12 Mart’a doğru giderken…
Türkiye, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi'ne doğru giderken, ülkenin sosyo-politik ve ideolojik durumu nasıldı?
Birçok işyerlerinde, ücret azlığından dolayı işverenle işçi temsilcileri kabul edilen sendika başkanları (daha doğrusu, sendika ağaları) arasında toplu sözleşme görüşmeleri yapılıyor ve aylarca süren bu görüşmeler bir anlaşmayla noktalanmayınca işçiler greve gidiyorlardı. Bu da genel olarak gerilim demekti. Çünkü 'grev sözcü ve gözcüleri' fabrikaların sahiplerine bile mülklerine giriş izni vermiyorlar, polisle grevciler arasında meydana gelen çatışmalar da solcu grupların tam da istedikleri gerilim atmosferinin oluşmasına hizmet ettiği için, dört gözle bekleniyordu. Hele de o gerilim anlarında bir ölüm olması ve bir tâbut ele geçirip kitleleri harekete geçirmek fırsatının ortaya çıkması âdetâ heyecanla isteniyordu.
Ben o gerilim yıllarında İstanbul Üniversitesi'nin Çapa Tıp Fakültesi içinde olmakla birlikte, üniversite ile ilgisi olmayan ve Türkiye Tüberküloz'la Mücadele Derneği'ne tahsis edilmiş bir laboratuarda çalışıyordum. Diyarbekir'den İstanbul Hukuk'taki tahsilimi tamamlamak için İstanbul'a tayin istemiştim, dönemin Sağlık Bakanı'ndan. O da, Müsteşar'a, 'Bu gence İstanbul'da bir yer bulun demiş', o da, Beykoz ve İstinye Devlet Hastanesi'nde birer boş kadro olduğunu söylemişti. Benim bir taraftan mikrobioloji ve biokimya laboratuvarında çalışıp, bir de oralardan, Bâyezid Meydanı'ndaki üniversiteye gelip ders takib etmem kesinlikle mümkün değildi. Bakan'a (ki, Dr. Vedat Ali Özkan isimli bu Bakan kamuoyunda 'Jet Bakan' olarak isim yapmıştı; hastahaneleri, sağlık tesislerini, en beklenmedik zamanlarda teftiş etmesi hasebiyle...) itirazımı bizzat ona tekrar belirttiğimde, 'İstanbul merkezinde bir boş kadro bulun!.' deyince..
'Naile Sağlam Tüberküloz Laboratuarı' diye anılan bir merkezde, tek kişilik bir kadro buldular.. (O zaman anladım ki, yukardakiler için, onlar ısrar ederlerse, onlara hemen sunulacak yedek kadrolar ihtiyaten hep bekletilmektedir.)
*
Ne var ki, bu laboratuvarın nerede olduğunu İstanbul Sağlık Müdürlüğü de bilmiyordu. Cerrahpaşa ve Çapa ve Eyyub Sultan'daki hastahanelerde olabileceğini söylediler. 15 gün tayin edildiğim yeri aradım.
Nihayet, bir gün Çapa Tıb Fakültesi'nin Dahiliye ve KBB servisleri arasında iki katlı bir küçük binanın girişinde, küçük bir levha gördüm, 'Naile Sağlam Tüberküloz Laboratuvarı..' diye..
Ne var ki, ben o derneğin personeli değildim. Ve orada benden başka herkes, Tüberküloz Derneği'nin sözleşmeli personeli idiler. Ve maaşları, özel sözleşmelere tâbi olduklarından benim maaşımın iki katına yakın bir mikdardaydı. O kişiler bana emir veremiyorlardı, çünkü kanunî âmirim durumunda değillerdi. Bir yaşlı kadın doktor vardı, devamlı Fransızca romanlar okuyordu ve müstahdemlere, 'Oruç tutuyor musunuz?' diye soruyor, onlar da 'Evet..' deyince, 'Boş yere midenize eziyet ediyorsunuz..' diye onları aşağılıyordu.
Bizim aramızda hiçbir konuşma olmazdı.
Ben de bazan, Âkif Efendi'ye, 'Kokona'dan n'aber?' derdim. 'Kokona', daha çok yaşlı ve sosyetik kadınlar için kullanılan bir deyim idi.
Bir gün Akif Efendi'ye demiş ki, 'O bana diyor kokona diye değil mi?' diye sormuş, o da 'Benim okuma-yazmam yok efendim, onun kullandığı kelimelerin bazılarını anlamıyorum.' diye geçiştirmiş..
Ondan sonra ona bir daha 'kokona' demeyi terk ettim. Ancak, benim haftada bir yazmaya başladığım yazılardan bazı paragraflar, Cumhuriyet gazetesinde 'Sağ Basın Ne Diyor?' başlığı altında değerlendirilirken
Benim adımı orada okuyorlar ve yaşlı bir Prof., 'Bu sen misin?' diyor, ben de, 'Efendim, o Selahaddin.. Benim adım Selahattin.. İsim benzerliği..' diyordum. O da, 'Aman-aman.. Böyle konulara girme..' diye nasihat ediyor ve ben de, 'Benim ping pong oynamaktan başka bir merakım yoktur..' diyordum. Çünkü, devlet memurunun siyasî nitelikli yazılar yazması yasaktı..
Ama, Âkif Efendi, Gümüşhane'den gelmiş, bu laboratuvarda çalışmaya başlamış, 1945'lerde.. 'Beyim, bu doktor, kokonadan da öte bir şey.. Tek Parti dönemi.. Biz evde gaz lambası için gazyağı bulamadık. Bu 'kokona', bana 10 lira verir, bir pusula yazar, 'Bunu Eminönü Halk Partisi başkanına götür, bir koca varil gazyağını al, Nişantaşı'ndaki evime götür.. Evde gaz sobasının gazı bitmek üzere..' derdi.. Ve 'Amma, sonra, Adnan Menderes zamanında dar gelirliler biraz rahat nefes aldılar, tek parti döneminin yiyicileri, sülükleri epeyce geriletildiler.. Şu Vatan Caddesi var ya, bu caddenin açılışında rahmetli Adnan Menderes sabahları saat 7.00 civarında gelir, o soğukta işçilerle çay simitle kahvaltı yapar ve biz de onu görmek için erkenden gelirdik iş yerimize.. Ama, bu Halk Partililer var ya, onların yatacak yeri yok, Menderes babamızı astılar..' diye hüngür-hüngür ağlardı.
*
Tekrar edeyim, Sağlık Bakanlığı memuru idim ve benim dışımdaki doktor ve diğer personel hepsi o Dernek'ten alıyorlardı maaşlarını.. Ben ise tek resmî memur olarak, kendi maaş bordromu kendim dolduruyordum. 40-50 kişinin bordrosunun yazıldığı kocaman bir bordro kağıdına tek başıma kendi adımı yazar, onu Cağaloğlu'nda Sağlık Müdürlüğü'nün muhasebesinde imzalanıp mühürlendikten sonra Vilayet'e götürür ve oradaki son imzadan sonra aylık 475 liralık maaşımı alırdım. İstanbul'da 'Hırka-i Şerif Camii'ne yakın bir yerde eski bir ahşab evi kiralamıştım, 275 liraya.. Gerisiyle de hayatımı idâme ettiriyordum.
*
Çalıştığım Laboratuar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında cephelerde askerî doktor olarak bulunmuş ve daha sonraki yıllarda da paşalık rütbesine kadar yükseltilmiş olan ve ilk iki Şef'le, hele de İsmet Paşa'yla yakın irtibatı olan Tevfik Sağlam Paşa'nın (kendisinden önce vefat eden) hanımı Naile Sağlam'a bir vefâ işareti olarak, onun adına tesis etmiş olduğu bir mekân idi. (Sağlık Mesl. Okulu'nda mikrobioloji ve biokimya laboratuarları için yetiştirilmiştim.)
Yeri gelmişken, kısaca belirteyim... Tevfik Sağlam Paşa'nın çalışma odasına da kimse girmiyordu.. Öyle bir saygı geleneği oluşturulmuştu. Ama ben, fırsat buldukça o odaya giriyor ve Paşa'nın günlüklerinin olduğu defterleri okumaya çalışıyordum. Bazılarını Osmanlıca yazmıştı, çoğunu ise, yeni harflerle.. Kısa kısa notlardı bunlar... ('Bugün Paşa Hazretleriyle mülâkat..' gibi notlar aldığı, ama o görüşmelere dair hemen hiçbir ciddî not kaydetmediği görülüyordu.) Notlarında daha çok tıbbî konuları ilgilendiren kısa cümleler ve bazan da, seferberlik zamanındaki savaş tıbbına dair hâtıralarından yansımalar vardı.
Çalıştığımız küçük bina iki katlı idi. Alt kat, 'morg' idi. (Bazı eski kayıdlarda, 'meyyithane, yani, ölüler odası, salonu' olarak geçiyordu. Kazalardan, kavgalardan, cinayetlerden hastahaneye yetiştirilmeye çalışılırken, yolda ölenler, adlî takib konusu olabilecek vak'alar doğruca buraya getirilirdi.
*
Gerçi, 'ölü'lerle âşina oluşum ilk değildi, meslek öğrendiğim yıllardan beri..
Ankara Sağlık Okulu'na girişimin henüz ilk aylarında, henüz 14 yaşındayken, Anatomi hocamız bizi Ankara Tıp Fakültesi'nin Abidinpaşa'daki Anatomi Enstitüsü'ne götürmüş ve yerin altına indiğimiz bir salonda, mermer masalar üzerine uzanmış ve üzerleri bir bezle örtülü, kadınlı-erkekli 30-40 kadar kadavra- cesetlerle karşılaşmıştım. Ortalığa, ağır bir formaldehid kokusu hâkim idi. Formaldehit'in, cesedlerin kokmasına -ve çürümesine- engel olduğu söyleniyordu. Ama, formaldehit'in kendi kokusu da kolay tahammül cinsten değildi. (Bu cesedlerin -çoğu akıl hastanelerinden getirilenler olmak üzere- sahipsiz kimselere aid olduğunu sonra öğrenecektim.) O zaman, rengimin diğer çocuklardan daha fazla sarardığını gören hoca, elime bir eldiven giydirmiş ve sonra da bir bistüri/ neşter vererek, bir cesedin karaciğer ve safra kesesini açmamı istemiş, elimin titrediğini görünce, elindeki çubukla elime vurmuş ve o vuruşla korku duygularım kırılmıştı.
Ama, burada 'morg'un üstünde bir laboratuarda çalışırken, alt katta parça parça olmuş cesedler geldikçe ve hele de onların yakınlarının âsumana yükselen feryadlarının benzerine daha önce bu yoğunlukta ve sürekli karşılaşmamıştım.
Alt katın kapı önünde yükselen feryadlar hemen her gün ve birkaç kez tekrarlanıyordu. İnsan , robot ya da duvar değil ki, etkilenmeden kalabilsin.. Ben de hemen her gün tuhaf duygular içinde ayrılıyordum, mesaiden, ve amma biliyordum ki, yarına erişirsem, bu sahneler yine tekrarlanacaktı..
Ama, 8 yıl kadar süren o memuriyetimin ilk yılından sonra, artık kanıksamaya başlamıştım o manzaraları.. Ve yükselen her feryad karşısında, yukarıdan camdan şöyle bir bakar, yüreğimde bir sızı ve burukluk olsa bile, beni derinden etkilemezdi. Bu da beni endişelendirir ve kendi kendime, 'Ne o, oğlum, yoksa duyguların köreliyor, dumûra mı uğruyor?' diye söylenirdim. En azından, bu kendimi sorgulayışımın beni koruduğunu sanıyorum.
Bu vesileyle, orada, cenazeye sahip çıkma konusunda, o mâtem yerinde bile tuhaf kavgalara şahid olurdum. Kimileri, kimilerini cenazeye yaklaştırmaz, insanlar yaka- paça olurlar, alt-alta, üst üste, kavga ederlerdi aşağıda.. Gülmek istersen, gülebilirdin, ama, insanoğlunun zaaflarının utandırıcılığı da görülebiliyordu, o sahnelerde.. Bazan da, aşağıdaki feryad ve kavgalar arasına, 'rahmetli'nin altın dişi çalınmış.. Kolyesi , bileziği, vs. çalınmış..' gibi iddialar da yükselirdi.
Bazan da, üzerine birkaç mermi boşaltılmış cesedler gelir ve kimse sahib çıkmazdı. (Bunlardan birisi de, İstanbul'un batakhanelerinin, gece kulüplerinin patroniçesi olarak nitelenen 'Lüks Nermin' diye bilinen ünlü bir birisiydi ki, bedeninde 20 kadar mermi vardı.. Ona kimse sahip çıkmamış ve gerekli işlemler yapıldıktan belediye tarafından götürülmüştü.)
1970'in Haziran ortasıydı, galiba.. İstanbul'da ve çevresinde, sanayi kuruluşlarında, fabrikalarda bir takım kıpırdanmalar başlamıştı.. İşçi sendikalarının içine, işçilikle ilgisi olmayan bir takım marxizan eğilimli, solcu ve ideolog bozuntusu kişiler girmişler ve işçileri grevlere sürüklüyorlardı.
Bir gün sabah, işyerime gittiğimde , laboratuarda çalışmaya başlamak üzere, çalışacağım bölümü dezenfekte etmek için açtığım 'ultra-viole ışınları'nın süresinin dolmasını beklerken, aşağıda bir gürültü koptu.. Yukarıdan, 'Yine n'oldu?..' diye bir an için bakarken, anlamıştım ki, 2-3 cenaze gelmişti. Ve bu kez, aileler yoktu, cenazelerin arkasında.. Bir takım işçi teşekkülleri.. Ve kalabalık kitleler.. Bu arada, güvenlik güçleri de tedbirler almaya çalışıyorlardı.
Anlaşılıyordu ki, grev yapılan bir fabrikada hadiseler olmuş, birilerinin işçileri daha da tahrik etmek yolundaki kışkırtıcı eylemleri, fabrikanın tahribine yönelik hadiselere varınca, müdahale olmuş, çıkan çatışmada, 2-3 kişi hayatını kaybetmişti.
İki karanlık adamın, aşağıda bir kenarda 'İyi oldu, cenaze işimize yarar...' diye konuştuklarını bizzat duymuştum..
Ellerine ölü ve tâbut geçirenlerin beklediği fırsat da iyi kullanılacaktı.. Pankartlar, feryadlar, sloganlar..
Ancak, sonra anlaşılmıştı ki, ölülerden sadece birisi işçi imiş, ona sahib çıkıldı, ötekiler çatışma ortasında kalmışlar ve seken mermilerle vefat etmişler.. Onlara kimse bakmadı bile.. Ellerine bir tâbut geçiren sendika ağaları + solcu ideologlar, o tâbutu alıp yukarıya, yüzlerce işçinin elleri üzerinde ve ağlamaklı sloganlarla Millet Caddesi'ne çıkarıyorlardı..
Zamanlama da iyi yapılmıştı.. Çünkü, Topkapı tarafından ellerinde pankartlarla, kadınlı-erkekli binlerce işçi daha harekete geç(iril)miş, onbinler, Aksaray'a doğru akıyorlardı... O işlek cadde trafiğe kapanmıştı.. Hele bir de bir tâbut ele geçince.. Gerisini siz tahayyül edebilirsiniz..
(Ben bu satırları yazarken, baktım, 50 sene önceleri anlatıyorum ve hadiseler sanki yeni cereyan etmiş gibi gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki, 1908 -2. Meşrutiyet ve 1909- Sultan Hâmid'in azli ve diger 31 Mart Hadiseleri sırasındaki büyük sosyal travma ve çalkantıları 1930'larda yayınlanmış hâtıralarında anlatanların kitaplarını okurken, 'Aradan 20 seneyi aşkın bir zamana dilimi geçmiş, böyle teferruatıyla nasıl anlatıyorlar, mümkün mü?' diyordum. Evet, ben ise bugün 50 yıl öncesini, gözlerimi kapayınca gönül gözümün önüne geliveren yarım asır öncesini anlatıyorum.)
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.