Arama

Ekrem Demirli
Ekim 27, 2023
Tanrı’yı Borçlu Çıkartmak: Dindarlıkta Pagan İzleri
Sesli dinlemek için tıklayınız.

'Tanrı bize vaat etti ve bunu yerine getirebilir' diye inanmak dindarlığın ruhuyla çelişmeyebilir belki fakat 'Tanrı vaadini yerine getirmelidir, çünkü 'bizi sınadı, sıkıntı çektik ve ödül bekliyoruz' diye inanmak dini pagan inançlarına yaklaştıran bir çıkarcılıktır. Müslüman gelenek içerisinde bir mezhebin Yahudilikte ise dinin ana istikametini belirleyen yaklaşım Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi sözleşmeye dayandırmaktır. Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi iki taraf için de bağlayıcı sözleşme ilişkisi gibi düşünmek ve Tanrı'yı sözleşmenin mecbur bir tarafı saymak, insan biçimli Tanrı telakkisinin yol açtığı bir anomalidir. Vakıa insan bu anlayış dahilinde Tanrı ile ilişkisini göklerdeki tahtına yerleşmiş acımasız bir hükümdarla kişinin ilişkisi gibi düşünür, bu ilişki ekseninde Tanrı için bir şey yapar veya yaptığını söyler, genellikle de dünyevi çıkarlarını Tanrı'nın çıkarları gibi sunar.

Din başından beri bir hakikatle gelmiştir, buna inanmak, nübüvvetle insanlığın tarihini başlatmanın mantıksal neticesidir. Fakat insan zihninin ve tarihin gelişim seyri dahilinde dindarlık yorumunun terakkisini de kabul etmek gerekiyor. Bu itibarla insana dince söylenen kadar, insanın anladığı, vahyin insanı taşımak istediği yere mukabil insanın dini çekmek istediği yer de belirleyici rol oynar. Kur'an-ı Kerim'deki 'Onlara bağışlama talep edilin denildi, zalimler (ki burada zalimleri cahiller anlamında almak gerebilir) sözü değiştirdiler' ifadesi biraz bunu anlatıyor. İnsana ne söylenirse söylensin insan çıkarlarını bırakmıyor, bu çıkarlar ise yaşadığı dünyanın sınırları, duyuyla algıladığı evrenin çeperlerinde insanı hapsediyor. Bu durumda dinlerde -tahrif veya bozulma meselesinin ötesinde- bir tekamül ve derecelenme ortaya çıkıyor. İnsanlık zihnen geliştikçe, insanın Tanrı ve dinle ilgili kanaatleri bu istikamette değişiyor, ibadet, ahlak ve tefekkürde bir tekamül imkanı ortaya çıkıyor. Buna mukabil tutucu zümreler ise bu gelişime karşı ilk yapıyı korumak istiyor, ilk yapı ekseninde dini hayatı muhafaza ediyor, gelişime direniyor.

Yahudiliğin günümüzde yaşadığı sorunun temelinde bu sorun yatıyor. Yahudiler ilk evrede basit ve günlük hayat tecrübesiyle şekillenen dindarlıkla Tanrı ile ilişkilerini bir sözleşme üzerine kurdular, dini metinlerdeki ifadeleri böyle yorumladılar. Misak denilen şey, aslında karşılıklı bir sözleşmedir. Bu sözleşmede Yahudilere Tanrı vaatte bulunmuş, vaadi yerine getirmesi için de onları sınamıştır. Yahudiler tarihin bütün dönemlerinde sürekli vaadi yerine getirmesini beklediler, halen de bekliyorlar. Bir Müslümanın zihninde herhalde anlaşılması güç konulardan birisi budur. Tanrı ile sözleşme yapmak veya misak gibi kavramlar İslam'da da bulunur, fakat bunların yorum tarzı ve ele alınma biçimi tamamen başka bir istikamette ortaya çıkar. Bunun en önemli nedeni İslam'ın zaman ve mekan sınırlarını aşarak daha soyut bir dindarlığa varabilmiş olmasıdır. İslam için dünya Yahudiliktekine göre daha büyük bir dünya, zaman onların düşündüğünden geniş, insan ise daha sınırsız imkanların sahibi bir varlıktır. Bu bakımdan Tanrı ile sözleşmeyi belirli bir coğrafya, zaman ve şartlarla sınırlı görmek, Tanrı'nın iradesini mekana bağlamak, onlara ilahi mertebeye saygısızlık olarak gelir.

Haddizatında İslam ile birlikte misak kavramı anlamını kazanmıştır. Bu bakımdan Müslümanlık eski kültürlerin, geleneklerin, pagan kalıntılarının izlerinden en fazla uzaklaşabilme imkanına sahip dini düşünceyi temsil eder.

Müslümanlık misak meselesini ele alırken başka bir yol takip eder: Misak, insanın yeryüzündeki yaşama gayesiyle irtibatlı bir şekilde Tanrı'ya verdiği sözün ismidir. Bu sözün muhtevası tevhid olarak belirlenmiş, tevhidi ise Tanrı'nın irade ve kudretine inanmak olarak tespit etmiştir. Bu yorumla insan Tanrı'ya kadir-i muhtar olarak iman eder, O'nun mutlak hükümdarlığına teslim olmakla gerçek insan olabileceğine inanır. İnsana borçlu veya ona bir şey vaat etmiş Tanrı telakkisi Müslüman'a hadsizlik olarak gelir. Mutezile'nin İslam toplumunda gücünü kaybetmesinin nedenlerinin başında sözleşmeli/misak dindarlık tarzını dini hayatın odağına yerleştirmiş olmaları gelir. Üstelik onlar sözleşmeyi bir bölgenin kendilerine tahsisi veya belirli bir dünyevi kazanımla ilgili düşünmezler. Böyle bir telakki olsa olsa travmaları içinde dünyada yaşam alanı bulmaktan daha büyük bir özlem tanımayan korkmuş ve umutsuz insanların beklentisi olabilir.

İslam, insanın zaman ve mekan sınırlarını aşarak daha büyük erdemler, daha büyük değerler yaşamasını mümkün kılar, onun ufkunu bu istikamet dahilinde şekillendirir. Mutezile ise en azından vaat ve vaid (tehdit ve ödül) ekseninde kavramsallaştırdığı teolojik düşüncesini büyük var oluşu dikkate alarak düşüncenin merkezine taşımış, insanın ahlaklı varlık olması, hırs ve kibirden uzaklaşmasının vesilesi yapmak istemiştir. Her şeye rağmen bu da eksik bir düşüncedir.

Galiba bütün zamanlarda Sünniliğin kerem ve lütuf üzerine kurulu dindarlığını benimsemek insanı özgürleştirebilecek yegane yol olarak görünüyor. Kerem ve lütfa inanmak, misakı bir inayet olarak görme imkanı verir. Tanrı'ya söz verebilmiş olmamız nedeniyle şükretmek, o sözü yerine getirme imkanı bahşetmesi için de Tanrı'ya iltica etmek gerekir. Çünkü bu sözün amacı insanın içgüdülerinden, korkularından, hırs ve şehvetinden özgürleşerek dünyaya dünya olarak, insana insan olarak Tanrı'ya Tanrı olarak bakabilmektir. İnsan özgürlüğü böyle gerçek bir bilgiye bağlıdır.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN