibi, canlılardır. Dışbeslenenler (Fr heterotrophes) ise, uzvî/ organik besinleri tüketen canlılardır —Gonzalo Vidal: "The Oldest Eukaryotic Cells", 37. s.; "Scientific American"da.

[2]Günümüzde kimi moleküler biyolog canlı işleyişlerin, canlı-olmayan moleküllerden türeyişini şöyle düşünüyorlar: "Dünyamızın başlangıcında yer almış muazzam karışım" diyor Stanley B. Prusiner, "hem nükleotitleri, hem amino asitleri barındırmış olmalı. İlk dönemlerdeki şartlarda ya kendiliğinden vucuda gelmiş birleştirimle ya da daha kısa zincirlerin teksiriyle otuz yahut daha da fazla nükleotitten RNA zincirleri oluşmuş olabilir. Zamanla RNA dizileri, peptit alanlarını vucuda getiren amino asit dizilerini kodlamağa koyulmuşlardır. Bugün bildiğimiz 'ters çevirici enzim'e (İng reverse transcriptase) benzer ilk (İng early) proteinlerden biri, RNAsidin kopyasını DNAside çıkararak RNAside dayalı genetik sistemi, DNA temeline oturmuş bir genetik sisteme dönüştürmüş olabilir. Bütün hücrelerin atası sayılan progenotun, bir yanda intronca zengin DNAsidi, öte yanda da bugün bilinen evrensel koda uygun şekilde genetik bilginin proteinlere tercümesini sağlayan ribosomları taşımış olduğu düşünülüyor. Aslında hücrelerin atası ile çekirdekli bakterinin kaynaşmasından hâlihazır çekirdekli hücreler oluşmuştur. Çekirdekli hücreler, mitokondrileri ile kloroplastlarını çekirdekli bakteriden edinmişlerdir" —James E. Darnell, Jr: "RNA", 64. s.; "Scientific American"da. Son zamanlara değin molekül seviyesinde evrimin, mutlaka DNAsitlerin kodlama işlemiyle başlaması gerektiği öne sürülmüştür. Ne var ki, DNAsitlerin nasıl oluşmuş olabileceği sorusuna cevap verilemiyordu. İşte, evrimin, molekül seviyesinde DNAsitle başlamış olmasına ilişkin görüş, bugün nasıl terkedilmekteyse, aynı şekilde, bir varolana canlı denilebilmesiçin onun ya ille DNA ya da en azından RNA içermesi gerektiği kanısı da değişmektedir. DNA ile RNA gibi nükleik asitler, canlılar evriminin ortak temel belirleyicileri olarak kabul edilmişlerdir. Canlılar, birbirlerinden olağanüstü derecede farklı olmakla birlikte, her birinin, nükleik asitlerden oluşan bireysel ile türsel genomları taşımaları, onların ortak olan yanıdır. Bakteriden insana dek türlere biçimlerini kazandıran enzimler ile peptit dizilerini tayin eden DNAsitlerdir. Ayrıca üreme sürecindeki en önemli olay DNAsidin ikilenmesi (İng replication)dir. Kendi başlarına üreyemeyen, bu yüzden de canlı olup olmadıkları soru konusu kılınan virüsler bile, DNA yahut RNAsitle belli bir kimlik kazanırlar. Bitki hastalıklarını bulaştıran viroitler sözgelişi, yalnızca RNA bulundururlar." Prusiner şöyle devam ediyor: "Genetik bilgilerin değişmezcesine nükleik asitlerden proteinlere akışına ilişkin ilke, molekül biyolojisinin temel dogması olarak görülmüştür. Ne var ki, her canlının özelliklerini tayin eden nükleik asitleri bulundurma kuralının dıkkata değer bir istisnâsı var. Bu, prion denilen bir bulaşıcı hastalık taşıyıcısıdır. Prionun en azından kimi memelilerin hücrelerinde yeni prionların üreme sürecini boşandırabildiği biliniyor. Dahası, prionun moleküler yapıtaşları arasında en az bir proteinin yer almasından ötürü, onda proteinin yapısını tayin eden bir DNA yahut RNA numunesinin bulunması gerekir. Bununla birlikte, şimdiye değin derlenen delillerin ışığında prionun hiç nükleik asit bulundurmadığını biliyoruz. Elbette canalıcı soru, prionun, nasıl olup da ikilendiğidir (İng replicate). En akla yatkın ihtimâl, genin, prionda bulunmaması; prionun da, olağan memeli genomunun yapıtaşı olmamasıdır. Bu durumda prion, nükleik asidin ufak bir parçasını içeriyor olmalı. İşte bu nükleik asit parçası, prionda gen etkinliğini başlatıyor olabilir..." —Stanley B. Prusiner: "Prions", 48. — 56. syflr.; "Scientific American"da.

[3] Söz konusu meselede şu hususların da altı çizilmelidir:

  1. Canlıların evrim sürecindeki oluşumu kadar insanın türeyişi de henüz çözülmüş olmaktan çok uzak sorunlardandır.
  2. Canlılar âleminde kendine biçimce en çok benzeyen şempanze ile insan arasında sâdece yüzde 1.2lik bir genetik fark var —bkz: Michael P. Ghiglieri: " The Social Ecology of Chimpanzees", 84. s.; "Scientific American"da.
  3. Şempanze, insana oranla orangutana daha uzak. ikisinin DNAsitleri, yüzde 2.2lik bir fark gösterir —bkz: Michael P. Ghighlieri: a.g.e., 87. s.
  4. Şempanzeden başlayarak başka türler ile insanın morfolojik, fizyolojik ve genetik yakınlığı bunca belirgin olmasına karşılık, onun, başka bir türden genetikce, tesâdüfen türemiş olması ihtimâli, Paris Üniversitesi bilgisayar uzmanı Marcel-Paul Schützenberger in hesaplarına göre, 101000de l'den azdır. Yaptığı hesaplardan Schützenberger, şu sonucu çıkarmıştır: "Yenidarvinci evrim tasarımında kayda değer bir boşluğun bulunduğuna inanıyoruz. Bahse konu boşluğu hâlihazır biyoloji bilgilerimizin ışığında doldurulamayacağı kanısındayız" —Paul S. Moorhead ile Martin M. Kaplan: "Mathematical Challenges to the Neo-Darwinian Interpretation of Evolution", Monograph Nr. 5.; ayrıca bkz: Francis Hitching: "The Neck of the Giraffe", 65. s.; ayrıca, Darwin varsayımının karşılaştığı bellibaşlı güçlükler ile çağımıza etkileriçin bkz: Ş. Teoman Duralı: "Charles Darwin ve Yüzyılımıza Damgasını Vuran Çağdaş Evrim Düşüncesinin Doğuşu", 25. s.

[4] Bkz: Takıyettin Mengüşoğlu: "İnsan ve Hayvan: Dünya ve Çevre/İnsan ve Hayvanın Varlık Yapısında Ortaya Çıkan Zıt Fenomenler", 63. s.

[5] Bkz: Hermann Poppelbaum: "Mensch und Tier: Fünf Einblicke in ihren Wesensunterschied", 93. s.

[6] Bkz: Jacques Ruffie: "De la Biologie a la Culture", 5. Bölüm: "Le Milieu Humain".

[7] Jean Piaget: "Biologie et Connaissance", 83. — 84. syflr.

[8] Bu seçenek oluşturabilecekler arasında Georges Cuviernin, Jean-Baptiste de Lamarck'ın, Richard Goldschmidt'in, Stephen Jay Gould'un, Marjorie Glicksman Grene'in, Francis Hitching'in ve daha başka birçok araştırmacı düşünürün görüşleri ile varsayımlarını sayabiliriz.

[9] George Gaylord Simpson: "TheMeaningof Evolution", 282. s.

[10] Takıyettin Mengüşoğlu: "İnsan ve Hayvan...", 62. s.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN