İslam'da dini düşüncenin doğuşuna kaynak teşkil edebilecek bir hadise üzerinde düşünürken akla gelebilecek ilk hadise, imanın keyfiyeti üzerinden ortaya çıkan iddialar olabilir. Hariciler diye bilinen bir zümrenin iman ile amel arasında herhangi bir ayrıma gitmeksizin ameli terk edenlerin dinden çıkacağını iddia ederek tövbeyi imana dönmek anlamında yorumlamaları, dikkatlerin iman ile küfrün ayrımı meselesinde toplanmasına yol açmıştı. Hz. Ali ile Muaviye arasında yaşanan savaşları sona erdirmek üzere hakem tayinini hükmün mutlak sahibi olan Allah'a karşı işlenmiş büyük günah sayan bu insanlar, bu büyük günahtan tövbe ederek yeniden Müslüman olduklarını söylemiş, daha sonra Hz. Ali gibi hakem hadisesine karışan -ki başta Hz. Ali hakeme başvurmayı reddetmişti- insanların yeniden Müslüman olması gerektiğini iddia etmiş, bu istekleri gerçekleşmeyince onları bertaraf etmek istemişlerdi. Huruc ale's-sultan yani nizama ve yönetime başkaldırmak diye kavramsallaşan bu tutum, gerçekte, büyük günah ile birlikte inancını yitirmiş yöneticiyi devirmek amacı taşıyordu. Müteakip zamanlarda Mutezile'nin kurucu ilkelerinden birisi olacak 'emr-i bi'l-maruf ve nehy ani'l-münker (iyiliği yaymak, kötülüğe engel olmak)' ilkesinin kargaşa dönemindeki ilk yorum örneği buydu.
Haricilerin iddiaları Müslüman toplumlarda her zaman revaç bulsa bile ne anlama geldiği pek anlaşılmamıştı. Belirsizliğe yol açan şey, onlarda hareket ve tutumun düşüncenin ve bilginin önünde gidiyor olmasıydı. Başka bir anlatımla Hariciler hiçbir zaman düşüncelerini sistematik şekilde ifade edebilecek entelektüel donanımda olmadılar. Bu nedenle onlar, tasavvufun İslam toplumundaki algılanışındaki ilk belirsizlikleri hatırlatırcasına, düşüncelerinden daha çok tavır ve tutumlarıyla İslam toplumunu etkilemişlerdi. Bununla birlikte iman ile amel arasında ayrıma gitmeksizin 'büyük günahkar kafirdir' şeklinde özetlenebilecek tutumları, İslam toplumunda dini düşüncenin şekillenmesinde belirleyici rol oynayan bir hadise olmuştu. Gerçi Müslüman toplumun yaşadığı ilk ihtilaf Hz. Peygamber'in dar-ı bekaya irtihaliyle yaşanan görüş ayrılıkları olsa bile o hadisenin seyri dini düşüncenin şekillenmesinde kalıcı bir etkiye yol açmamış, cemaat içinde ciddi bir ayrışma yaşanmamış, Hz. Osman'ın halifeliğine kadar genel ittifak sağlanmıştı. Buna mukabil iman ve küfrün sınırının çizilmesi ve 'Müslüman kimdir?' sorusunun anlamı kelimenin hakiki anlamıyla dini düşüncenin ana konusu iken birçok başka tartışma bu ana konudan doğmuştu.
Hariciliğin tutumu insan dikkatinin amel ve ahlaka verilmesini gerektiriyordu. Bu meyanda onlar, İslam toplumunda, düşüncelerindeki sığlık ve yaklaşımlarındaki çelişkiler bir yana, züht ve takvalarıyla bilinen ilk zümreler idi. Onların önemli bir kısmı ilk zahitleri teşkil edecek, tasavvufun yaygınlaşmasının zeminini haricilerin züht ve takva üzerindeki ısrarları oluşturacaktı. Tasavvuf eserlerinde atıf yapılan zahitler, abitler ve 'nüssak' gibi insanların bir bölümü Hariciler arasında ortaya çıkan kimseler olmalıdır.
Haricilerin ibadet ve takva üzerine kurulu tavizsiz fakat çelişkili dindarlıkları Mutezile'nin ahlak telakkilerini etkilemiş olmalıdır. Mutezile ile birlikte Haricilerin ne demek istedikleri kadar düşüncelerinde ortaya çıkan çelişkiler ve ifade sorunları daha iyi fark edilmeye başlandı. Mutezile, İslam tarihinde dini düşüncenin ana konularını kavramsallaştıran, dinin temel meselelerini bir tartışma zeminine yerleştiren ilk zümre idi. Öte yandan Mutezile İslam geleneğinde ahlak ve disiplinli dini hayatın temsilcileri idi. Mutezile'nin akılcı dini teorileri karşısında onların pratik ve ahlaki yaklaşımları genellikle ihmal edilse bile, Mutezile tavizsiz bir ahlak hareketi idi.
Mutezile iman ile amel meselesini özünde Hariciler gibi fakat kavramsal ve sistematik bir üslupla ele almış, sorunun iktiza ettiği tali konuları tespit ederek konuyu genel düşüncenin meselesi haline getirmişti. Onlar için temellendirilmesi gereken ilk konu teklif, yani Tanrı'nın insanı yükümlü kılması meselesiydi. Tanrı insanı yükümlü kılmışsa, ilahi adalet, insanın özgür bırakılmasını iktiza eder. Özgür olmayan bir varlığı yükümlü kılmak, ilahi adalete aykırıdır. Mutezile'nin tevhit anlayışı ilahi adaleti kabul etmek üzerine kuruludur. İnsan özgür ise iki şeyi yapabiliyor olmalıdır: Birincisi kendisini kurtaracak bilgiye ulaşabilmeli, ikincisi ise bunun gereğini yapabilmelidir. Bunu 'bilmek ve yapmak' şeklinde birbiriyle irtibatlı iki özgürlük alanı gibi düşünmek mümkündür. İnsan kendini kurtarabilecek bilgiye aklıyla ulaşabilmelidir, o bilginin gereği olan işleri de özgürce yerine getirebilir. Bu durumda insanın sorumluluğu hem bilgi yani iman hem amel alanında birlikte ortaya çıkar. İman ile amelin birbirine bağlanması ise amele iman gibi bakmayı iktiza eder.
Buradaki temel mesele insan aklının normal ölçülerde yetebileceği bir dini hayatın izah edilmesidir. Bu itibarla onlar, iman ile amel ilişkisini filozoflara göre daha anlaşılır ve takip edilebilir bir şekilde tesis etmişti. Her şeyden önce Mutezile düşünürleri dünyayı temellendirmek, dünyanın dışına çıkmak veya tecerrüt gibi kavramlara ihtiyaç duymadan sağduyu ile hareket ediyorlardı. Onlar için bilgi insanın aklıyla veya ulaşabildiği şey iken iman da insan aklının bir eylemiydi. Hidayet, inayet gibi ehl-i sünnet için temel teşkil eden ilahi kudreti temsil eden kavramları Mutezile için izin vermek, nizamı teşkil etmek gibi insana özgürlük alanı açan kavramlardı.
Mutezile'nin iman ile amel ilişkisini ele alma tarzı bu mezhebin ahlakçılığını belirlemede ciddi bir rol oynamıştı. Onlar için imanın gereğini yapmamak insanı mutlaka kafir yapmaz, fakat cennetten mahrum bırakır. Böyle bir insan arada bir yerdedir: Gideceği yer 'cennet ile cehennem arasında' ara menzildir. Bu iddianın ikna edici bir düşünce olmadığı açıktır. Bu nerenle böyle bir kavramlaştırmanın İslam geleneğinde ciddi bir karşılığı olmamıştır. Bununla birlikte Mutezile Müslüman dünyaya birkaç temel meseleyi bırakmıştır: Bunlardan birincisi katı bir ahlak ve dini hayatı düşüncenin temel meselesi kabul etmektir. Onların teorik mirasları ameli ve ahlaki miraslarını her zaman gölgede bırakmış olsa bile, Mutezile başından beri bir ahlak hareketi olarak gelişmiştir. Haddizatında teori de bunu iktiza ediyordu. İkincisi ise özgürlük ve ilahi adalet konusundaki yaklaşımları daha sonra ehl-i sünnetin birçok görüşününü şekillendirmede menfi bir rol oynamıştır. Hepsinden önemlisi Mutezile düşünürleri birer dil düşünürüydü. Metnin yorumlanmasında dilin imkanlarını referans çerçevesi olarak kabul etmek, Sünni din bilimlerinin metodolojisinin oluşmasında ciddi rol oynamıştır.
Ekrem Demirli