Selahaddin E. Çakırgil
6.03.2023
Selahaddin E. Çakırgil
‘Depremler var, depremlerden içeruu…’
Tüm Yazıları

‘Depremler var, depremlerden içeruu…’

-Jeo-fizik depremlerden, itiqadî ve ideolojik-fikrî depremlere..-

Milâdî takvimin 6 Şubat 2023 sabahının, sadece ülkemizde değil, dünya jeo-fizik depremler alanında da, çok istisnaî bir yeri olduğunu sonradan anladık.

Çünkü, o sabah henüz, güneşin doğmasına 1 saat kadar varken, biraz haberlere bakayım diye televizyonu açtığımda, 'Osmaniye'de 7,4 şiddetinde deprem' diye bir haberle karşılaştım.

Hemen, Osmaniye geldi gözlerimin önüne.. Evet, Osmaniye modern bir şehirdi; ama, depremin Richter ölçeğine göre şiddeti de çok yüksekti.

*

Ama, asıl ilginç olan ve felâketin çok büyük olduğuna dair bir ihtimalin zihnimde canlanması, Başkan Erdoğan'ın, daha o ilk saatlerde, 'dünyaya çok ağır ve tek başına altından kalkılamayacak derece ağır bir felâketle karşı karşıya bulunulduğu'nun en üst dereceli bildirim şekli olan 'dördüncü derecede alârm' vermesi ve bazı illerin valilerinin (Samsun Valisi'nin, sabahın erken saatinde, hemen, Elbistan'a yine Vali sıfat ve yetkisiyle gönderilmesi gibi) 16-17 ilçede vazifelendirilmesi, çok ağır ve geniş bir bölgede deprem olduğunun ipucunu veriyordu.

Ve.. 6 Şubat öğleye doğru facianın boyutları ortaya çıkmaya başlamıştı.

Adıyaman'dan Maraş'a, Anteb'e, Antakya'ya, Osmaniye ve Adana'dan, Diyarbekir, Kilis, Urfa ve Malatya'ya kadar yayılan ve 14 milyon insanın yaşadığı ve geniiiş bir coğrafyada, dünya depremler tarihinde ikinci bir örneği bulunmayan şekilde, büyük değil, korkunç ve tahmin edilemeyecek büyük bir felâketle karşı karşıya gelindiği anlaşılıyordu.

O kadar ki, ilk depremde sarsılmış, ama yıkılmamış olan binalar da çökmüştü, binler halinde...

Adıyaman ve Malatya'nın her birisinde 1000'den fazla bina yıkılmıştı. Maraş'ta ise, şehrin yüzde 50'sinden fazlası, 200 bine yakın bina yıkılmış veya yıkılması gerekli derecede ağır hasar görmüş. Hele Elbistan, büyük çapta; kezâ, Anteb'in Islahiye ilçesi, Hatay ilinden ve bu ilin tarihî merkezi Antakya'nın yüzde 70'inden fazlası ve İskenderun da yerle bir olmuştu.

Tabiatiyle de bütün bu yıkıntılar altında da on binlerce insan kalmıştı...

Dahası, şehirlerarası yollar, havaalanları harab olmuştu, sadece uçakların inemeyişi değil, karayollarında da iş makinelerinin, otobüs ve otomobillerin bile hareket edemiyeceği şekilde yolların savrulduğu, köprülerin yıkıldığı, 110 bin kilometrekareyi aşan, Yunanistan'dan büyük bir coğrafya ve 14-15 milyonun, sağlam kalan binalarına bile girmekten korktukları bir durum...

Yüz binlerce evlerden ayrı olarak bir çoğunun kıymetleri de o evlerin değerinden aşağı olmayan ve sayıları 100 binleri bulan otomobillerin de ezildiği bir durum. Hava şartları ise, yağmur, kar ve sıfırın altında eksi 18-20 dereceyi bulan soğuk...

*

AFAD, Askeriye, Emniyet, Sağlık Bakanlığı personeli başta olmak üzere yığınla STK kuruluşları... İlk 1-2 günde yol ve hava şartlarının ve ulaşım imkânının olmaması yüzünden bir takım gecikmeler... Ayrıca, sosyal medyadan uydurulan, 'filan baraj patlamış, herkes kaçsın, su altında kalacak..' yalan haberlerle kaçırılan kurtarma ekiplerinin enkaz mahallinden 4-5 saat kaçırılmalarını sağlayan ve hattâ sadece vatan değil, insanlık haini çevrelerin entrikaları... Üstelik de sadece kurtarma çalışmalarına katılan sağlık personelinden 530 kadar, Emniyet personelinden 225 kadar, askerlerden de 100'den fazla kurban verilmesi.

Ve bütün bu durumlara ek olarak bir deprem kasırgası denilebilecek şekilde, 6 şiddetinin altında 4 şiddetinin üstünde, deprem bölgesinin muhtelif yerlerinde her 4-5 dakikada meydana gelen yüzlerce, hatta binlerce artçı depremler...

*

'Zelzele'ye dair ilk bilgilerim, çocukluğumuzda köy hocasının ezberlettiği, 'Zilzâl Sûresi'nde anlatılan son derece etkileyici 'sözlü tasvirler'den ibaretti. 'Bismillahirrahmanirrahîm.. Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı, yeryüzü ağırlıklarını dışarıya çıkardığı ve insanın, 'Buna ne oluyor? dediği zaman.. İşte, o gün yer, Rabbinin ona vahyetmesiyle kendi haberlerini anlatır..(…)'

1950'li yılların başında, yani, gazete-radyo filân'ın olmadığı çocukluk yıllarımda, köylü kadınları -ki, rahmetli anam da onlardan birisiydi,- gramofon plaklarını dinleyip, neresi olduğunu bile bilmedikleri ve 'Ezirgân' diye telâffuz ettikleri bir şehrin acıları için gözyaşı dökerlerdi. Sonra öğrenirdik ki, 27 Aralık 1939'da, bütün Erzincan şehir nüfusunun yüzde 60'ını teşkil eden 33 bin insanın vefat ettiği; 7,9 şiddetindeki deprem'le ilgiliydi o yanık ağıtlar...

Daha sonra bir çok depremlerin ya içinde oldum, ya yazılıp çizilenlerden acı şeyler öğrendim. Ağustos 1966'da, Muş'un Varto ilçesinde büyük bir deprem olmuş ve nüfusun neredeyse yarısı (2500 kişi) vefat etmişti. O zaman Sağlık Bakanlığı elemanı olarak, hemen, bir grup arkadaşla Diyarbekir'den Varto'ya gönderilmiştik.

1970-Mart Soğuğu'nda neredeyse bütün Gediz'in yıkıldığı felâket..

Afganistan ve İran'da da büyük sosyal depremlerle olduğu gibi, büyük -jeolojik- depremlerle de karşılaştım.

*

Şu konuya bir açıklık getirelim...

'Allah adına ceza kesmek' yetkisini kim, nereden ve nasıl alıyor?

Toplumun çeşitli kesimlerinde birçok insan, depremin sadece 'ilâhî bir azab ve ceza olduğu' hakkında ve hele de bu büyük felâket günlerinde, on binlerce mâsum insanlar yıkıntılar altında ve milyonlarca insan da yüreği dağlanmış olarak acılar içindeyken; bazı kişilerin, -iddialarının doğru olup olmadığı da bir ayrı konu- 'hoca veya vaiz vs. unvanıyla videolar hazırlayıp, devamlı, Allah'ın azabından, cezasından bahsetmeleri ve bu görüşleri dillendirerek o mâsumlara bir darbe de onların vurmasından müslüman olarak rencide olduklarını belirtiyor ve, 'Bu gibi gaddar kişiler, bu, 'Allah adına ceza bildirmek' yetkisini nereden ve nasıl alıyorlar?' diye itiraz ediyor.

Evet, bu haklı itirazlara, yerinde suallere sağlıklı cevaplar vermek kolay değil... Biz deprem felâketiyle ilgili yazılarımızda, materyalistlerin- laiklerin 'tabiat kanunu' dedikleri hadiselerin 'mükevvenât'taki bütün her şey için Allah'u Teâlâ'nın ezelden koyduğu ve 'Sunnetullah' denilen ve hükmünü ebediyete kadar sürdürecek kanunlar olduğunu belirttik. Ama, Allah'u Teâlâ'nın, bazı toplumları ikaz etmek için bu ezelî kanunlara istisnaî müdahalesi de elbette vardır; 'Nuh Tufanı' örneğinde olduğu üzere... Ama, Sunnetullah'a göre meydana gelen veya istisnaî ilâhî müdahalelerin zamanını kesin olarak bilemeyiz.

Evet, durum bu iken... Bazı kimseler, depremlerin sadece toplumun bir kısım günahlarının cezası olarak geldiği şeklindeki değerlendirmeleri nasıl söyleyebiliyorlar.

Bir felâket ânında, kişiler veya toplumlar kendilerini hesaba çekebilirler, kendi hayatlarındaki yanlışlarını hatırlayıp, 'keşke öyle davranmasaydık..' diyebilirler; ama, hele de on binlerce mâsumun can verdiği o faciayı yaşamış insanların tamamına yönelik bu gibi suçlayıcı hitabelerde biraz insanî bir nezaket var mıdır?

Yapmayın efendiler... Haydi, bir takım günahkârlar da vardı diyelim, binlerce mâsum yavrular da can verdi, binlercesi anasız-babasız kaldı. Sizin aklınız sadece bu konulara mı erer? Bizi günahlardan tövbe etmeye davet edenler, niye kendilerinin tövbe etmeleri gerektiğini düşünmezler?

Hattâ en azgın bir kişi veya azılı bir düşmanınız olduğunu bildiğiniz bir kişi bile olsa, o, diyelim ki bir kazâ ânında bir arabanın veya yıkıntının altında kaldı ya da denizde boğulmak üzere veya bir yangında alevlerin içinde... Ve bizden yardım istiyor, o durumda, 'Allah senin cezanı vermiş, çek cezanı!' demek gibi bir anlayışımız olabilir mi? O durumda olan en büyük düşmanımıza bile, bizden yardım istediği anda, vazifemiz, ona insan olarak, elimizden gelebilecek, mümkün olan her yolla yardımcı olmak değil midir?

*

*Bu arada, 'Diyanet' adına yapılan bir açıklamada, - tam da deprem felaketi günlerinde sorulmasında bile şeytanca bir niyet ya da bir hamakatin olduğunu hatırlatacak şekilde sorulan-, 'evlâdlık edinilen bir kimseyle evlenilebilir mi?' gibi suallere verilen cevaplar da tartışma konusu oldu.

Gerçi sonra, o cevaplar silinmiş ama, önce yayınlanmış olması bile, o anda bu konuları gündeme getirmek, en azından 'âbesle iştigal' değil midir? Diyanet, hatanın görüldüğünü ve o cevabın silinmesiyle zımnen anlatmış olduğunu ifade etmiş olabilir, ama, bu ve benzeri konular, böyle sessizlikle geçiştirilemez.. Diyanet İşl. Başk.lığı, bu konuda hatası, dikkatsizliği, anlayışsızlığı veya kasıdlı bir davranışı olanları belirlerse, onları bulundukları yerlerden fırlatıp atmalı ve bu konuyu kamuoyuna da net olarak açıklamalı değil midir?

Sosyal medya bataklığında, Müslümanlar üzerine 'cîfe' sıçratmak için pusuda ekleyen şeytan taifesine bayram ettirmek de ne oluyor?

Bir söz, hattâ doğru olsa bile, doğru zamanda, doğru muhatablara ve doğru bir uslûbla söylenmelidir.

*

Bu arada, 'C. Başkanı Erdoğan'ın imzasıyla 4 Şubat 2022 tarihli yazısında, İskenderun'un bazı mahallelerinin riskli alan ilân edildiğine dair 16/9/2013 tarihli Bakanlar Kurulu kararının yürürlükten kaldırıldığı sosyal medyada yer aldı.. Haklı olarak, 'o önceki riskli alan nasıl olmuş da, risksiz hale gelmiş..' demekten kendini alamıyordu, insan...

*

Evet, zâhirine bakılırsa, ortada bir yanlışlık var gibiydi.. Ama, o mahallelerin muhtarlarının Danıştay'da açtıkları davâlarla o kararı, yıllar boyu durdurup, sonunda da davâyı kazandığını ve o hukuk zaferini davul-zurnayla kutladıklarını da biliyor muyuz? Şimdi o kişiler, 'suçlu varsa, Danıştay'dır; biz hakkımızı koruduk..' diyorlar. Danıştay ise, sus-pus!. Evet, neye göre öyle kararlar vermişti Danıştay?

Yargı da hesabını yargıda verebilmeli..

Ve son 15-20 yılda yapılan 130 bin kadar TOKİ evlerinde ise, en küçük bir çatlak bile meydana gelmemiş. Bu husus da üzerinde durulması gereken bir nokta...

Elbette, biz müslümanlar 'takdir-i ilâhî'ye elbette ki kesinlikle inanırız. Ancaak, müslüman halklar, karşılaştıkları musîbetler karşısında, kendilerinde veya toplumlarında, 'bir takım olumsuzluklar ve haramlar oluşu sebebiyle mi karşılaştık, bu musîbetlerle?' diye kendilerini bir 'nefs muhasebesi'ne de çekerler. Bu, 'başkalarında kusur aramadan önce, kendi yanlışlarını görmek erdemi'nden de kaynaklanır.

Ancak bazıları, hele insan psikolojinin inceliklerinden habersiz bazı kimseler, bütün tabiat hadiselerine, sadece insanların ve hattâ yalnızca Müslümanların sevabı ve günahı üzerinden bakarlar. Halbuki, yağmur, kar, sel, fırtına, kasırga, tayfun, veya güneş ve ay tutulması gibi hadiselerin, bir de Allah'ın koyduğu kanunlara, sunnetullah'a göre şekillenmesi vardır. Yoksa, her şeyi, sadece bazı azgınlıklarla izah etmeye kalkışırsak, o zaman, 'niçin filanca azgın ve sapkın toplumların başına bunlar niye gelmiyor?' gibi sorular karşısında cevapsız kalırız.

*

Bu son depremde de, ilk gün elbette biraz sıkıntılar yaşandığı anlaşılıyor. Bu tabiîdir de... Yardım ve sağlık ekiplerinde 60 bin yerli ve 5-6 bin kadar da yabancı bölgede... Ama, içerde bile bir takım fitneciler bu durumu çarpıtmaya çalışıyorlar. İçerdeki alçaklardan birileri de, bir tv. kanalında depremlerin, sadece Endonezya'dan, Afganistan, Pakistan, İran ve Türkiye'ye kadar coğrafyalarda olduğunu iddia ederek, bu depremleri, 'Siyasal İslâm Depremi' diye nitelemiş.

Bu alçak kişi, Japonya'nın devamlı ve en büyük deprem ülkelerinden birisi olduğunu göstermek istememiş; ahmaklaştırmak istediği izleyicilerine... Bu aşağılık kişinin, '1967'lerde Çin başkenti Pekin'de meydana gelen bir depremde 750 bin kişinin öldüğünden haberi yoktu..' Kezâ, 250 yıl öncelerde, Portekiz başkenti Lizbon Depremi'nde de 250 bin insanın öldüğünden de habersizdi.

*

Burada bir parantez açıp ifade edelim ki, İsrail rejiminin önde gelen Yahudi din adamlarından Haham Shmuel Eliyahu, Türkiye ve Suriye'de büyük yıkıma neden deprem felaketi için, 'The Times of Israel' gazetesinin 13 Şubat günlü çevrimiçi sahifesinde yazıldığına göre, "Türkiye ve Suriye'deki depremlere nasıl yaklaşılmalı?" başlıklı makalesinde, 'Topraklarımızı birkaç kez işgal edip bizi denize atmak isteyen çevremizdeki tüm ulusları Tanrı yargılıyor' demekten kendisini alamamış.

Yazısında, -Yahudilerin ellerindeki mevcud- Tevrat'ın 'Mısır'dan Çıkış' bölümüne atıf yapan Eliyahu, bu 'son depremde hayatını kaybedenleri, Hz. Musa öncülüğündeki İsrailoğullarını kovalarken Kızıl Deniz'de boğularak ölen Fir'avun ordusu'na, deprem için de için de, "ilâhî adalet" benzetmesinde bulunarak, "Suriye, bizi öldürmek ve yok etmek için İsrail'i üç kez işgal etti. Bizi her arenada karalayan Türkiye ile hangi hesapların çözülmesi gerektiğini bilmiyoruz. Ama Tanrı bize bütün düşmanlarımızı yargılayacağını bildirdiğine göre, bunu anlamak için etrafımızda olup bitenlere bakmamız yeter. Yaşanan her şey, dünyayı temizlemek ve daha iyi hale getirmek için oluyor. Bize zarar veren çevremizdeki tüm uluslardan intikam alınacak" gibi en gaddarca ifadeleri kullanmaktan çekinmedi.

*

Bu vesileyle, 1974'lerde Filipinler'de yaşanan bir depremi de hatırlayalım.

1974-75'lerde, Filipinler'in müslüman bölgesi olan Mindanao'da büyük bir deprem meydana gelmişti. İnsan zayiatı binlerle ifade ediliyordu. Filipinler, Ferdinand Marcos isimli bir diktatörün pençesindeydi... Depremin, Mindanao bölgesini vurduğunu öğrenince, 'Önemli değil, çünkü, onları deprem öldürmeseydi, biz öldürecektik.' diyecek kadar aşağılık birisi olduğunu göstermişti.

Şimdi, şu Yahudi din adamı Haham Efendi'yle Marcos'un mantığı arasında ne fark vardır?

*

Bu arada, Yunan Dışbakanı Nikos Dendias ve Amerikan Dışbakanı Antony Blinken gibi isimlerin, Antakya ve diğer bazı deprem bölgelerini Çavuşoğlu'yla birlikte helikopterden gözlemlemesi... Facianın boyutlarının bizzat müşahade etmeleri Blinken'ın, Amerika'nın siyasetini sorgulayan suallere değinmemesi veya diplomatik açıdan her mânâya gelebilecek yuvarlak sözler etmesi ve bu arada, Çavuşoğlu'nun, Birleşik Amerika'nın müttefikliğe sığmayan davranışlarını en net şekilde eleştirmekten de geri durmaması ve Türkiye'ye F-16 savaş uçaklarının verilmesinin, İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğine Türkiye'nin 'Evet' demesi şartına bağlanmasının asla kabul edilemiyeceğini' söyleyip; ayrıca, F-35 savaş uçaklarının yapımına başlangıçta ortak olan Türkiye'nin 1 milyar 400 milyon dolarla katıldığı o projeden çıkarılmasından sonra, o paramızı geri vermeniz gerekir' demesi ve Blinken'ın sessizliğini koruması ilginçti.

*

Bu arada, bazı deprem uzmanlarının, sismolog veya jeologların, bugünlerde -askerî sıkıntı dönemlerinde, ekranlara sökün eden emekli generalleri andırırcasına-, daha çok ve hattâ devamlı konuşmaları, gınâ getirici mahiyette... Hele, bazıları var ki, bu ekran tartışmalarını, her zamanki zırvalarını sürdürmek için bir fırsata dönüştürmek çabasındalar. Bunlardan birisi, 'coğrafya dersini kaldırıp da, yerine din dersini koyarsan, olacağı budur..' diyor. Hiç yadırganmamalı onun bu gibi hezeyanları... Çünkü, onun asıl derdi ve hedefi, halkımızın Allah inancı ile mücadele etmek.

Öyle bir kişi başka ne diyebilirdi?

Bazıları onun bu gibi iddialarını gerçek zannedebilirler. Halbuki, 'coğrafya' dersinin kaldırıldığı gibi bir durum hiç olmamıştı, kimsenin aklına da gelmemişti. Ama, din ve ahlâk dersi kesinlikle yoktu on yıllar boyu tahakkümünü sürdüren 1 ve 2. Şeflik sistemleri boyunca... Ve ancak halkın siyasî iktidarlara baskısı sonunda, Adnan Menderes döneminde, bu derslerin, 'ailelerin isteğine bağlı olarak okutulması' kabul edildi. Ki, o bile irticaın hortlaması olarak niteleniyordu mâlûm laik taifelerce... Ancak, 12 Eylûl 1980 Darbecileri ise, hazırladıkları yeni anayasada 'mecburî din dersi'ni getirmişlerdi. Onların niyeti her ne olursa olsun, Müslümanlar bu durumdan da doğru şekilde faydalanmayı bildiler, genel olarak...

Ama, bu geçmişte yapılan baskıları hatırlamak bile istemeyen ve ateist olduğunu öğrencilerine devamlı telkın edip duran sözkonusu jeolog'un ve benzerlerinin küstahlıkları ve halkı yanıltıcı şekilde bilgilendirmeye devam edecekleri açıktır.

*

Ünlü fizikçilerden Einstein, 'Beni, akıllı insanlardan birisi diye tarif ediyorlarmış.. Benim yaptığım nedir ki?

Bir çocuk düşününüz ki, okyanusun kenarında, elinde bir taş... Taşı suya fırlatıyor ve taşın suya düştüğü yerde iç-içe bir takım daireler oluşuyor. Ben işte o çocuğum ki, dalga daireleri arasındaki mesafeleri ölçmeye çalışıyorum. Yoksa, önümde kocamaan bir okyanus var ki, onun hakkında bildiklerim, bir damla su hükmünde bile değil...'

İşte budur, bir bilim adamının tevâzuu... Bu ağırbaşlılığı dile getirenlerden bazılarının bizde de var olduğu görülebiliyor. Ama, işin şaklabanlığına yönelenler hâlâ da çoklar...

Bunlardan birisi, dün saat 11.00 civarında, 'Türkiye'deki binaların en azından yüzde 90'ının depreme dayanaklı olmadığını' söylüyordu. Ama, bu korkutucu sözlere rağmen, mevcud sosyal bünyede bu olumsuzluğun nasıl giderilebileceğine dair, uygulanabilir bir tedbirden söz etmiyordu. Bütün bir halkı, fay hatlarının bulunduğu ve asırlardır yaşadıkları yerlerden, en başta da İstanbul'dan kaçmaya çağırmak, ne kadar mâkuldür? Halbuki, biz bu topraklarda, bu fay hatlarıyla asırlardır yaşıyoruz.

*

Deprem faciasının bütün dünyayı şoke ettiği bir sırada Fransa'nın ünlü karikatür dergisi 'Charlie Hebdo'da çizilen karikatür ise, az biraz İslamî hassasiyeti olan herkesi biraz olsun düşündürdü.

Karikatürdeki çizgiler bir harabeye dönmüş şehir çizgileri...

Yıkılmış şehirler, binalar yerle bir olmuş...

Yukarıda, 'Türkiye'de DEPREM' deniliyordu.

Altta ise, 'Tank göndermeye bile gerek yok..' yazısı...

*

Bir felaket karşısında bu kadar sevince gark olmanın adını nasıl koymalı?

Evet, o ilk anda, ilk açıklanan resmî can kaybı rakamları 5600 civarında idi. Yaralıların mikdarı 20 bini, yıkılan binalar ise, 15 bini buluyordu. Bu satırların yazıldığı sıralarda ise, bu rakamlar, bu depremde Suriye'de vefat eden 6-7 bin rakamla birlikte 52-53 bini buluyordu. İşte öyle bir felâket karşısında Fransız karikatür dergisinin müslüman dünyaya olan hıncı, o karikatürüyle bir kez daha en alçakça ve gaddarca bir şekilde ortaya seriliyordu.

*

Ama, bu arada, hattâ başka dinlere mensup ülkeler ve halklardan niceleri de, bu büyük tabiî felâket karşısında yardım etmeye koşmuşlardı. Çünkü, böylesine ağır bir yıkım ve ölümle başa çıkabilmenin hemen hemen hiç bir ülkenin tek başına altından kalkamıyacağı bir durumu gösteriyordu.

Nitekim, bu durumu 22 Şubat günü, El'Cezire televizyonunda yapılan bir yorum, ilginç şekilde değerlendiriyordu.

Qatar merkezli Al Jazeera'de, Joseph Stepansky imzalı yazıda, dünyanın dört bir yanından gelen bu yardımların 'Türkiye'nin yıllardır sürdürdüğü 'yardım diplomasisi'nin bir sonucu olduğunun altı çizildi.

'Yıllar geçse de, Türkiye'yi unutmadılar!

'Analistler, iktidardaki AK Parti'nin yıllardır insani yardım ağırlıklı dış politikasıyla nüfuz ve küresel nüfuz kazandığını söylüyor' denilen yazıda, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ned Price'ın 'Tıpkı Türkiye'nin geçmişte birçok ülkeye kendi insani kurtarma uzmanlarını göndermesi gibi Washington da Türkiye'ye yardım sağlamaya devam edecek' sözü yer aldı.

'TÜRKİYE BAŞKALARINA CÖMERT DAVRANDI'

Birleşmiş Milletler Türkiye'deki mukim koordinatörü Alvaro Rodriguez'in dünyaya Türkiye'nin mültecilere ev sahipliği yaptığını hatırlattığını belirten Al Jazeera BM yetkilisinin şu sözlerini okurları ile paylaştı;

'Dolayısıyla insanlar bunu hatırlamalı ve cömert olmalı. Çünkü Türkiye başkalarına cömert davrandı.'

Al Jazeera'ye konuşan Anadolu Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler profesörü olan Volkan Şeyşane, 'Türkiye, devlet liderliğindeki insani diplomasinin en çarpıcı örneklerinden biri' dedi.

Bunun değişen uluslararası ortamda aktif bir uluslararası aktör olma arzusundan kaynaklandığına vurgu yapan Şeyşane bunun amacının Türkiye'yi hem şefkatli hem de güçlü bir ülke olarak göstermek olduğunu belirtti.

Resmi hükümet verilerine göre 2005'ten 2019'a kadar Türkiye'nin resmî âcil ve insanî yardım harcamalarının 178 milyon dolardan 7.5 milyar dolara çıktığını hatırlatan Al Jazeera şu değerlendirmede bulundu;

'Bu yaklaşım, AK Parti'nin 2002'de iktidara gelmesinin ardından gelişmeye başladı. 2011'de başlayan Arap Baharı'nın ardından yaşanan insani krizler arasında gelişti ve 2011'den itibaren Somali'ye yapılan büyük yardım teklifleriyle sağlamlaştı.'

TÜRKİYE'Yİ UNUTMADILAR

İtalya'daki Trieste Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler profesörü olan Federico Donelli 'Beni en çok etkileyen Güney Afrika, Etiyopya gibi büyük bölgesel oyuncuların ve hatta Sudan, Burundi ve Somali gibi birçok iç sorunu olan ülkelerin derhal Türkiye'ye yardım ekipleri göndermesiydi' dedi.

Bunun Türkiye'nin yıllardır izlediği dış politikanın bir sonucu olduğunu vurgulayan Donelli şu değerlendirmede bulundu;

'Kaynak mevcudiyeti ve Ankara ile ilişkilerin türü ne olursa olsun, tüm Afrika ülkeleri Türkiye'ye yakınlıklarını hissettirmeye çalıştı. Bu tepki, şüphesiz, Türkiye'nin uluslararası satranç tahtasındaki varlığını ve görünürlüğünü artırmak için insanî diplomasi de dahil olmak üzere çeşitli araçlar kullanan bir dış politikanın sonucudur.'

*

'Şeriat edebinden korkaram söylemeye,
Yoğise, eydiyüdüm nice ayruksu haber..'

Hele de, 'dünyanın en büyük âfetlerinden birisini' yaşadığımız bugünlerde...

Gelişigüzel konuşan ve 'ekran bülbülü' durumuna düşen deprem uzmanlarından medya mensuplarına ve hattâ bir kısım 'filan hoca efendi' diye videoları yayınlananların söyledikleri ise, depremin getirdiği diğer görünmez tahribatından...

Şimdi, bizim de karşılaştığımız bu büyük felakete karşı nasıl daha derin bir metanetle karşı koyacacağımızın bütün sosyolojik-psikolojik tedbirlerini düşünmek yerine, ekranlarda yapılan yorumlar, sadece suçlu aramaya yönelik bir eğilim göstermiyor mu? Evet, suçlu varsa onlar da görülsün de, bu yöntem, toplumumuzu herşeyden önce ruhî bir yıpranmaya sevk etmez mi?

Birileri, 'Bir Afganlı, çıkan cesedlerin elini kesti altınlarını almak için.' diyor. Veya 'Hatay'ın Samandağ ilçesine teröristler geldi ve orada eylem yapacak..' diye korku salmaya çalışanlar.

*

Kafa yapısı itibariyle müstekreh bir zorbalığın sembolü olmaya azmetmiş, ve de milletimizin ruhunu besleyen ortak değerlerden habersiz -nasibsiz ırkçı bir siyasetçi kişi var: Ü. Özdağ.. Yalanla, entrika ile, 'zafer' kazanacağını sanıyor. Kendi ırk ve kan soyundan olmayanları insan yerine koymayan bir kişi.

Bu kişinin, deprem bölgelerinde cansiperâne çalışanları da karalamaya çalışan zehirli bir dili var. Bu sefil kişi, deprem bölgesinde saat hırsızlığı yaparken yakalandığı ileri sürülen bir gencin, Suriyeli olduğunu keşfetmiş, güya...

Ama, o gencin Suriyeli olmadığı, yardım kampanyalarına katılan birisi olduğu anlaşılmış. O suçlanan genç, hırsız da, Suriyeli de olmadığını söylüyor, -olsaydı n'olurdu ki, hem..- Bu durum, o basit kişiye hatırlatılıp, 'Özür dileyecek misin?' diye soruluyor.

Bu kişi ise, pişkinliğin en seviyesiz tarzına bürünüp, 'Niye özür dileyecekmişim ki.. Ben gazeteden okudum..' diyecek kadar, insan haysiyeti konusunda umarsız. 'Haydi, gerisini siz söyleyin.' desek, Derviş Yûnus bizi kendi uslûbuyla ikaz edecektir: 'Şeriat edebinden korkaram söylemeye.'

Kimbilir, belki de, kendileri olsa nasıl davranacaklarının ipuçlarını da veren bir sefil mantık sahibi. 'Burada yapılabilecek tek şey, yetkiyi, askere devretmek..' diyor. Anlıyorsunuz değil mi? 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nin ünlü isimlerinden birinin oğlu olan bu kişi, anlaşılıyor ki, babasından tevârüs etmiş, bu askerî yönetim aşkını.

Bu konuda pek yalnız da sayılmaz.. Son günlerde ekranlarda, bazıları da ortaya depremle ilgili önce bir takım olumsuzluk iddialarını dillendiriyorlar, sonra da, 'yetkinin askere bırakılmasını' istiyorlar.

Bu konuya dikkat.

Bir HT yazarı da, bir tv. kanalındaki programda, yardım organizasyonlarının düzenlenmesi yetkilerinin askere devredilmesi gerektiği laflarını dahi dile getirebildi.

Evet, mantıkları askerî komut almaya ayarlanmış kişilere, söylenecek çok söz olsa da, Derviş Yûnus'un diliyle, 'Şeriat âdâbından korkaram söylemeye.. Yoğise söyler idim nice ayruksu haber?' deyip geçelim.

*

Bu vesileyle şunu da ilave edelim ki, zelzele konusunda, efsanelerde, 'yeryüzü bir öküzün boynuzu üzerinde durur, öküz başını salladı mı, zelzele olur..' denilirmiş. Bunun içindir ki, türkçedeki 'hükûmet darbesi, devrim' gibi konular için, arabçada, -sosyal zelzele'ye de bir çağrışım yaptırdığı için olsa gerek, 'öküz' demek olan 'sevre../sovre' kelimesi kullanılır ve böylece, bir sosyal düzen bozulduğunda da, 'yeryüzünün, boynuzları üzerinde durduğu'ndan söz edilen 'öküz'ün başını salladığı anlatılmış olunur.

*

Ömer Khayyâm ise, bir rübaîsinde, 'Eskiler, yerin altında bir öküzün olduğundan söz ediyorlardı. Şimdi ise, müneccimler gökte de bir 'boğa/ sevre burcu..' buldular. Ey akıl sahibi, sen aklını kullan da, bu ikisi arasında tepişen 'dörtayaklılar' durumuna düşme..' der.

*

Ama, ne yazık ki, insanların içinde sûreten insan görünümünde olan, ama, sîreten / rûhen ve iç dünyalarındaki çukurlukları hasebiyle, 'belhum-adall'/ hayvandan da aşağı, ve 'esfel-i sâfilîn..' (aşağlıkların da aşağısı) yaratıklar yok değil. (Bu ifadeler, öyleleri için Kur'an-ı Kerîm'in ifadesidir). Yazık ki, o tipler, bizim toplumumuzda da vardır ve o gibiler ne olursa olsun; evet, ancak 'hayvandan aşağı' yaratıklardır.

Ve acıdır ki, bu gibi yaratıklar, sosyal medya denilen lağım çukurunun kenarına oturup, içinde yaşadıkları o durumu 'normal' sanan ruh hastaları, kendi ruhî sefaletlerini başkalarına da bulaştırmak isteyen 'mübtezeller gürûhu'nu temsil etmektedir.

Bu 'mübtezel gürûh', görmedikleri- bilmedikleri yerler ve hadisât hakkında, sadece yalan değil, normal insanların hayâl etmekte bile zorlanacakları ve okuyanları 'şaşkına döndürecek' en saçma iddiaları, gerçek imiş gibi, topluma yansıttılar. Gerçek olduğunu isbatlayamadıkları bu alçaklıkları, ispatlayamadan yaymak da daha hafif bir alçaklık ve şerefsizlik değildi. Bunlardan bazıları belirlenip yakalandığı ve sorguya çekildikleri zaman, 'yanlış imiş, sildim..' mazeretleriyle kendilerini sözlerinin sorumluluğundan kurtarmak alçaklığına tutundular.

O mübtezel güruhların, fiilen, 'lâğım çukurunda oturmuşlar sözlüğü' mânâsı taşıyan ve 'AFAD alevîlere yardım etmedi.. Gelen yardımları askerler yağmaladı.' gibi en fitneci ve sosyal hayatı, hele de bu büyük felâket ortamında daha bir zehirlemek isteyen internet siteleri kapatıldığı zaman, Ana Muhalefet lideri olan KK Bey'in, 'özgürlüklerin kısıtlandığı'ndan filan söz edebilmesi, utanç vericiydi.

*

Ama, aynı haince yalanları yayanlar arasında, kendilerini 'jeolog ve deprem uzmanı' diye tanıtan 'Prof. vs. akademik' titrleri taşıyanlar da var. Onların ismi lâzım değil... Esasen üzerinde durulmalarının gerektirmeyecek kadar 'bayağının da bayağısı' tipler bunlar. Bunlar, hattâ deprem yıkıntılarından çıkan çaresiz kadın, kız ve çocuklara ahlâksızlıklar yapıldığı, 'kimsesiz çocuklar satıldı, tarikatlara verildi..' gibi alçağın da alçağı iddiaları yaydılar, o 'lağım çukuru sosyal medya'dan.

Bu alçakça, şerefsizce iddiaları yazabilen-yayabilen prof. tipler sonra da, sorguya çekildikleri zaman, 'Pişmanım, art niyetim yoktu, oralarda öyle konuşuyorlardı, doğru olmadığını öğrendim, ben de paylaştım ve kaldırdım" diyerek, sözlerinin bedelini ödemekten bile kaçındılar ve serbest bırakıldılar; toplumumuz içinde alnı açık olarak nasıl dolaşacaklarsa...

Bu gibilerin mahiyeti hakkında 100 sene öncelerde, dönemin filozoflarından Ferid Kam, bir dörtlüğünde şöyle diyordu:

'Ne taaccüb ediyorsun, buna dünya derler..

Duyulan herzelere onda nihayet yoktur..

'Yerin altında öküz var mı?' dedi bir meczûb,

'Onu bilmem dedim, üstünde fakat pek çoktur..'

*

Evet, 'yerin üstündeki öküz'ler de maalesef, az değil..

*

Ülkemiz korkunç bir 'jeo-fizik deprem' yaşadı- yaşıyor.. Evet, geçmişte de çok depremler yaşamışızdır. Hele de, askerî savaşlarda karşılaşılan ve zaferleri bile acı olan tablolardan da öteye, ideolojik- fikrî veya itiqadî alanlarda, sosyal zeminlerde de öyle depremler yaşamışızdır ki, o sosyolojik depremler, 'jeo-fizik deprem'lerden çok daha derin etkilerini hâlâ da sürdürmektedir.

Bunları da unutmayalım. Yani, görünür depremlerden, görünmen depremlerin deriiin tahribatını da görmek basiretinden uzak düşmemeliyiz.

Evet, büyük bir sınavdayız.. Ama, Bu sınavı ancak insanlığa teslim olanlar kazanacaktır, ruhlarında kötülük olanlar değil!.'

*

Biz bu vesileyle , Anadolu'nun iç aydınlığının sembol isimlerinden Yûnus'un 800 yıl öncelerde, Allah'u Teâlâ'ya, 'ârif' kişilerin 'isyansız ve de tam bir teslimiyet' içindeki yakınmalarını yansıtan 'nâz' makamındaki şiirini buraya dercedelim:

'Ey Pâdişâh-ı Lemyezel!
Zât-ı ebed, Hayy-ı ezel!
Ey lûtfu bol, kahrı güzel!
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş.

Hoştur bana senden gelen:
Ya hil'at-u , yahut kefen,
Ya taze gül, yahut diken..
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş..

Gelse celâlinden cefâ,
Yahut cemâlinden vefâ,
İkisi de câna, safâ;
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş..

Câna cefâ kıl, ya vefâ,
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş,
Ya derd gönder, ya devâ,
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş.

Ger (eger), bağ-u, ger bustân ola.
Ger bend'u, ger zindân ola,
Ger, vasl'u , ger hicrân ola,
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş.

Ağlatırsın zârî- zârî,
Verirsen Cennet-u hûri,
Lâyık görür isen, nâr'i
(ateşi)
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş.

Gerek ağlat, gerek güldür,
Gerek yaşat, gerek öldür,
Âşık Yûnus, sana kuldur,
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş..

*

Evet, bizim müslüman halkımız, asırların kahrına da, lûtfuna da, Allah karşısında imtihan edilmek şuûru ile bakar. Bu bir manevî direnç, metanet ve sabır da bahşeder, halkımıza. Bu acıların potasında daha bir tek yürek oluyoruz. Başkaları da yüreğimize yumruk indirmeye çalışsalar da, inşaallah başarılı olamayacaklardır.

*

Ve, bir büyük 'sosyo-politik deprem' olan '28 Şubat Askerî Darbe Zorbalığı'nı da 26 yıl sonrasında hatırlarken...

Bu günlerde, '28 Şubat 1997' söylemleri az da olsa yine dilimizde... Çünkü, o dönem müthiş bir zorbalık sergileniyordu; milletin silahı millete doğrultularak.

*

Meselâ, 1968'lerde aktif olarak girdiği politik mücadele boyunca, müslüman halkımızın talep ve itirazlarını dile getirmeye siyaset sahnesinde öncülük etmenin sembolü olan Erbakan Hoca, nihayet 1996'da Başbakan olmuştu, 24 Aralık 1995 seçimlerinde RP, birinci parti olduğu için. Ama, mâlum güç odakları onun hükûmete gelmesini istemiyorlardı. Ne var ki, sistem kenetlenmişti. Hükûmet kurulamıyordu.

Bir-iki zoraki hükûmet denemesi başarısız olunca, sonunda Temmuz-1996 sonunda nihayet 'Erbakan - Tansu Çiller ortak hükûmeti'nin kurulması kabullenilmişti, çaresizlikle.

Ancak, kemalist-laik güçler ve diğer solcu çevreler ve mâlum medya organları bu hükûmeti yıpratmak için her şeyi göze almışlardı. (Halbuki, o çevreler, 1992 başında, Cezayir'deki seçimlerde, Abbas Medenî liderliğindeki İslâmî Selâmet Cebhesi'nin kazandığının anlaşıldığı gece, evet, hemen o gece, askerî darbe yapılıp kanlı bir diktatörlük kurulunca, bizdeki kemalist-laikler, Türkiye'de halkın iradesine karşı çıkan bir darbeye asla tarafdar olamıyacaklarını ilân ediyorlardı.)

Ama, 5 yıl geçerken.. 28 Şubat 1997'de, bir kısım darbeci generaller, hem de emir-komuta zinciri içinde, bir 'muhtıra' yayınladıklarında, o çok 'demokrat' çevreler, var güçleriyle, generallerin postallarını yalamaya koşuşmuşlar, 'Paşam, ekranda hangi konuları öne çıkaralım, gazetemize hangi manşeti atalım.' diye emir bekliyor duruma gelmişlerdi.

*

Evet, Erbakan'ın Başbakanlığı'na ancak 11 ay tahammül eden darbeci güçler, esasen, Erbakan'ın o makama gelmesiyle hemen başlattıkları entrika senaryoları sonunda, TSK adına yayınladıkları 'askerî muhtıra'yla, Erbakan- Çiller ortak hükûmetini düşürmek için, iktidar makamlarına süngüleri dikmişlerdi.

O dönemde, kemalist-laiklik anlayışlarını, 'Bin yıl devam edecek.' hezeyanlarıyla topluma dayatmaya çalışan 'mikro-firavun' tafralı 'maşa-paşa'ların sahneledikleri 28 Şubat 1997 Askerî Zorbalığı' sırasında, Erbakan Hoca iktidardan uzaklaştırılmıştı.

Ne büyük acılar yaşandı, o dönemde...

Sadece başörtüsü değil, ama, o bir sembol olmuştu.

*

O 'maşa-paşa'ların bir kısmı vefat etti, bir kısmı da zindanlarda yatmakta şimdi...

Evet, nereden nereye?..

Şimdi, o eski 'maşa- paşa'ların '80 yaşın üzerinde zindanlarda çürümesi yazık değil mi? diye, kamuoyunu etkilemeye çalışan çevrelerin, hattâ Adnan Menderes'i bile hâlâ da, ' laikliğe ve devrimlere dudak bükmenin bedelini ödemeliydi..' dedikleri unutulmamalıdır.

*

Bu arada ibret verici bir gelişme de şu: 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde, o dönemin C. Başkanı S. Demirel'in, 'ateş gibi bir başsavcı tâyin ettim, kimse laikliğin geleceğinden endişe etmesin..' diye işaret ettiği bir başsavcı vardı.. 'V. S.'

Kim hatırlıyor?

Sonraları 'militan laiklik' gibi isimleri olan çok 'demokrat ve de tabiatiyle kemalist' kitaplar bile yayınladı ve dahası, 'Biz Erbakan'ın kadrini bilemedik.' diye, Erdoğan'a karşı 'Erbakancı imiş' gibi bir çizgi bile oluşturmaya, günah çıkarmaya bile kalkışan bu kişinin, kimsenin yüzüne bakmadığı o eski tahakküm ettiği günlerin hayalleri içinde, 15 Şubat günü öldüğü, ancak, 28 Şubat 1997 Zorbalığı'nın yeni bir yıldönümünde anlaşıldı. Demirel'in o 'ateş gibi başsavcı'sı, Demirel'in yanına gitmişti.

*

28 Şubat Zorbalığı günlerinin ve sonrasının en fren tutmaz ve kanun adına diyerek kelime oyunlarından meded umarak, kendi rejimini ayakta tutmanın entrikalarına soyunan ve 2007'de Abdullah Gül'ün C. Başkanlığı'nı engellemek için, 'Meclis'in toplanabilmesinin ancak 367 m.vekilinin hazır olmasıyla mümkün olacağını', -askeriyenin dayatmasıyla- Anayasa Mahkemesi'ne bile kabul ettiren S. K. isimli kişinin de, tam 28 Şubat günü öldüğü haberi geldi.

Mâlûm cenaha, zaman zaman, 'onursal başsavcı' diye afra-tafra satarak laik fetvâlar sunan o kişiyi de hatırlıyor musunuz? Hani, onun 'laik fetvâsı'ndan cesaret alarak, '28 Nisan 2007'de gece saat 24.00'de bir 'askerî muhtıra' yayınlayıp, netice alacağını zanneden, adı 'Anıt' mıydı, ne; bir Genelkurmay Başkanı vardı. Ama, Erdoğan kayasına çarpıp, 'muhtıra'sı parçalanan o kişiyi tahrik eden de, bu kişiydi. Evet, o da gitmiş.

*

Müslüman halkın 'hayır'la andıklarıyla, 'Hayır!..' diye gizli feryadlarıyla ve lanetle andıkları arasındaki farkı fark edemeyenlerin bu olup bitenlerden ders alıp uyanmaları temennisiyle..

Selahaddin Eş Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

YAZAR ARŞİVİ

Selahaddin E. Çakırgil

Selahaddin E. Çakırgil Diğer Yazıları