Arama

Mustafa Özcan
Eylül 5, 2020
‘Komün şeyhi’ ve şamatacıları!*

Günümüzde Türkiye'de geçmişten devreden çözülmemiş bazı tortular var. Bu meselelerin bazıları kadın konusu gibi sosyal meseleler. Bazıları da vaktiyle çözülmüş ama daha sonraki müdahalelerle yeniden nüksetmiş, çözümsüz hale getirilen tarikatlar gibi meselelerdir. Burada kimseyi veya yaptıklarını savunma makamında değiliz. Hiç kimsenin ismet karinesi yok, dolayısıyla nazari olarak hepimiz yanlışa açığız, kusur ve günah işleyebiliriz. Bu elbette meselenin hafife alınması anlamına gelmez. Meselenin hafife alınabilecek bir yanı yoktur. Elbette galizdir.

Dini ve ideal değerleri temsilde bir sorumluluk alanımız olsa bile asaleten dinin yegane sahibi Allah'tır. Onun tarafından vazedilmiştir. Bu nedenle de ibadet gibi meseleler tevkifidir yani beşerin müdahale alanının dışındadır. Sadece anlama çabası vardır. Peygamber ve peygamberler bile tebliğci makamındadır. Peygamberler ve onları temsilen herkes dinin sahibi değil ama sınırlı bir biçimde temsilcisi sayılabilir. Hasan el Benna'dan menkul ifadeyle; İslam'da din adamı yoktur ama herkes dinin adamıdır. Allah ins ve cinleri ibadet etsinler diye yaratmıştır.

Sosyolojik değişimle birlikte yerleşik kurallar esneyebilir ve bazı şeylerin zemini kalmayabilir. Komunist ülkelerde dinin zemini kalmadığından tali olarak tasavvufun zemini de buharlaşmıştır. Komunizmin kalkmasıyla eski statü avdet etmiştir. Yine dinin daraldığı yerlerde ve zeminlerde tasavvuf da birleşik kaplar teorisi gereği bu çekilmeden etkilenecektir. Daralma yaşayacaktır, tasavvuf imbikten geçmiş ve daha damıtılmış olduğundan dolayı dinin umumuna göre daha hassastır ve tez zemin kaybedebilir. Tabir caizse bir üst yapıdır. Bununla birlikte tasavvufun kabına göre şekil alabildiğini de görüyoruz.

Günümüzde temsil makamında olmayan birileri dine söz getirdikleri gibi aynı zamanda kendilerini tarikat ve tasavvuf erbabı olarak takdim eden ama ehliyetsiz ve yeteri kadar birikimi olmayan, pişmemiş, olmamış ham ervah da veya ham ruhlar da temsil ettikleri kurumlara söz getirebilmektedirler. Tabir caizse yedikleri kaba pislemektedirler.

Sakarya'nın Akyazı ilçesinde kendisini Uşşaki tarikatına veya tasavvufa mal eden ve piyasada takma adıyla barınan, tanınan bir şeyhin son günlerde gündeme gelmesi gibi. Sahi birileri pusuda bekliyormuş gibi adam üzerinden İslami değerlere ve bizzat İslam'ın kendisine saldırmaya başladılar. Demek ki bahane arıyorlarmış. Şeyhin durumu tekil bir durum ama saldırı koro halinde! Yaylım ateşine geçtiler. Sanki İslam aleyhinde aradıkları delili mezkur şeyhin veya müteşeyyihin (iddia makamındaki şeyh) amel ve davranışlarında bulmuşlardı. Diyanet kapatılsın diyene mi rastlarsın yoksa aynı muamelenin imamlara yapılmasını isteyene mi? Tartışma değil curcuna. Tartışmanın seviyesinin çok düştüğünü görebiliyoruz. İnsanlar veya tartışmacılar genellikle afaki konuşuyorlar. Konuştukları incir kabuğunu doldurmuyor. Zannedildiğinin aksine tarikatlar adam toplama yeri değildir. İnsan terbiye ocaklarıdır. Burada kemiyete değil keyfiyete yani kabuğa değil öze önem verilir, bakılır. Görüntüye değil maveraya yani ötesine bakılır. İhlas da bunu gerektirir. Makam, mevki ve mansıptan geçme makamıdır. Bu ocakta kimse N. Doğan gibi yaparak şöhretlerin yanında kareye girmek için onu bunu iteklemez, çekiştirmez, bu yolla şöhret basamaklarından çıkmaya tevessül etmez. Nazarını sadece Allah'a verir. Kainat fark etmese bile Allah onun farkındadır. Müritlerini çoğaltıp onları meta gibi bir yerlere pazarlamaz. Tarikatlar ihlas yuvası ve ocağıdır. Bununla birlikte dinamik olan insan ruhu inişli çıkışlıdır. Hazreti Yusuf makamında bile kişi daima nefsini hesaba çeker. Tezkiye etmez. Sözlü olarak değil ameli olarak nefsini tezkiye eder. İnsan nefisine güven olmaz. Ayartıcı bir yapısı vardır.

Bundan dolayı gerçek sufilerin bir araya geldiklerinde 'gelin halimize ağlayalım' dedikleri aktarılır. Peygamberlerin dışında kimse masum değildir dolayısıyla daima nefsinin pususu altındadır. İnsan kolaylıkla nefsinin avı olabilir. Bu itibarla kimileri mahfuziyet makamından bahsetse de bu gibi iddialar nefsin tuzakları olabilir. Bu yolun ser çeşmesi olan (seyyid et taife) Cüneyd ölmeden önce yazdıklarını ahbaplarından toplayarak sorumluluk almamak için ateşe vermiştir. Moğolların bilahare cebren yaptıklarını o gönüllü olarak iradesiyle yapmıştır. İhlası gereği yanlışlarının geride kalmasını ve paylaşılmasını istememiş ve bu suretle yazdığı tomarları yok etmiştir. Burada eyleme değil gayeye bakın! Zira en kötü makam iddia makamı en iyi makam ise mahviyet ve kendinden ve varlığından geçme (fena-tefani) makamıdır.

Dolayısıyla bu alanda Cüneyd'in prensiplerinden nasiplenmemiş derme çatma manevi yapıların ya da komün şeyhlerinin sabıkası çoktur. Y. Hoca, U. Korunmaz ve M. Gündüz, A. Kalkancı gibiler gelip geçtiler ve ibretlik olarak sıralarını savdılar. Bunların yaptıkları ancak kendilerini bağlar.

Bu vesile ile bu hususta şamata yapan özellikle Kemalist çevre veya cephe, kötü örnekler bir yanlış yapıyorsa, onlar yanlışı katlıyorlar! Yanlışı zemininden çıkartarak İslamiyet'e sıçratarak çok yönlü yanlış yapıyorlar. Sözgelimi adamın Melih Gökçek ve Kadir Mısıroğlu gibilerle aynı karede çektirmiş olduğu fotoğrafları var. Nezaket gereği adam yanlarına gelse ve ortak karede fotoğraf çektirmek istese geri mi çevirmeliydiler? İkinci olarak, kimse kalbini yararak ötekinin içine bakamaz. Bu açıdan da ayette 'bir günahkar kendisinin olmayan başka bir günahı yüklenmez' denilmektedir. Kimse kimsenin gizli işlenen günahından sorumlu değildir. Aşikare olursa elbette ikaz etmek üzerine bir görevdir.

Şamata linç boyutuna ulaşmış ve çamur herkese bulaştırılmak istenmektedir. Sözgelimi karşı tezi savunanlar bunu Haydar Baş üzerinden yapıyorlar. Bu taraf da benzeri iddiaları pekala Haydar Baş veya başkaları üzerinden gündeme getirebilirdi. Bu taktirde iş: 'Tencere dibin kara, seninki benden kara' yarışına, inatlaşmasına varabilir. Bu manevi yargılamada muhakeme unsuru yok. Afaki değerlendirmeler söz konusu. Vurun abalıya anlayışı mevcut. Fatih Nurullah 'Ayasofya'nın açılışından sonra şeriat gelecek' demiş Haydar Baş da şeriat gelmez demiş. Esasında şeriat anlayışında Kemalist kesim ile Fatih Nurullah arasında tam bir uyum var. Her ikisi de şeriatı saltanat zannediyor. Saltanat zamanla aslın, şuranın ve seçimin yerini almış de facto bir siyasi rejimdir. Emevilerce tesis edilmiştir. Bu anlamda Fatih Nurullah üzerine vazife olmayan ve haddini aşan siyasi değerlendirmeler yapmış. Dolayısıyla laik kesimlerin şimşeklerini üzerine çekmiştir. Din kışkırtılarak değil yapıcı onarıcı olarak telkin edilir. Şamatacılar ile şamataya maruz kalan isim arasında seviye farkı yok.

Fatih Nurullah isimli adamın fiil ve eylemleri sonuç itibarıyla mahkeme ve yargılanma safhasına intikal etmiştir. Bununla birlikte meselenin paralelinde din de yargılanmaktadır. Halbuki, kişiler yaptıklarından dolayı din karşısında sorumludurlar. Din onların yaptıklarından sorumlu değildir. Din böyle bir şeye teşvik etse sorumluluğu anlarız. Kimse dinin böyle bir şeye müsaade ettiğini söyleyemez. Adam şeriattan bahsetse de eylemleri şeriata aykırıdır. Günümüzde birçok tarikat erbabı tasavvufun zemini olan şeriattan uzaktır ve şeriata yabancıdır. Müteşerri değildir. Sözgelimi Mehdi olduğu iddiasıyla kandırmaca bir şekilde bayanlarla aynı ortamı paylaşmakta ve kızları veya kadınları kendisine hizmet ettirmektedir. Mehdilik bir nefisperestlik olmayıp sorumluluk olsa gerek. Burada yabancı kadınlarla halvet olma hali vardır. Din adına kimse yabancı kadınla halvet olamaz. Bu çerçevede teşri/yasal çizginin dışında olan halvet ortamlarına izin verilmemeli ve dini buyruklara aykırı hareket etme konusunda müritler de bu sapmadan sorumludur. Derhal tepki vermeliler ve bulundukları ortamdan kaçınmalıdırlar. İslami unvanlar suistimale dayanak yapılmaktadır. Mahrem olmayan kadın ve erkekler arasında mahremiyet sınırı gerekli yani mesafe zorunludur ve korunmalıdır. Maalesef bazı Kemalistlere göre kapalı ortamlarda suç olan açık ortamlarda karşılıklı rızaya dayalı olmak kaydıyla suç teşkil etmemektedir. Bu standartsızlıktır.

Basın üzerinden tarikatlar mevzusunda bir kör dövüşü yapılıyor. Suçun şahsiliği prensibi hiçe sayılarak İslam'ın değerleri ve prensipleri sorgulanıyor, yargılanıyor. İslam'ın umde ve ilkeleri arasında adamın yaptıklarına yer yok. Ama adam üzerinden İslam yargılanıyor. Batı bunu IŞİD üzerinden yapıyor İslamiyet'i karalıyor, ülkemizde kimileri ise sorumsuz tarikatlar veya şeyhler üzerinden yapıyor. Neye üzülmeliyiz? Yapılan yanlışlara mı yoksa bunun istismar konusu yapılmasına mı?

Eleştirilerde ölçüsüzlük haksızlık karinesi ve nişanesidir. Kısaca, toplumumuz afaki konuştuğundan kimin ne dediği belli olmuyor ve meseleler bu suretle bir kör dövüşüne dönüşüyor.

Kimilerimiz nefsimizi kimilerimiz de zihniyetini ıslah etmeli! Belki çoğu zaman ikisini birden…

* Burada komün şeffaf olmayan, kapalı topluluk anlamında kullanılmıştır.

Mustafa Özcan

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN