Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Aralık 14, 2021
Sezai Karakoç’la tanışmadan tanışmak…

O zamanlar, bazı gazetelerin 'Gençlik Köşesi' gibi özel sütunlarına 8-10 günde bir yazılar gönderiyordum ve o yazıları özetlenerek de olsa, yayınlanıyordu.. Daha sonra ise, yazılarım özetlenmeden ve o zamanki matbuatta bir âdet haline gelen 2. sahifedeki 'Orta Yazı' halinde de yayınlanmaya başlanmıştı. Ama, o gazetelerden kimseyi tanımıyordum.. Bunda İstanbul'dan uzakta olmanın da rolü vardı elbette..

Gerçi İstanbul Hukuk'ta okumaya başlamıştım, ama, derslere girme mecburiyeti yoktu, sadece sene sonu imtihanları için Diyarbekir'den geliyordum, izinli olarak.. İstanbul'a geldiğimde, Divanyolu'ndaki öğrenci arkadaşlarımın evinde kalıyordum. O zaman, arkadaşlar Sezaî Bey'in bürosunun da Divanyolu'nda, hemen bitişikteki bir işhanında bulunduğunu, kendisinin de sık sık işhanının girişindeki kahvehanede oturduğunu söylemişlerdi.

Sezaî ağabeyi ben de işte öyle bir günde, o kahvehanede, bir şeyler yazar vaziyette görmüş ve heyecanlanmıştım. Çünkü, benim inandığım en aziz değerleri değişik bir uslûbla ve dikkatleri üzerine çekecek bir edebî zarafet içinde yazıyordu, efkâr-ı umûmiyeye yansıtıyordu. Sesi çok çıkmıyor denilse bile, onun şairâne tasavvurlarla yazdıkları, hele de genç insanların gönüllerinde derinden derine mâkes buluyordu.

Ders çalışmak için, ben de o kahvehaneye gitmeye başlamıştım ve Sezaî ağabeyi de orada sık sık görüyordum. Ama, onunla tanışıklığım olmadığı için, 2-3 masa uzakta bir yerde oturup hem ders çalışıyor; hem de Sezaî ağabeyi uzaktan seyrediyordum. Ne var ki, meşhur kişilerle tanışmaktan çekindiğim için, tanışma hamlesi yapamıyordum. Kendimi ne diye; nasıl tanıtacaktım? Benim gibi onlarca-yüzlerce genç onunla tanışıyordu. Ben de onlardan birisi olarak kendimi tanıtmaya kalkışıp vaktini alsam, abes olmaz mıydı? Üstelik, bir tanışma ile, onun da hâfızasında fazla bir şey kalmıyacaktı.

Kahvehanedeki müşterilerin ortalaması orta yaş ve üstü kimselerdi. Sezaî ağabey oraya gelip her gün neredeyse aynı masaya oturduğunda, yanında pek kimse olmaz ve o da, zaman zaman uzaklara bakarak önündeki deftere bir şeyler yazardı.

Ama, ona sık sık baktığımı hissetmiş olmalıydı ki, o da zaman zaman oradaki müşteriler arasında en genç durumunda olanlardan birisi olan bana doğru atf-ı nazar eylerdi, ama, bu bakışmaların ötesinde bir tanışmamız olmamıştı.

Sezaî ağabey'le, ona hep öyle uzaktan bakıp, şahsen hiç tanışmamış, ama, tefekkür ve duygu planında görünmez bir gönül bağıyla ona hep ihtiram duymuş birisi olarak kaldım ve düz yazıları başta olmak üzere, şiirlerinden birçoğunu da zevkle okumayı ve onlardan gıdalanmayı hep sürdürdüm.

O sıralarda, Sezaî Bey'in sanırım haftada bir, günlük köşe yazıları vardı ve ele aldığı konulara yaklaşım tarzı ve yazı uslûbunu zevkle takib ederdim.

Bir ara, 'İstanbul'un yeniden başkent olması gerektiği'ne dair yazısı bayağı gürültü çıkarmış ve hakkında soruşturma açılması sözkonusu olmuştu. Halbuki, bu istek ne kadar mâsum ve gerçekçiydi.. Bugün de dünyanın her bir yanındaki Müslümanlara sorulsa, Türkiye'nin haritadaki yerini hemen gösteremeyebilirler, ama, İstanbul dediğinizde neredeyse bilmeyen yoktur. Çünkü, bu müthiş stratejik şehir, Müslümanlarının tarihinin en ihtişamlı ve en facialı hâtıralarının şehridir ve Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, galip devletlerin, hangi mağlub ülkelerin başkentlerini zorla nasıl değiştirttikleri hatırlanmalıdır.. (Almanya'ya da önce Weimar'ın ve 2. Dünya Savaşı'ndan sonra da Bonn'un başkent olarak dayatılması ve Almanya'nın fırsat bulunca, kendi tarihlerinin sembolü olan Berlin'e yeniden dönüşleri hatırlanmalıdır.)

*

12 Mart 1971 Askerî Darbesi'nden sonraki dönemde, yazı yazanlardan nicelerinin ortalıktan çekilince, Bâb-ı Âli'de SABAH gazetesi de yazar bulmakta biraz sıkıntıya düşmüştü herhalde.. Birinci sahifede, (merhûm) Necîb Fâzıl, 'Adıdeğmez' imzasıyla kısa yazılar yazıyordu.. İkinci sahifede ise, arada bir Sezaî Bey'in yazılarını okurduk..

İşte öyle günlerden bir gün, benim arada bir gönderdiğim yazılara bakarak, bazıları günlük yazı yazabileceğimi düşünmüş olmalılar ki, davet ve teklif ettiler. Ve biz de 'Bismillah..' diye başladık. Yûnus Emre'nin, 'Yol Oldur Ki Doğru Vara..' mısraını sütun başlığı yaparak..

Ama, bir taraftan İstanbul Hukuk'ta, 2'den 3'e yeni geçmiş bir öğrenci olduğum ; bir taraftan da Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde bir mikrobioloji laboratuarında çalıştığım için, ben de gazeteye akşamları geliyordum.. Her iki üstad ise, gazetede gözükmezlerdi pek.. Yazılarını başkaları getirip bırakırdı. Yani, orada da tanışmak nasib olmadı.. Siyasî ortam biraz rahatlar gibi olunca, arada bir gelen Necîb Fâzıl, beni orada 'musahhih' olarak çalışan gençlerden birisi sanır ve hep, 'delikanlı' diye hitab ederdi.. Sezaî ağabeyi ise hiç görmemiştim, gazetede..

*

*Sezaî bey'in, kitablarına uzun süre almadığı şiirleri..

Her şairin ilk çocukluk dönemlerine aid bir fikrî ve ruhî alt-yapısı vardır..

Nitekim o da ilk şiir denemelerini şöyle anlatır:

'Aklıma estikçe, mısralar,beyitler , kıt'alar yazıyordum. Ortaokulda, o birden bire doğup da yazılan Ergani şiirinden sonra, ara sıra bir şeyler karalıyordum. Kendimi hiç zorlamadan..

Bazan okuduğum kitabın kapağına bir-iki mısra yazdığım olurdu.. Şimdi kütüphanemde rastlıyorum o mısra ya da beyitlere.. Meselâ; Pendnâme'nin arka kapağına..

'Bu kitap Cennet'e gitmek için anahtar veriyor.

Güzel ahlâk, iyi huy, terbiye, hem âr veriyor.

Bize irşad olmanın 'Pend'ini (Feriduddin-i) Attâr veriyor.'

gibi beyitler bu yıllardadır ki, yaz tatilinde evimizin önündeki dut ağacının altında otururken,

'Gölge deniz gibi, gölge göl gibi,

Bu dut ağacının eteğindedir.'

mısralarıyla başlayan 4-5 kıt'alık bir şiir yazmıştım.

'Babam beğendiği için kendi kendine tekrar ederdi. O dut ağacı da âdeta ailemizi sembolize ediyordu. Askerde ölen ağabeyim doğduğunda dikilmiş.. Lise ikinci sınıfta ise, Nef'î'nin gazellerine özenerek gazeller yazmayı denerdim. Âruz veznimi deniyordum. Bütün bunlar kendiliğinden oluyordu. (…) Bir gün sırf kendimi denemek için, Mehmet Leventoğlu imzasıyla Büyük Doğu'ya bir şiir gönderdim. Bir süre sonra, 'Dergiye gelen 300 şiirin arasından seçilerek yayınlanmıştır.' diye bir notla yayınlandı. İlk yayınlanmış şiirim budur. Sonraları kitaplarıma alacak güçte bulmadım onu.. Ancak aklımda kalan kısmı buraya alıyorum:

'İlim:

Merdiven daya

Çık aya..

İman:

Al eline bastonu..

Sonu..

Sonsuza yürü..

Sürü sürü..

Putları kıra kıra..

Var, (Var)'a..'

(Diclehan, Sanat ve Düşünce dünyasında Sezaî Karakoç, Sh.59-60)

*

Bu arada, o zamanlar çoğu genç nesillerin dudaklarında mırıldandıkları, 'Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı/ Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum' gibi mısralar da genç Sezaî'nin mısraları olup, nicelerini de şiir yazmaya özendirmiştir.

Monna Rosa şiiri de öyle.. Ama, bu şiir Sezaî Bey'in şiir tarzında, orta boy bir kalem denemesi şeklinde bile değerlendirilebilir. Esasen, Sezaî bey de, bu şiirini kitablarına uzun süre almamıştı, çok özenli bulmadığı için midir, yoksa, kafalarda kavak yellerinin estiği dönemlerden kalma olduğu için midir veya havaî ve hercaî gönül sahiplerinin ağzına bir sakız vermiş olmanın sorumluluğunu hissettiğinden midir, söylemesi zor..

Uzuuun Monna Rosa şiirinden birkaç kıt'ayı, Sezaî Karakoç'taki şairâne tasavvur, tahayyül ve tahassüs kudretine örnek olarak aktaralım buraya..

'(…)

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;

Kanadı kırık kuş merhamet ister;

*

Ulur aya karşı kirli çakallar,

Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.

Monna Rosa, bugün bende bir hal var,

Yağmur iğri iğri düşer toprağa,

Ulur aya karşı kirli çakallar.

*

(…)

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,

Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.

Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,

Işıksız ruhumu sallar da durur,

Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

*

(…)

Akşamları gelir incir kuşları,

Konarlar bahçemin incirlerine;

Kiminin rengi ak, kiminin sarı.

Ah, beni vursalar bir kuş yerine!

Akşamları gelir incir kuşları...

*

(…)

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:

Henüz dinlemedin benden türküler.

Benim aşkım uymaz öyle her saza,

En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa'

*

Sezaî ağabey'in düzyazıları da şiir zevkindeydi.. 'Yitik Cennet'ini bugün de okurum ve beni alır-götürür tefekkür ve tahayyül âleminin engin ufuklarına.. Onun, 'Cennet'i bulmak için, yitirmek gerekiyordu..' diye anlattığı 'Yitik Cennet' , gerçekte bir çeşit 'Qısâs-ı Enbiyâ' gibidir.. Ve emperial dünyanın hegemonyası karşısında son asırlarda yara alan müslüman dünyasının kurtulabilmesi için, çareyi 'Diriliş ideali'ne bağlanmakta görür.

*'Diriliş Nesli', M. Âkif'în 'Âsım Nesli'nin devamıdır....

'Yitik Cennet'te, bir 'Diriliş'in inşa olunmasının ideal çözümleri gösterilir.

Diriliş Nesli'nin ideal öncü ve örnek şahsiyetleridir; enbiyaullah'tır, ilâhî peygamber'lerdir.

Hz. Âdem, Hz. Nûh, Hz. İbrahîm, Hz. Yûsuf, Hz. Mûsâ, Hz. Süleyman, Hz. Yahyâ ve Hz. İsâ ve Hz. Muhammed.. Sezaî Bey, isimleri sayılan enbiyaullah'ın ilk 8'inin herbirini, bir insanî medeniyetin kurulması yolunda verilen kutsal mücadelelerin ve çekilen acıların kahramanları ve Cennet'in 8 kapısı olarak görmektedir. Hz. Peygamber (S) ise, Cennet'in tâ kendisidir.

Sezaî Karakoç, 'Batı' diye ifade ettiği emperyalist dünyayı şeytanî bir medeniyet olarak görür ve Batı olmadan ve gelmeden önceki medeniyetimizi bir dünya cenneti olarak tarif eder.

Ancak, açıktır ki, buradaki yaklaşım, şairâne tasavvur ve tahayyüllerle tezyin edilmiştir. Tarihî gerçek açısından bakıldığında ise, görülecektir ki, müslüman dünyası, Batı denilen dünyanın gücü olmadığı zaman da, kendi iç zaaflarıyla, iç sapmalarla, hele de Hulefâ'y-ı Râşidîn'den sonraki 14 asra yakın zamandır, kendi içinden bölünmüş, -hele de Kerbelâ Faciası'yla- ağır şekilde yaralanmıştır. Suçlanacak bir şey varsa, o da, şu veya bu cihetteki, yöndeki başka dünyalar değil, kendi zaaflarımızdır. Ve esasen, İslâm cihanşumûl/ üniversal olduğu için, herhangi bir ciheti, yönü, coğrafyayı suçlamaz.

Nitekim, Batı çok kötü de; Doğu neresidir, ve pırıl-pırıl mıdır? Biz Müslümanlar kendimiz yitirmişizdir, dünya cennetimizi.. Onu yeniden kurtaracak olan da yine biz olacağız.. Gerçi, Sezaî ağabey de bu mânayı yansıtıor, izahlarında, ama, dünyanın her yanında karşımıza çıkan Şeytanî Medeniyeti sadece Batı diye isimlendirmiş olmakla, dünyanın belli bir cihetini suçlamıştır. Kendi dışımızdaki her taraf Batı denilmek istenmişse, o zaman da 'Düşmanımızı çok büyütmüş olmaz mıyız? ' sorusu akla gelir.

Gerçi, Sezaî ağabeyin, Doğu ve Batı'yı, 'Medeniyet' târifinde coğrafî terim değil, ruhun mânevî doğusu ve batısı olarak kullandığı söylenebilir. Çünkü, o, Doğu ve Batı'yı, tarih boyunca

birbirleriyle devamlı mücadele hâlinde olan zıd değerler dünyası olarak ele almaktadır. Ona göre, Hz. Âdem'le başlayan "iyi"nin medeniyeti, vahiy, hakikat medeniyetidir. "Kötü"nün de bir medeniyeti vardır ve o, teşkilâtlanmış ve kendini haklı görmenin felsefesini oluşturmuş; inanca karşı felsefe adı altında ruha karşı maddeyi, ulvîye karşı süflîyi, huzura karşı sıkıntıyı, ahenge karşı kaosu ortaya

çıkarmıştır. (Çıkış Yolu II - Medeniyetimizin Dirilişi- 4 Konferans, s.45).

Ama, yine de bu coğrafî cihet isimlerine takılmadan da, bizim değerlerimiz, cihanşumûl bir dünya düzenine temel olacak şekilde anlatılabilir.

*

Sezaî Bey'e göre 'Batı', Roma ve Bizans'tan bugüne Avrupa'dır ve "Hakikat Medeniyeti" dediği İslâm medeniyetinin bünyesindeki topluluk da, "İslâm Milleti" ... (Düşünceler I- Kavramlar, s.16)

O, Millet anlayışını milliyet /nationalité kavramıyla târif etmez. Onun Medeniyet ve millet tasavvuru milliyetçi/ nasyonalist değil, ümmetçi esaslara dayanır. Hangi kavimden, ırktan olursa olsun,

Türk, Arab, Kürd, Fars, Arnavut, Boşnak, hepsi İslâm Milleti ve İslâm Medeniyetinin mensubudur.' (a.g.e.,s.11)

(Devam ederiz inşallah.)

Selahattin Eş Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN