Arama

Prof. Dr. Sefa Saygılı
Ocak 10, 2024
Ölümle barışık olmak

Efsane oyuncu Sadri Alışık YouTube'da yer alan Serseri filminde müşterilerden birinin ölümü sebebiyle meyhaneyi erken kapatan meyhaneciye ve cenazeye gelmediği suçlaması yapan akşamcılara şöyle konuşuyor:

"Mademki hepimiz bir gün çekip gideceğiz bu seremoniler neden? Sizinki ölümden korkunuzu bastırmak, başka şey değil.

Hayat demek aslında ölümü beklemek demektir. Günü gelince gidiyorum yaşamaya, ağaçlara, güzelliklere elveda demektir.

Öleceksiniz diye ödünüz patlıyor, bunu örtmek için neler yapıyorsunuz."

***

Ölüm, yolculuğumuzun dünya durağından ayrılış olarak görürsek ölmekten korkmayız. Ölüm her an yanı başımızda, bizden hiç ayrılmayan sadık yol arkadaşımız.

Hayatımızın en büyük gerçeğidir. Nasreddin Hoca'nın tabiriyle "kişinin kıyametidir". İrademiz dışında gönderildiğimiz bu dünyadan yine irademiz dışında ayrılıştır.

Bütün korkuların ve pek çok psikolojik rahatsızlığın temelinde "ölüm korkusu" yatar. Peki, er-geç bizi bulacak olan ölümden niçin korkarız? İrademize bağlı olmayan mecburi gidişten korkarak elimize ne geçer?

Korkarak ecelimizi bir an dahi geciktirmek mümkün olmadığına göre, korkmak yerine ölüme bir geçiş kapısı, ebedi hayatımıza doğru yol alırken geçeceğimiz bir durak olarak bakmayı başarabilirsek hayatımız anlam kazanır. Her an ölüm korkusuyla yaşamak hayatı zindana çevirir. Ölümü görmezden gelerek yaşamak bir nevi sarhoşluktur. Ölümü unutmak için insanın kendini verdiği sarhoşluk farklıdır. Bazıları işkoliktir; işinden başka bir şey düşünemez, iş sarhoşudur. Bazıları gezmeyi sever; tüm dünyasını gezi planları doldurur ve başka bir şey düşünemez, gezme sarhoşudur. Bazıları midesine düşkündür. Sürekli nerede ne yiyeceğini planlıyorsa, yemek için yaşıyordur; aş sarhoşudur. Bu listeyi uzatmak mümkün...

Evet, irade sahibiyiz. Her an olduğu gibi burada da önümüzde birkaç seçenek var: Ya kendimizi sarhoşluğa veya eğlenceye versek de ölüm korkusu çekerek hayatımızı etkisiz ve pasif bir şekilde sürdüreceğiz veya ölümün gerçek mahiyetini anlayarak dünyada bulunuş gayemize uygun hareket edeceğiz.

Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal, "Benim iki gömleğim var; biri bayramlık, biri idamlık" diyerek ölüme meydan okumuştu. Birçok müthiş yeniliğe bu şekilde cesurca imza atabilmişti.

Aslında hayatın amacı ölüm sonrası bizi bekleyen ebedi hayatımıza hazırlanmaktır.

Hayatı Kaliteli Yaşamak İçin Korkudan Kurtulmalı

Evet, en temel korkumuzdur ölüm korkusu. Bir kişi mikroptan korkuyorsa altından ölüm korkusu çıkar. Kapalı yer ya da yükseklik korkusu varsa yine ölüm korkusundandır. Kanserden veya kalp krizinden korkuyorsa yine öyledir.

Yoğun olarak ölüm korkusu hisseden kişi kaliteli hayat süremez. İnsanca bir hayat yaşamak için ölüm korkusunu yenmek zorundayız. Bu korku kişiyi karar vermekten çekinen, riske girmeyen, hayattan korkan, giderek korkudan korkan kişi haline sokar.

Aslında ahirete inanan insan ölümden niye korksun ki? Aksine günahtan, zulümden, başkasının hakkını yemekten, haksızlık yapmaktan korkar.

Ölümü düşünmek hayatı anlamlandırır

Dünyanın hemen her yerinde ölüm döşeğindeki insanlar geçmiş hayatlarına bakarak "keşke şunun yerine şöyle yapsaydım" diye tecrübe ile dolu özeleştiride bulunurlar. Gereksiz yere üzüldüğü durumları hatırlar, insanlara daha çok iyilik yapmayı ve Allah'a niye daha yakın olmadığını düşünürler.

Hatay ve Kahramanmaraş Bölgesi'ndeki depremde binlerce kişi ölmüş, milyonlarca kişi de ölümle burun buruna gelmişti.

Tahminim herkes, hemen sonra birtakım hayırlı radikal kararlar almıştı. Tabii ölüm korkusu geçince unutuldu.

Ancak ürkütücü ve acıklı da olsa, ölüm tehlikesi yokken ölümü düşünmemiz faydalıdır. Bunu yapmak bize nasıl bir insan olmak istediğimizi ve bizim için hakikaten en önemli önceliklerin ne olduğunu hatırlatır. Bu yüzden kendi cenazemize katıldığımızı hayal etmek bize, hala fırsatımız varken geçmiş hayatımıza bakıp önemli değişiklikler yapma imkânı verir.

Ölümü tefekkür etmek çok önemli bir ibadettir. Kişi dünyadan koparak kendini ölmüş gibi düşünürse hayat hakkında çok şey öğrenir. Ölümü düşünerek bu korkuyu hayatımızı zorlaştırmak yerine yaşantımıza renk ve canlılık katan bir unsur haline çevirebiliriz. İşte ölümü tefekkür etmenin bazı faydaları:

– Günlük yaşayışımızda gereksiz şeylere üzülmez, cidden önemli olanlara odaklarınız.

– Olaylara daha doğru bakış açısıyla yaklaşırız, yaşadığımız problemlerden daha az sıkıntı duyarız.

– Stres eşiğimiz yükselir. Çünkü ölümün yakın olduğu aklımıza gelir ve dertleri büyütmeyiz.

– Ne varlığa sevinir, ne yokluğa yeriniriz. Geçici başarılar ve başarısızlıklar bizde derin dalgalanmalar yapmaz.

– Faaliyet lezzet verir, içimizdeki istek ve cesaret kuvvetlenir.

– Dünyada geçici olduğumuzu kabul ederiz, yaşamın amacının ölümden sonraki ebedi hayat olduğuna olan inancımız billurlaştırır, dolayısıyla her ânın kıymetini bilerek yaşarız.

– Ölümü düşünmek bize korkusuzluk ve cesaret verir, çünkü korkuların büyük çoğunluğunun kaynağı ölüm korkusudur.

– En önemlisi, hayatta kalmak için çabalamak yerine yaşantımızdan ve işimizden keyif almaya, daha mutlu olmaya çalışırız.

Ölüm Sonsuzla Birleşmedir

Modern insan olan bizler kendimizi işimize veriyoruz, televizyon, bilgisayar ve benzeri teknolojik aletlere bayılıyoruz, adeta bir organımız haline geldiler. Paranın her meselenin çözümü olduğuna inanıyoruz.

Zihni yorgunluktan muayene için gelen bir iş adamına üzerindeki yükü taşıyamadığını, azaltması gerektiğini söylediğimde, "Yeni bir fabrika kurduk, onu oturttuğumda tamam. O zaman rahatlayacağım" demişti. Aradan 2 yıl geçtikten sonra karşılaştığımda yine sıkıntılıydı. "Şimdi de yurt dışı şubemizi açmakla meşgulüm, çünkü onsuz olmuyor. Ama bu son, daha sonra kendime vakit ayıracağım" diye konuşmuştu. Son nefesine kadar koşturmaktan geri kalmayacağı belliydi.

Zamanımızda hayhuy içinde koşturmak ve işkoliklik yaygınlaşmakta, giderek daha çok kişi psikolojik sıkıntılar yaşıyor. Yorgun düşmüş bedenlerini ve zihinlerini dinlendirebilmek için gerekli zamanı ayıramadığından dolayı hasta olan insanlar hastaneleri dolduruyor. Üstelik ancak hastaneye yattıklarında dinlenebiliyorlar. Bel ağrısıyla evinde 10 gün evinde yatarak dinlenmesi gereken bir iş adamı dostum, "Yıllardır ilk defa tatil yapıyorum!" demişti.

İşte bu derece yoran işkolikliğin reçetesi de ölümü düşünmek, mümkünse aklımızdan çıkartmamaktır. Bu şekilde hayatımız anlam kazanır, daha kaliteli yaşarız.

Gerçekte insanoğlunun emelleri bitmez. Hep hırs ve dünyevi arzu peşinde koşup eceli unutmak doğru olmadığı gibi hastalık derecesinde ölüm korkusu duymak ve hafakanlar geçirmek de doğru değildir.

Osmanlı'da ölülerle diriler beraber yaşardı. Ölümle barışık olmanın bir işareti olarak mezarlar şehirlerin içindeydi. Dinimizde de kabir ziyareti tavsiye edilir ve ölülere sanki yaşıyormuşçasına selam verilir. Çünkü ölüm ancak bu şekilde en iyi nasihat edici olarak hayatımızda yer eder.

Ölümle dost olmak, zalimin zulmünü azaltırken zengini daha mütevazı yaşamaya ve yoksula yardıma teşvik eder. Fakirin sıkıntılara karşı dayanıklılığını artırır.

Ölümden korkmak yerine onu sonsuzlukla birleşmenin ışığı olarak görelim. Ölümün doğrudan gözünün içine bakarak dünya hayatının nihai kapısından suhuletle geçelim.

Ölüm Karşısında Yas Tutmak

Ölüm hayatın en büyük gerçeğidir. Devamlı ölümle iç içeyiz. Pek çok yakınımızın vefatına şahit olmuşuzdur. Çok sevdiğimiz birinin vefat edişi bizde derin acı ve üzüntüye yol açar. Eşimizin, anne-babamızın, kardeşimizin veya evladımızın ölümünü haber almak...

Bir daha onu dünya gözüyle görmeyeceğimizi bilmek...

Bunu kabullenmek... Hep zor gelir.

Sevilen bir yakının ölümüyle insanda yas (matem) reaksiyonu ortaya çıkar. Değişik bedeni rahatsızlık ve düşüncelerin ölen kişi üzerinde yoğunlaşması ve gerçek ile hayali ayıramama hissi, ölen kişiye karşı suçluluk düşüncesi, çevreye öfke ve kızgınlık, huzursuzluk gibi belirtiler görülür.

Aslında yas, normal ve insani bir reaksiyondur. DSM V ve ICD 10 gibi milletlerarası psikiyatrik sınıflandırmalarda bozukluk olarak kabul edilmez. Ancak bazen uzar, şiddetlenir ve hastalık halini alır.

Acaba normal bir yas reaksiyonu hangi hallerde patolojik (anormal) bir hale yani hastalığa dönüşür? Bu konuyu inceleyen bilim insanları, üç faktör üzerinde duruyorlar:

"Erkek adam ağlamaz" gibi yaklaşımlarla ölümle ilgili duyguların bastırılması, engellenmesi. Yani üzüntünün boşalmasının önüne geçilir. Aslında ağlamak, zayıflık ve yetersizlik belirtisi değildir. Kişi doğal tepkilerin baskı altına alınca uyuşukluk hisseder, gelecek senelerde bu olay psikolojik acı kaynağı olmaya devam eder.

– Yasın ne zaman sonlandırılacağının bilinmemesi.

– Bir takım histen mahrum abartılı gösterilerle acının boşaltılmaması.

Bu artık klasik olmuş bilgilerden sonra, Peygamber Efendimizin çok sevdiği oğlu İbrahim'in vefatı karşısındaki tutumuna bakalım:

Hicret sonrası Medine'de Peygamberimizin hayatta olan erkek çocuğu yoktu. Hz. Hatice validemizden sonra evlendiği diğer hanımlarından da çocuğu olmamıştı.

Müşrikler bunu dedikodu mevzuu yapıyor ve "soyu kesildi" diyorlardı. İşte bu sırada eşi Hz. Mariye'den bir oğlu dünyaya geldi. Doğumun olduğu gece Cebrail gelip Peygamberimize her zamankinden farklı bir adla hitap etti:

"Ey İbrahim'in babası!"

Ertesi sabah namazdan sonra Peygamberimiz ashabına doğum haberini verdi. "Ona atamın adı olan İbrahim isimin veriyorum." Medine'de büyük bir sevinç yaşandı.

Peygamberimiz İbrahim'e çok düşkündü. Hemen her gün, uzakta olmasına rağmen ziyaret ediyor; bazen de İbrahim, babasının bulunduğu yere getiriliyordu.

Hicretin onuncu yılında İbrahim yürümeye ve konuşmaya başladı. Fakat bu kadar sevilen mübarek çocuk hastalandı. Bir süre sonra uzun zaman yaşayamayacağı ortaya çıktı. Peygamberimiz onu sık sık ziyaret ediyordu.

Ölürken de yanındaydı. İbrahim son nefesini verdiğinde, kucağına aldı ve gözlerinden yaşlar boşandı.

Efendimizin dövünme ve feryatları yasaklaması, ölüm sonrasındaki tüm üzüntü belirtilerini de yasaklamış olduğu şekilde anlaşılıyordu. Bu yanlış anlama hala bazı zihinleri meşgul ediyordu. Abdurrahman bir Avf: "Ey Allah'ın Resulü, sen bunu -ağlamasını kast ederek- yasaklamadın mı? Müslümanlar sizi ağlarken görürlerse onlar da ağlar" dedi. Efendimiz yine ağlamaya devam etti ve konuşabilecek hale geldiğinde: "Ben bunu yasaklamadım. Bunlar acıma ve merhamet belirtileridir. Merhameti olmayana merhamet olunmaz. Ey İbrahim, eğer tekrar buluşma vaadi olmasa, bu (ölüm) herkesin geçmek zorunda olduğu bir yol olmasa ve son gelenimizin ilk gidene yetişeceğini bilmesek, senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok üzülüyoruz ey İbrahim! Gözler ağlar, kalp hüzünlenir. Allah'ın gücüne gidecek bir şey söylemiyoruz" dedi.

Görüldüğü gibi Peygamberimizin tatbikatı ölüm üzüntüsünü, gereğinde ağlamayı caiz, hatta içinden geldiği gibi acıyı yaşamayı teşvik yönündedir. Yalnız matem tutmaya sınır koymuş, üç günü aşması yasaklanmıştır.

Ayrıca Efendimizin, ölüsü olanla acıyı paylaşıma, ölü evine yiyecek gönderme tavsiyeleri ile; yalnızlık hissi, endişe ve acının azalması; faydalılık ve toplum içinde saygınlık hislerinin artması sağlanmaktadır.

Netice olarak Peygamberimizin ölüm karşısındaki üzüntü ve acı hissinin yaşanmasını, adeta boşaltılmasını teşvik ettiğin görüyoruz. Günümüz psikiyatri normlarına tam bir paralellik arz eden bu durum önemlidir.

Çünkü yasın engellenmesi, ilaç ve benzeri metotlarla boşaltılmasının önüne geçilmesi veya abartılı gösterilere bahane teşkil etmesi doğru değildir. Aksine deşarj edilmeyen acı, ileriki aylar veya yıllarda ağır bir psikiyatrik hastalık (genellikle depresyon) şeklinde karşımıza çıkacaktır. Tabii bir reaksiyona, sun'i müdahale uygun değildir.

Prof. Dr. Sefa Saygılı

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN