Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Şubat 14, 2022
31 Mart Vakası’ndan sonra…

Abdülhamid'in devrilmesinden sonra payitaht İstanbul'da bozulan düzen, büyük bedenin her tarafında daha derin sosyal huzursuzluk ve karamsarlık ve kramp sancıları halinde kendisini hissettiriyordu...

İşte tam o sırada, Balkan Savaşı'nda uğranılan büyük ve ağır yenilgiyle 500 yılı aşkın bir zamandır aziz vatan toprağı olan Rumeli bütünüyle kaybedildi.

Gazi Ahmed Muhtar Paşa, üç ay süren 'sadrazamlığı'ndan sonra, Ekim-1912'de istifa etmişti ve yeni bir Hükûmet kurulamıyordu. İşte o sırada, İttihadçılar'ın ünlü sergerdesi, Yâqûb Cemil'in çılgınca eylemleri ve Bâb-ı Âli'yi basması, Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa'nın bile bir teğmen eliyle öldürülmesinden sonra, İttihad ve Terakki Cemiyeti (partisi) devletin tek sahibi oldu.

Hele de ordunun hemen bütün subaylarının İttihadçı olmak ve olmamak şeklinde tam bir ayrışmaya uğramasının da sevkiyle Balkan Harbi'nin ağır yenilgileriyle karşılaşıldı...

Bütün bu ağır ve acı gelişmeler sırasında, Abdülhamîd, Selânik'e sürgün'e gönderilmişti.. Ama 450 yıl boyunca Osmanlı'nın elinde olan Selanik, Bulgar ordusunun eline geçmek üzereyken, Abdülhamîd, İstanbul'a getirildi. Selanik'teki ordunun başında olan Hasan Tahsin Paşa ise 'Ben bu şehri Bulgar ordusuna bırakmam!' diyerek, Yunan ordusuna teslim etti, savaşsız olarak. (Yunan Hükûmeti de onun kadr u kıymetini bilerek, bir heykelini dikti.)

*

O sırada, Almanya ve İngiltere'nin karşılıklı güç gösterileri ve dünya siyasetinde asıl söz sahibi olanın kendileri olduğunun propagandalarını gizli-açık, var gücüyle yaptırırken Avrupa, bir barut fıçısı durumundaydı. Avusturya- Macaristan İmparatorluğu Veliahdi Ferdinand ve eşinin Saraybosna'da, 28 Haziran 1914 günü, bir Sırb şovenistinin tertib ettiği suikasd sonunda öldürülmeleri ve Avusturya'nın hemen Sırbistan'a savaş açması, Sırbistan'ın Rusya'dan yardım istemesi üzerine devreye Rusya'nın da girmesi, bu durum karşısında Almanya'nın da Avusturya yanında; İngiltere ve Fransa'nın da Rusya'yla aynı safta yer almasıyla patlayan Birinci Dünya Savaşı'yla karşılaşılınca... Yığınla problemler ve düzensizlikler giderek bütün bedeni felç ederken patlak veren bu savaşa, 'kaybedilen yerleri, istirdat etmeye, geri almaya vesile olabilir...' ümidiyle girilmesi eğilimi giderek güç kazanıyordu.

Bu savaşa girişte de kararı veren isim Enver Paşa idi.. Önce İngiltere'ye gitti ve 20 gün kadar nabız yokladı.. Ancak İngiltere, Balkan Savaşı'ndan ağır şekilde yenilerek çıkan Osmanlı gibi zayıflayan bir devletle işbirliği yapmaya yaklaşmadılar. O zaman da Enver Paşa Almanya'yla görüşmelere başladı ve Almanya'nın Osmanlı ordusunun silah, teçhizat ve levazımatı için yardımcı olacağını taahhüd etmesi üzerine, o sırada Akdeniz'de ve Amiral Souchon komutasındaki Goben ve Breslau isimli zırhlı savaş gemileri, İngiliz donanmasının takibinden korunabilmek için Marmara'ya sığındı ve oradan da Osmanlı bayrağı takarak ve ismi verilerek Karadeniz'e çıktı ve o zaman Çarlık Rusyası'na (şimdi Ukrayna'ya) aid olan Odesa ve Sivastopol liman şehirlerini topa tuttu... Rusya bu durumu şaşkınlıkla karşıladı. Çünkü, Rusya Sırbistan'ın yanında ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Almanya'ya karşı savaşa girmişti. Ama Osmanlı Devleti henüz savaşa girmemiş ve tarafını da belirtmemişti.

Ama Enver Paşa'yı Almanlar 'çok sevmiş'lerdi.. Hattâ o kadar ki, Abdülhamîd zamanında tesis olunan 'Berlin- Bosfor (İstanbul Boğazı) - Bağdad (3 B) Hattı'nda çalışan trenlere, 'Enverland'a gider...' yazıları; Almanya'dan Osmanlı'ya gönderilen mektubların üzerine de gideceği yer olarak, 'Enverland' (Enver Ülkesi) yazılırdı. İngiltere'nin 1. Dünya Savaşı öncesinde, Londra'ya giden Enver Paşa'ya fazla itibar göstermemiş olmasında, onun Almanlar tarafından bu kadar sevilmiş (ve kalben elde edilmiş - kazanılmış) olmasının da etkili olduğu düşünülebilir.

Bu arada, Birinci Balkan Harbi'nde, ordunun komuta kademesindeki subayların siyasî çekişmeler yüzünden birbirlerinin felâketine seyirci kalmaları ve sevinmelerinin, birbirlerinin yardımına, farklı siyasî tercihlerinden dolayı koşmayışlarının aslî etken olduğu ki ağır yenilgimizden sonra Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Monte-Negro (Karadağ) devletleri arasında, Osmanlı'dan ele geçirilen toprakların paylaşılmasında ortaya çıkan derin ihtilafın savaşa dönüşmesiyle çıkan 'II. Balkan Savaşı'nı, Enver Bey'in iyi değerlendirdiği ve 6 ay süren o korkunç Edirne Muhasarası'nı kırıp, Edirne'yi kurtarmasıyla, halk arasında itibarının 'Edirne Fâtihi' olarak daha bir yükselmesi de, bu hadiselerin içinde gözönünde bulundurulması gereken bir diğer noktadır.

*

Rusya Çarlığı, limanlarının bombalanması üzerine Osmanlı'ya bir ültimatom vererek, 'bir yanlışlıkla yapıldıysa, özür dilenmesi ve tazminat ödenmesi'ni isteyip, bunun için de '1 haftalık mühlet' verildiğini bildirdi.

Sadrâzam Said Halîm Paşa, kendisinin bilgisi dışında yapılan bu saldırıdan dolayı Rusya'dan özür dilenmesini ve tazminat ödeneceğinin bildirilmesi gerektiğinde ısrar edince, Enver, Tal'ât ve Cemal Paşalar, böyle bir tavrın Osmanlı Devleti'nin şânına uygun olmadığını belirterek, kabul edilemeyeceğini söylediler. Said Halîm Paşa o durumda istifa edeceğini söylediyse de başta Mehmed Âkif gibi, Said Halîm Paşa'ya yakın isimler, onu, 'Siz gidince sizden daha iyisinin gelmesi ihtimali sözkonusu değil...' gibi gerekçelerle istifadan vazgeçirdiler ve Rusya da Osmanlı'ya savaş açtı ve böylece Osmanlı da sadece Rusya'ya karşı değil, Birinci Dünya Savaşı'na da 25 Ekim 1914 günü, yani savaşın başlamasından 4 ay sonra resmen girmiş oldu. İleride 'sonun başlangıcı' mahiyetini alacak olan bu sonuç bir bakıma, Almanya ile Osmanlı Devleti arasında 2 Ağustos 1914'de imzalanmış olan bir gizli andlaşmanın da gereğiydi ve Almanya'nın hesap ettiği şekilde ilerliyordu.

(Halbuki savaş öncesinde, Paris, Berlin, Viyana ve İsviçre'ye giden Kâzım Karabekir, hâtırâtında Avrupa'nın bir barut fıçısı halinde olduğunu, Osmanlı Devleti'nin savaşa girmeyip elindeki güçleri savaş sonrasına kadar muhafaza etmesi gerektiğini' bildirdiğini yazmıştır.

Aynı şekilde, 1913'de Yunanistan'a teslim edilen Selanik'ten, 'düşman eline geçmesin' diye İstanbul'a getirilmiş olan 'mahlû' / hal'edilmiş, tahtından indirilmiş olan' önceki Sultan Abdülhamîd, 'savaşa girmekten kesinlikle kaçınılması gerektiği'ne dair görüşlerini sorumlulara ulaştırıyordu. Hattâ bu konuda Enver Paşa'nın da Abdülhamîd'le görüştüğü, ancak, İttihadçı yönetimin onun tavsiyelerine kulak asmadığı görülüyordu. Ama artık, savaşa girilmişti..

*

Ne var ki, Rusya, Osmanlı'nın Kafkasya'da '93 Harbi'nde kaybettiği yerleri geri almak planlarını yapabileceğini hesap ederek, Kafkas ordularını daha da güçlendirdi. Ayrıca Kafkasya'daki Rus ordusunun en üst komutanları arasında Ermeni generallere de yer verdi.

1877-78 Harbi'nden beri, Doğu Anadolu'daki Osmanlı Ermenileri üzerine uzun vâdeli çalışmalar ve planlar yapan Rusya, 'Hasta Adam' olarak görülen Osmanlı'nın ölmesi / izmihlali /çökmesi halinde Ermenilerin de bir devletlerinin olabileceğini va'adederek, özellikle de genç nesil Ermenileri heyecanlandırmıştı.

Osmanlı ise tıpkı 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi'nde olduğu gibi Doğu Anadolu'daki 'Ermenici milis güçleri'nin ve hattâ sıradan gönüllü yerli Ermenilerin, Rus ordularına istihbarat, levazım ve askerlerin beslenmesi, atların yemsiz kalmaması vs. başta olmak üzere her konuda yine yardımcı yardımcı olacağı düşüncesiyle, dünyayı fazla tahrik etmeden, bu savaş bölgelerindeki yerli Ermeni halklarını ülkenin savaş hattının uzağındaki yerlere yerleştirmeyi düşünmeye başlamıştı. Bunun için de Osmanlı'nın Lübnan ve Suriye gibi o ân için savaş hattının dışında olacağı sanılan coğrafyaları en iyisiydi..

Ve 'Elviye-i selâse /Üç vilayet) deyimi, 1877-78 savaşından beri Rusya'nın eline geçen Batum, Kars ve Ardahan için kullanılıyordu. Sarıkamış ve Artvin de Rus işgalindeydi.

Nâciye Sultan'la evlendiği, Saray'a dâhil olduğu için, 'Damâd-ı Şehriyarî' diye de anılan Enver Paşa, 'Başkumandan Vekili' olarak halkın ve ordunun kuvve-i mâneviyesinin yükselmesi için bir zafer kazanılması gerektiğini düşünüyordu. Ve başka bir çare de gözükmüyordu. Ağır kış şartlarında Sarıkamış'ı arkadan vurarak, buradaki Rus birliğinin cephe gerisiyle irtibatını kesmek planı, kağıt üzerinde yanlış da sayılmazdı.

*

Birinci Dünya Savaşı ise, bütün cephelerde, saflarına yeni devletleri de çekerek bir yangın alevi olarak ilerliyordu. Osmanlı henüz savaşa girmemiş olsa da, yaklaşan tehlikeyi hissediyor ve bir umûmî seferberlik hazırlığı içine girmiş bulunuyordu.

*

Evet, 28 Haziran 1914'te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun güçlü veliahdı, 64 yaşındaki Ferdinand ve eşinin Saraybosna'da bir Sırp militanı tarafından öldürülmesinden 1 ay sonra, 28 Temmuz 1914'te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan'a savaş açmıştı. Almanya da, 1 Ağustos'ta Rusya'ya, 3 Ağustos'ta Fransa'ya, 4 Ağustos'ta Belçika'ya savaş ilân etti. 4 Ağustos 1914'te de İngiltere Almanya'ya savaş ilân etti. Savaşa daha sonra Japonya, Osmanlı Devleti, İtalya, Bulgaristan, Romanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Yunanistan da katıldı.

Savaş Avrupa'nın batı, doğu, Galiçya, Balkanlar ve güney cephelerinde cereyan etti. Osmanlı Devleti'nin katılmasıyla da Kafkasya, Filistin, Irak ve Çanakkale Boğazı'nda büyük muharebeler oldu.

*

Alman orduları, batıda hızla harekete geçip Belçika'da ilerlediler. 7-22 Ağustos 1914'te yaptıkları muharebelerde galip geldikten sonra Paris'e yöneldiler. Ama, Fransa ordusu 5-10 Eylül 1914'te Marne Meydan Muharebesi'nde Almanları yendi.

Fransa, batı cephesinde mâruz kaldığı Alman baskısını hafifletmek için, Rusya'yı doğudan, Almanya'ya karşı taarruza geçmesi konusunda ikna etti. Ancak, Mareşal Hindenburg 26-30 Ağustos 1914'te yapılan Tannenberg Meydan Muharebesi'nde büyük bir zafer kazandı ve Rus orduları çok ağır kayıplar verdi.

Avusturya-Macaristan kuvvetleri ise, Belgrad'ı da ele geçirmelerine rağmen, Aralık-1914 ortasında bu şehri geri vermek zorunda kaldılar.

*

Osmanlı donanmasının Alman Amirali Souchon kumandasında 27 Ekim'de Karadeniz'e açılıp Rus gemilerini batırması, Sivastopol ve Odesa limanlarını topa tutması, Rusya'nın 2 Kasım 1914'te Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etmesine sebep oldu.

Böylece Osmanlı, savaşa sürüklenmiş oldu. Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da 'müttefikimiz' idi..

Ve daha da acısı Osmanlı orduları, fiilen, asıl savaş planlarını çizen ve kararları veren ve uygulayan Alman generallerinin emrinde. Liman von Sanders (Paşa), Falkenhein (Paşa) Souchon (Paşa) vs.. Evet, bunlar kendi dünyalarında ve kendi idealleri çizgisinde ünlü savaş stratejistleri... Ama İttihad- Terakki yönetimi, bunlara 'paşa'lık unvanını vermekle ve onlar da başlarına da birer kalpak geçirmekle, gerçekten de Osmanlı'nın ve de Müslüman dünyasının hizmetinde, samimî müttefiklerimiz mi olacaktı ve bu, nasıl mümkün olabilirdi?

Tabiî bu arada, 'Alman hayranlığı'nın da Müslüman dünyasına pompalandığı unutulmamalı.

Alman İmparatoru 2. Wilhelm, hattâ, asırlardır Osmanlı'nın elinde olan Irak'ta, şiî Müslümanların en büyük medreselerinin bulunduğu Necef'te, şiî ulemâsı, Osmanlı'ya hiç sıcak bakmamışken, yükselmekte olan savaş ateşi ve İngiliz hilekârlığına karşı Almanya tarafında yer almayı gerekli görüp, Almanya İmparatoru 2. Willhelm'i, 'Müslüman olmuş, hacca bile gitmiş bir Müslüman' olarak; 'Wilhelm Haci Muhammed, Müeyyid-ul'İslâm' diye, derin bir saygı ve ümidle bile anmaya başlamışlardı..

İslamî irfan açısından döneminin en donanımlı isimlerinden olan Mehmed Âkif'in bile, Safâhât'ının 'Berlin Hâtıraları' bölümünde uzuuun – uzuun hayranlıkla andığı Alman'a, sıradan insanlar nasıl baksınlardı?!.

'Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın?
O halde fikr ile vicdâna sâhib insansın.
O halde «Asyalıdır, ırkı başkadır...» diyerek,
'Benât-ı cins'in olan ümmehâtı incitecek
Yabancı tavrı yakışmaz senin fazîletine...
Gel iştirâk ediver şunların felâketine.
(…)
Bilir misin ki senin Şark'a meyleden nazarın,
Birinci def'a doğan fecridir zavallıların?

(…)'

O nâsiyen -ki pürüz bilmeyen bir âyîne
Berâ'etiyle, bütün kavminin berâ'atine,
Şehâdet etmededir- Şark'a doğru dönmeli ki:
Sizin de Garb'ınızın hâtırât-ı nâ-pâki,
Biraz silinsin onun hiç değilse yâdından.
(…)
Onun netîce-i îkàzıdır ki: «Avrupalı»
Denince rûhu sağır, kalbi his için kapalı,
Müebbeden bize düşman bir ümmet anlardık.
Hayır, bu an'anenin hakkı yok, deyip artık,
Benât-ı cinsine göstermek isterim seni ben...
Yabancı durma ki pek âşinâsınız kalben.
O annecikler için duyduğun hurâfeyi at!
Düşünme dest-i musâfâtı Şark'a doğru uzat.
(…)

Siz elli yıl oluyor, belki, harbe girmediniz.
Geçen muhârebeden şanlı bir celâdetle
Çıkınca verdiniz evlâd-ı memleket elele;
Çalıştınız gece gündüz, didindiniz o kadar,
(…)

Nüfusunuz iki kat arttı, ilminiz on kat;
Uçurdunuz yürüyen fenne taktınız da kanat. (…)'

**

Evet, böyle bir dünyada, var olmak veya yok olmak..

Savaşın bütün tarafları kendilerini her alanda, zafere ulaştıracak strateji ve taktikler peşindelerdi, tabiatiyle.

Savaş ilânından sonra Sarıkamış - Erzurum istikametinde ilerlemeye başlamıştı, Kafkaslar'daki Rus Orduları..

Çünkü, Osmanlı'nın, 1877-78'den beri Rusya elinde kalan Batum, Kars ve Ardahan'ı şehirlerini 35-40 sene sonralarda olsa da ilk planda kurtarıp, Osmanlı camiasına ve bütün müslüman dünyasına bir zafer sunmak isteyeceğini Ruslar da biliyordu.

Nitekim, ilerleyen Rus orduları, 6-9 Kasım 1914'te vuku bulan Köprüköy Muharebesi'nde yenilerek, geri çekildiler.

Halbuki bu yetmezdi. Kars, Ardahan ve Batum kurtarılmalıydı.

Osmanlı orduları Başkumandan Vekili ve Harbiye Nâzırı Enver Paşa cepheye gelip komutayı ele aldı.

Hesabı şuydu Enver Paşa'nın...

Sarıkamış'taki Rus birliklerini gafil avlamak, onları geriden vurmak ve gerideki Rus güçlerinden yardım alabilecekleri yolları kesmek... Ve 'Edirne Fâtihliği'nden sonra, Batum, Kars- Ardahan, veya Kafkasya fatihliğine erişmek..

*

Sarıkamış taarruzu 22 Aralık 1914'ten 1915 Ocak başlarına kadar sürdü.

Ve sonuç, evet, tam bir facia olmuştu. Alman başvekili Prens Bismarck'ın 1870'de Fransız İmparatoru 3. Napolyon komutasındaki 130 bin kişilik Fransız ordusunu, Sedan'da bir günde, tamamen imha etmesi ve (Birinci Napolyon'un torunu olan) 3. Napolyon'u da esir alması gibi bir durum.

Bir farkla ki Enver Paşa ve ordusu, silâhlı bir mücadelede, muharebede, düşmana değil, 'Mareşal Winter'e (Mareşal Kış'a) yenilmişti, Allahu Ekber Dağlarının 3 bin 500 metre yüksekliklerinden geçmeye çalışırken... Tıpkı, kendisine bir bakıma heyecan veren ve örnek teşkil eden Napolyon'un, 1812'de, Paris'ten taa Moskova önlerine kadar gelip de, orada, Rus ordularına değil de 'Mareşal Winter'e yenilmesi gibi bir tarihî tekerrür...

Evet, ağır kış (winter) şartları, her bir gerçek 'mareşal'in savaş kabiliyetini ve maharetini sıfır'a indirecek kadar çetindi..

Bu durum, öngörülemez miydi?

(Bu konuya gelecek yazıda da devam edeceğiz, inşaallah..)

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN