Arama

Ekrem Demirli
Kasım 22, 2023
İbnü’l-Arabi’nin Ölüm Yıl dönümü: Son Metafizikçiler ve Çadırın Dürülmesi
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Geçen hafta İbnü'l-Arabi'nin yedi yüz seksen üçüncü ölüm yıl dönümüydü. İnsanları ölüm yıl dönümleri veya doğumları nedeniyle hatırlamak adetimiz olmasa bile bir vesileyle İbnü'l-Arabi'yi yad etmek uygun olabilir. Yetmiş beş yıllık hayatına insanı şaşırtacak derecede kitap sığdıran, takipçileriyle birlikte metafizik düşüncenin seyrini değiştiren "şeyh-i ekber" Şam'ın Kasiyun tepesinde bulunan istirahatgâhına yerleşmesinden itibaren hakkında en çok konuşulduğu, kitaplarının en çok gündeme geldiği dönemi yaşıyor olabiliriz. Müslüman düşünce tarihinde hatta bütün insanlık tarihinde müstesna birkaç isimden birisi sayılabilecek İbnü'l-Arabi'nin ayırıcı özelliklerinden biri, kendisi ve dönemi hakkında kapsamlı bir tasavvur ve teori sahibi olmasıdır. Bir düşünürün büyüklüğü, kendisini yerleştirdiği bağlamı ve tarihsel dönem hakkındaki bilinciyle irtibatlı olabilir. Daha doğrusu büyük düşünür, kendi varlığı hakkında düşünen, kendisini büyük hikâyenin esaslı bir parçası haline getirebilen kişidir. Bunun örnekleri arasında modern dönemde Hegel veya erken dönemden Platon gibi düşünürler zikredilebilir. İbnü'l-Arabi kendisine kadar gelen tarihi belirli bir istikamet dahilinde yorumlayarak merkezinde öncelikle Hz. Peygamber'in daha sonra da kendisinin bulunduğu bir zaman anlayışı inşa eder. Bu bakımdan o kendisini bir filozof veya sufi olarak görmez. O, tarihin kendisine doğru seyrettiği, zamanın amacına kavuştuğu dönemin kurucu ismidir. Bunu peygamberle ilişkisinde ele alırken 'bir çölde önde yürüyenin fark etmediği ayak izlerini gören' kişi benzetmesiyle açıklar.

İbnü'l-Arabi'nin böyle bir düşünceye varabilmesinin en önemli nedeni, velayet ve nübüvvet teorisi üzerindeki yeni yorumudur. Nübüvveti bir teoriye dönüştüren şey, velayet düşüncesini içermesi ve insanın kemaliyle birlikte irtibatlı bir şekilde yorumlanmış olmasıdır. Bu bakımdan nübüvvete kelam ilminde görüldüğü haliyle bir teori demek mümkün olmadığı gibi kelamın böyle bir amacı da yoktur. Kelam geleneğinde nübüvvetin ayırıcı özelliği, ilahi ihsan ve ihtisas meselesi olarak ortaya çıkmış bir lütuf ve kerem olmasıdır. Bu bakımdan nübüvvet 'ümmi' yani müdrikenin dahlinin veya insan kabiliyetinin herhangi bir şekilde ortaya çıkmadığı bir ilahi lütuftur. Tasavvuf nübüvveti velayetle birlikte ele alarak konuyu teorik çerçeveye dönüştürmüş oldu. Bundan sonra tasavvufun gerçekte en önemli sorunlarından birisi nübüvvet, nübüvvetin en önemli tartışma konusu ise velayet ile ilişkisiydi. İbnü'l-Arabi yaşadığı evreyi tarihin gayesi haline getirirken hem nübüvvet hem velayet anlayışından hareketle bir kemal dönemi anlayışı inşa eder.

Nebiler silsilesinde kemal Hz. Peygamber'e doğru ilerlerken en nihayetinde onda zaman anlamını bulur. Bu durum Tanrı'nın belirli bir amaç için alemi yaratmış olduğu fikrini esas alarak gayenin 'görece' yeryüzü takvimi içinde tebeyyün etmesi demektir. Hz. Peygamber 'Benimle zaman başladığı ana döndü' dediğinde İbnü'l-Arabi düşüncesi yorumlanabileceği gerçek bir referansa kavuşmuş oldu. Hz. Peygamber'in zamanı, hatemin vaktidir: Her şey kemaline ermiş, insan idraki/zihni tekamül etmiş, nübüvvet kamil bilgiyi getirmiş, Tanrı'nın bütün isimleri varlıkta anlamlarını bularak tecelli etmiştir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in içinde yaşadığı tarihsel dönem ve mekân şartları tam bir yetkinlik dönemi idi. Hatem tam olarak buydu. Tabirin son olmakla ilişkisi de buradan çıkar: Mükemmel olan bir şey ancak mükemmel örneğiyle nihayetine erer.

İbnü'l-Arabi kendi evresine doğru akan tarihin birinci merhalesini nübüvvet üzerinden açıklamıştır, daha doğrusu nübüvvetin kemale ermesiyle tarihin amacına vardığını söylemiştir. Bunun bereketi ise velayetin kemaline ermesi oldu. Nübüvvet ile velayetin ilişkisi meselesinde en kritik nokta burasıdır. Velayet düşüncesi gerçekte Meşşai felsefenin filozof ve nebi hakkındaki teorilerini dikkate alınarak tartışılması gereken bir konudur. Filozoflar için istisnai bir zihin hakikate ulaşır, daha sonra ulaştığı hakikati insanlara 'muhayyile'nin yardımıyla ulaştırır. Bu durumda nübüvvet bilgiye ulaşmada değil, bilginin anlatımında ve ifadesinde imkân olarak ortaya çıkar. İbnü'l-Arabi ise velayet düşüncesini nübüvvetin bereketi ve kemalinin tecellisi/feyezan sayarak bu düşünceden temelli bir şekilde uzaklaşır. Bu durumda velayet İbnü'l-Arabi'nin düşüncesinde nübüvvetin tasdiki ve yetkinliğinin delili haline gelir. Bir hatem (son ve zirve) ancak hatem olan peygamberden sonra gelebilirdi.

Gerçekte nübüvvetin en önemli delili velayet ve insanın kemali olabilir. Fakat bu velayet de kemaline ulaşır, daha doğru bir anlatımla nübüvvet gibi velayet de kemaline ulaşarak dairenin tamamlanması gerçekleşir. İbnü'l-Arabi'nin dönemi velayetin zirvesine ulaştığı dönemdir. Artık bundan sonra yeni bir zirveden söz etmek mümkün olmayacağı gibi yeni bir değişime veya yeni bir 'kurucu' isme de imkân olmayacaktır. İbnü'l-Arabi bu düşüncenin birçok yönünü ortaya koyar ve eserleri bunun ürünleri olarak ortaya çıkar. Fütühat-ı Mekkiye'nin girişinde beyan ettiği rüyanın yorumu bu bakış açısının muhtevasını şekillendirir. Yedinci asır (13. Asır) kemale eren çağdır ve bu çağın akabinde beklenebilecek yegâne şey, duraklama ve sonra da gerileme olacaktır.

İbnü'l-Arabi'nin şeyh-i ekber olması bu demektir. Konevi de kendisini çerçeveye dahil ederek kemalin son iki temsilcisini tespit eder: şeyh-i ekber ve şeyh-i kebir. Haklarında yazdığım kitabı 'son metafizikçiler' diye isimlendirmemin nedeni de buydu. Konevi 'çadır toplanacak' diyerek zirveden sonra yaşanabilecek bozulmayı anlatmıştır. Fakat tespitleri doğru çıktı mı çıkmadı mı? Bunu da başka bir yazıda değerlendireceğiz.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN