Din evrensel olabilir mi?
'İslam evrensel bir dindir' demek Müslüman olmayan bir insan için açık bir hamaset ve retorik, Müslüman için ise pek de ifade edilmeye gerek olmayan yaygın bir kabuldür. Başka birisi için açık hamasettir, çünkü İslam insanlar için bir takım hükümler ve bilgiler içeriyorsa söz konusu hükümlerin zaman, mekan ve idrak şartlarıyla daralmış olması kaçınılmazdır. Zaman ve mekanla sınırlı bir şeyin ise evrensel yani bütün mekanları, bütün zamanları ve her insanı muhatap kılabilecek söyleme ulaşması söz konusu değildir. Bu bakımdan böyle bir söz en yalın haliyle bile kanıtlanması güç bir iddia olarak kalacaktır. Bir Müslüman için ise 'evrensel' tabiri içeriğine ve iddiasına dikkate edilmeyen bir ifade olarak tekrarlanır. Bunun temel nedeni başından beri Müslüman kültür içinde yetişmiş olmanın iktiza ettiği kavram yorgunluğu, kelimelerin tarihsel süreç içindeki aşınmışlığı kadar sürekli birbirine konuşma alışkanlığıdır. Bir Müslüman Adem'in cennette başlayan serüveninden günümüze kadar kesintisiz bir tarih çizgisi çizebilir, süreçteki kırılmaları ve boşlukları dikkate almadan insanlığı aynı hikayeye yerleştirebilir, Adem-Havva ile çocuklarını aynı söylemin muhatabı görebilir.
Peki 'din (İslam) evrenseldir' cümlesinin 'bilgi' ifade edebiliyor olması veya en azından kabul edilebilir olma ihtimalinin ardında Müslüman olmayan bir zihince de anlamlı görülebilmesi mümkün müdür? Bu soru üzerinde uzun tartışmalar yapmak bütün dönemler için zorunlu bir iştir. Bu noktada bir yandan genel bir din teorisi ve düşüncesi perspektifinden meseleyi ele almak gerekirken başka bir yönden ise dinin temel alanlarını teşkil eden itikat, hukuk-amel ve ahlak alanlarında ayrı ayrı tartışmayı sürdürmek gerekir. Lakin ilk hareket noktası insan tasavvuru hakkındaki az çok ittifak edilebilecek bir kanaatin mümkün olup olmadığıdır. İnsan hakkında tarihsel dönemlerin özelliklerini göz ardı ederek herhangi bir ortak özellik bulma imkanı yok ise evrenselliği tespit etmek imkansıza yakındır. Çünkü bütün zamanlar ve mekanlar arasında müşterek paydanın ve taşıyıcı kavramın 'insan doğası' veya benzer bir kavramın olması gerekir. İnsan herhangi bir şekilde ortak zemin kılınmazsa, dinin ilkelerinin üzerine inşa edileceği zihinsel ve ahlaki zemin ortadan kalkmış olur. Bu itibarla zaman ve mekan şartları dahilinde insan ne kadar esaslı değişimlerden geçmiş olsa bile -sabit 'öz' demeyeceğimiz- belli belirsiz bir hakikate sahip olmalıdır. Bunu kabul ettiğimizde ilk insan ile son insan arasında soyut temalar tespit etmek, insanlığı o temalar üzerinden birbirine bağlamak mümkün olabildiği ölçüde evrenselliği konuşmak mümkün olabilir. Muhtemelen çağımızda meselenin en çetin kısmı burada ortaya çıkar: Modern dünya müşterek bir insan doğası ve mahiyeti fikrini kabul etmiyor, insanı zaman ve mekan şartlarının bir sonucu olarak kabul ediyor. Bununla birlikte böyle bir insan tasavvuruna sahip olursak, evrensellik için güçlü bir zemin elde etmiş oluruz.
Böyle bir zeminde konuşulabilecek en önemli konu ise Tanrı'nın varlığı ve var olma keyfiyetidir. Din demek haddi zatında Tanrı'ya iman etmek demektir ve bunun dışındaki her konu Tanrı'ya inancı ilgilendirdiği ölçüde dinde yer alabilir. Bütün dinlerin ortak ilkesi Tanrı'ya iman iken zamanla Tanrı tasavvurunda değişimlerin yaşandığı da muhakkaktır. Metafizikçi düşünürlerin 'ilah-ı mutekad' yani sübjektif Tanrı tasavvuru ile ilah-ı meşru yani dince belirlenmiş Tanrı tasavvuru arasında dile getirdikleri çelişki bu değişimin çerçeve kavramlarını teşkil eder.
Dinin ikinci alanı ise bireysel ve toplumsal hayatla ilgili hükümler alanındaki durumdur. Burada 'evrensel' ilkelerden söz etmenin imkan dahilinde olduğu hususlar olsa bile bir çoğu değişime açık konulardır. Özellikle ibadet hayatının dışındaki alanlarda değişim istidadı olabildiğince esnek olmuştur. İslam'ın evrensel değerlerle ilişkisinde dikkate değer en önemli husus bütün hakların ve yükümlülüklerin herkesi kapsamış olmasıdır. Başta yaşama hakkı olmak üzere bir çok hak, din ve uyruk ayrımı gözetmeksizin herkes için kabul edilmiştir. Ahlak alanında da benzer sözler söylemek mümkündür. İslam ahlak hükümlerinde de evrensel değerler içerir, zaman, mekan ve insan ayrımı yapmaksızın kapsayıcı bir dil kullanır.
Fakat burada sorun teşkil eden esas kısım hükümler ve ahlakın kendisi değildir. Özellikle normatif geleneğin ana konusunu teşkil eden 'yükümlü insan' fikrinin daraltıcı yorumu dini düşüncenin belirli bir zamanda kalmasının nedenlerinden birisidir. Din ile düşünce, tarihsel miras ile modern dünya arasındaki uzlaşmazlık noktası yükümlülük eksenli bir insan tasavvurunun yol açtığı daralmada bulunabilir. Gerçekte bu kavram dinin istilzam ettiği nihai kavram mıdır yoksa din başka ve daha gerçekçi bir kavramla insanla ilişki kurabilir mi sorusu geçmişte de az çok tartışılmış fakat çözülmemiş bir konudur. Yükümlülük insanın bütün imkanlarını hesaba katan veya insan dikkatini varlığa yönlendiren bir kavram olmaktan çok sınırlı zaman içinde insanı kendi zaruri işlerine odaklayan daraltıcı bir anlayışı temsil eder. Din içinde kalarak bu kavrama yeni bir yorum getirmek imkan dahilindedir. Bunun için yükümlülük yerine metafizikçilerin tercih ettikleri marifeti esas kavram haline getirmek gerekir. Marifet yani bilmek-tanımak esas kavram haline gelir de insan ve evren bu kavramın ihtiva ettiği anlam üzerinden açıklanmaya çalışılırsa dinin dünya yorumu daha gerçekçi bir zemine kavuşabilir. Marifeti dinin merkez kavramı haline getirmeyi güçleştiren ve yükümlülüğü nihai gerçek kavram kılan ise kelam tarihinde teşekkül etmiş nübüvvet anlayışıdır. Bu nedenle çağımızda dini düşüncenin en önemli konularının başında nübüvvet meselesi olmak durumundadır. Bunun için öncelikle tarihsel mirasın yeniden yorumlanması kadar özellikle sufilerin velayet ve nübüvvet üzerindeki kanaatleri bir ölçüde yardımcı olabilir.
Ekrem Demirli
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.