Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Ağustos 8, 2021
Sesli dinlemek için tıklayınız.

1970'li yılların başında, ülke içinde giderek tırmanan ideolojik kutuplaşmalar kavgalara ve hattâ cinayetlere de yol açarken, Müslüman coğrafyalarının her bir köşesinde de büyük sosyo-politik çalkantılar meydana geliyor ve bizim arkadaş çevremiz de bu gelişmeleri tam mânâsıyla sistemli olmasa bile, İslamî hedefli olmayan ideolojik yaklaşımlar içinde olanlara nisbetle yine de güçlü şekilde takib ediyordu.

Irak ve Suriye'de (arab kavmiyetçiliği + iştirakiyyûn (sosyalizm) programlarıyla maruf Baas ideolojisine bağlı partilerin askerî darbeler yoluyla iktidara gelmelerinin hem kendi yaşadığımız coğrafyada, hem de diğer Müslüman toplumların yaşadığı coğrafyalarda ne gibi sonuçlar ortaya çıkaracağı üzerine, el yordamıyla da olsa değerlendirmeler yapıyorduk.

Bugünkü gibi gelişmiş etkin iletişim imkânları yoktu… Ülkemizde henüz tv. bile yoktu, komşu ülkelerde varken… Radyolar ise, hepsi de, devlet tekelinde bulunuyordu. Aynı şekilde gazeteler de, direkt veya dolaylı yoldan, ülkelerimize hâkim olan ve ideolojik açıdan kesinlikle İslâm'a karşı bir düşman cebhe oluşturma temelinde birleşen siyasî, ideolojik, ekonomik ve kültürel güç odaklarının gizli- açık işbirliği halindelerdi. Esasen bu konu, o zaman, T. Ceza Kanunu'nun 163. Maddesi'nde gayet net olarak ifade edilmişti. Bu madde, Anayasa'daki benzer ifadelerle muhkemleştirilmişti ve 1948-49'larda, tek parti diktatörlüğü zamanında ve de Milletin iradesiyle değil, CHP'nin 1923'den beri gelen faşist diktatörlük geleneğine göre oluşturulan Meclis tarafından kanunlaştırılmıştı.

*
Dünyada olan hadiselerin kitlelere nasıl sunulacağı, açıktır ki, egemen güçlerin özel sosyo-psikoloji laboratuarlarında değerlendirilip öyle sunulur, her zaman…

Ve bizler de, o değerlendirmelerin gazetelerdeki değerlendiriliş şekillerine göre, el yordamıyla bir kanaate varamaya çalışıyorduk.

Bu günden o güne bakınca, 'Acaba, dünyadaki gelişmeleri bugünkü gibi geniş imkânlarla takib etme imkânımız olsaydı, daha mı sağlıklı değerlendirirdik?' diye düşünüyorum, ama 'Belki de, bugünkü haber bombardımanı o zaman olsaydı, aynı sıkıntılarla, hattâ daha fazlasıyla karşılaşırdık…' demekten kendimi alamıyorum.

*

Ama söz konusu edeceğimiz hadiseler ve gelişmelerin, hepimizi, bütün Müslümanları yakında ilgilendirecek çapta olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz. Ne var ki, o zaman da, o dar imkânlara rağmen, ülke içindeki ve dünyadaki gelişmeleri, fikrî ve itikadî temeldeki ölçülerimizle, yine de sağlıklı değerlendirebiliyorduk. Bu bir bakıma, meşhur 'pergel mecâzı'ndaki ölçüyle oluyordu. Yani, 'Pergel gibi, bir ayağını sâbit bir noktaya daya, diğer ayağıyla dünyayı dolaş…'

Eğer öyle olmazsa, her gittiğin yerde, sadece gördüklerinle, o andaki duygularında ve sathî bilgilerinde, her an, bir yanan-dönen misali, fikir değiştirip durur insan. Aslolan, görüleni yorumlamak değil, neyi nerede durarak ve hangi bakış açısıyla değerlendirebilmektir.

Esasen, emperial sistemler de, ellerindeki geniş iletişim imkânlarıyla ve dünya çapında oluşturulan 'Haberleşme İmparatorluğu'yla, kitleleri, dünyaya kendi istedikleri şekilde bakabilmeleri, için yönlendirmeye çalışıyorlardı.

Marksistler ve sempatizanları bu gibi durumlarda, belli merkezlerden kendilerine telkın olunan davranış şekillerine, ideolojik yorumlar yapmaya çalışıyorlar ve amma, çok kere, yaptıkları değerlendirmelere kendileri de inanmıyorlar ve kendi yandaşları ve üst örgütlerin emirlerine, sırf örgüt bağlılığı gereği, inanmış gözüküyorlardı. Ama içlerinde tereddütler giderek daha bir büyüyordu.

*
Biz Müslümanlar ise, böyle bir dışardan bir güdüm etkisine kendimizi kaptırmadan, kendi inanç kaynaklarımızdan beslenmeye çalışıyor ve doğrudan kendi kalb ve beyinlerimizde oluşan kanaatlerle, ölçmeye -anlamaya çalışıyorduk, dünyadaki gelişmeleri.. Bu yüzden de, kendi içimizde büyük çelişkilere düşmüyorduk. Çünkü, her duruma uygun şekilde bize ışık tutacak, yol gösterecek bir insanlık tarihi olarak Kur'an vardı elimizde.. Kur'ân ve Sünnet'ten ışık huzmeleri ve hattâ, İslâm'ın geçmiş asırlardaki büyük simâlarının, kahramanlarının, âriflerinin sözleri bile yolumuzu aydınlatıyor ve onlardan aldıkları ölçülerle tatmin olarak, sarsıntılar geçirmekten korunmuş oluyorduk.

*
Özellikle 1968'lerden itibaren, dünyadaki sosyal gelişme ve çalkantılar, birbirleriyle organik bir bağları olmasa bile, başka toplumları da etkiliyor ve bir 'virüs salgını' gibi dünyanın hemen her yanında yağmur sonu mantarlar gibi ortaya çıkıveriyordu. Ki, o sıralarda, henüz hayatta olan (İttihad-Terakkî döneminin etkin komitacılarından olan) 3. Cumhurbaşkanı Mahmûd Celâl Bayar'ın 'Bu kış, ülkeye komünizm gelebilir..' gibi lafları da gündemde tartışılıyordu.. Dahası, kendi iktidarı döneminde Adnan Menderes'i, Said Nursî ile mücadeleye zorlayan Celâl Bayar, muhtemel bir komünizm tehlikesine karşı, o yaşında, 'Said Nursî ve onun bağlılarından devlete bir zarar gelmez.' gibi beyanlarıyla, kendi ideolojisinin korunması yolunda müttefikler arıyordu.

*
Bu konuların başında Filistin geliyordu.

Özellikle 1967 yılındaki '6 Gün Savaşı'nda Siyonist İsrail rejimi karşısında, Mısır, Suriye ve Ürdün ordularının birkaç saat içinde ağır darbeler alıp, tepki veremez hale gelmesinden sonra… Artık, 'Filistin konusunda, İsrail karşısında direnecek hiç bir güç kalmadı...' denilirken... Ve, sadece arab ülkelerinde değil, bütün Müslüman halklar arasında da bir aşağılanmışlık ve çaresizlik sancısı hükümfermâ iken…

Ve de gazetelerde, askerî uzmanlar , 'Filistin öyle bir yer ki, küçük gruplar halinde gerilla savaşı vermek imkânı yok… Çünkü büyük çapta çöl... Gizlenecek bir yer yok...' gibi moral bozan yorumları tekrarlayıp duruyorlardı.

İşte öyle bir ortamda, Filistin Kurtuluş Cebhesi, (bu kelimelerin arabçalarının başharflerinden oluşan şekliyle) 'El'Feth' teşkilatının Yâsir Arafat liderliğinde ortaya çıkıvermesi bütün o tahlilleri geçersiz hale getiriverdi.

Çünkü o ağır yenilgiden ve İsrail rejimin, Golan Tepeleri'nde, Ürdün Nehri'nin Batı Yakası'nda ve Sina Çölü'nde, kendi elindeki toprakların 3 misli büyüklüğünde toprakları da işgal etmesinin ardından, -ki, Sina Çölü hariç, diğer yerler hâlâ da kendi işgalinde bulunuyor- dünya kamuoyu, ve de Türkiye matbuatı da genel olarak Siyonist İsrail rejiminin -ve hele de bir gözü daha önceki silahlı mücadelelerde mermi yiyip de kör olduğu için o gözünün üzerini siyah bir meşin'le kapatan İsrail Sav. Bakanı General Moşe Dayan'ın- müthiş başarılarını, dünya kamuoyuna, hayranlıkla, o zaferleri imrendirerek devamlı anlatmaya öyle bir ağırlık verirken…

Arafat'ın 'El'Feth' Hareketi'nin gerilla savaşçıları, İsrail rejimi güçlerini, hiç beklenmedik şekilde, 'Qarame' denilen mıntıkada müthiş bir baskınla gaafil avlamış ve iki gün süren şiddetli çarpışmalar sonunda İsrail rejimi güçleri ağır kayıplar vermişlerdi. 'El'Feth'in bu çıkışı ve hele de o muharebede can veren onlarca 'gerilla'nın Ürdün başkenti Amman'a getirilip yüzbinlerin iştirakiyle kılınan cenaze namazı bütün arab halklarında bir yeniden silkinme ve teslim olmamak ruhu olduğu müddetçe, savaşmak için yeni yollar ve yöntemler bulunabileceği kanaatini uyandırmıştı.

Denilebilir ki, 'El'Feth'in o müthiş çıkışıyla bazı arab rejimlerinde meydana gelen sarsıntılar, yeni kadroların işbaşı yapması sonucunu daha bir kolaylaştırmıştı.

*
Nitekim, ilk sarsıntı Şam'da meydana geldi. Neredeyse her 6 ayda bir darbe yapılan Suriye'de, 1967'deki '6 Gün Savaşı'nda başarılı olduğu görülen ve halk arasında kahramanlaşan Hava Kuv. K. General Hâfız Esed bir darbe yaparak, idareyi ele aldığında, bu darbeye karşı çıkan hemen hiçbir sosyal kesim yok gibiydi. Gerçi, iktidardakilerin her birisi 1963'den beri iktidarda olan Baas Partisi kadrolarının adamlarıydı, ama, darbelerle değişenler, tepedeki birkaç isimden ibaret ve Baas Partisi'nin kendi içindeki fraksiyonların elemanlarıydı. Tıpkı, Osmanlı'nın son döneminde İktidar ele geçiren 'İttihad ve Terakkî Cemiyeti/ partisi'nin; Osmanlı rejimin yerine, Ankara'da kurulan yeni rejimin içinde 'Cumhuriyet Halk Fırkası' (CHF/CHP) olarak iktidarını sürdürmesi gibi bir durum…

Ancak, sözün burasında Baas İdeolojisi ve onun sosyo-politik alandaki uzantısı olan Baas Partisi üzerinde biraz durmak gerekir. Baas kelimesi Amentü içinde okuduğumuz 'Ba's-u ba'd-el'mevt' (ölümden sonra dirilmek) inancında geçen 'Ba's' kelimesidir ki, 'Diriliş', latin dillerinde kullanılan Rönesans (fr. Renaissance)/ 'Yeniden doğuş' mânâsındadır.

500 yılı aşkın Osmanlı'nın tarih sahnesinden saf dışı olmasından sonra o perişan ve derin sosyal çalkantılar ve arayışlar içindeki arab dünyasında 'Baas/ Diriliş' gibi iddialı bir isimle ortaya çıkan bir ideolojik ve politik hareketin taban bulmasında şaşılacak bir durum olmasa gerek..

Baascılık Hareketi vardı, özellikle İslam'dan ve Müslüman halktan kopuk, ama kendi ülkelerinin okumuş sınıfları olarak her şeyi en iyi kendilerinin bildiklerini sanan veya düşünen ve ülkelerinin ordu kademeleri içinde de etkili olmaya başlayan bir cereyan idi…

Baasçılık, özellikle Irak, Suriye ve Sudan'da daha bir etkili idi.

Suriye'de, neredeyse, her 6 ayda bir askerî darbe olurken... Bir diğer darbeyi de General Hâfız Esed yapmıştı ve geçmiştekilerden birisi gibi olacağı sanılmıştı. Halbuki, Hâfız Esed'in, dayanacağı, kadrosunu oluşturacağı, yüzde 10-12'lik ayrı bir halk kesimi vardı.

*
Hâfız Esed'in darbesini, Libya'da Melik ((Kral )İdris'in rejiminin, 27 yaşındaki bir Muammer el'Ghaddafî isimli bir teğmenin darbesiyle devrilmesi takib etmişti, 1969 yılında…

*
Ama, Baas ideolojisinin temel çerçevesini kim belirlemişti?

Evet, 65 yıldır, arab ülkelerinde, arab gençlerinin, halklarının zihinlerinde tartışılan, benimsenen veya reddedilen, kavgalara vesile olan işbu 'Baas' ideolojini kim veya kimler tedvin ve tertib etmiş, düzenlemiştir?

Bu, sonuçları itibariyle, maalesef büyük felaketler getirmekten başka bir işe de yaramayan bu ideolojinin müdevvini, düzenleyicisi durumunda olan 3 kişi vardır.

Bu isimler: Mişel Eflâk, Ekrem Houranî ve Salâh Bitar…

Mişel Eflâk
, Lübnanlı, yarı yarıya, arab ve rûm etnisitesinden bir Hristiyan, Ekrem Houranî de, Lübnanlı bir Hristiyan arab ve Salâh Bitar ise Suriye'li Müslüman bir aileden gelmektedir. Görülüyor ki, Müslüman arab halklarına ve dünyasına bir 'deli gömleği' gibi giydirilen 'Baas'cılık hareketinin asıl beyni olan üç kişiden ikisi, hristiyan arab; üçüncüsü ise, Müslüman bir ailenin çocuğu olmakla birlikte, laik ve ideolojik temellerini belirttiğimiz Baas Hareketi'nin kurucularından birisi... Öyleleri, bizde de çok var…

Bu üç isim, 'Baas İdeolojisi'nin temel çerçevesini oluşturmuşlardır.

Bu genel çerçeve nedir? 'Arab kavmiyetçiliği, nasyonalizmi + el'İştirakiyyûn/ yani, sosyalizm...'

Bu cereyan Arab dünyasında heyecan uyandırmadı değil… Ama, iktidara gelmek için, tıpkı 'İttihad - Terakkî'nin ve takibçilerinin yöntemi olan, 'Karşı çıkanları yok etmek' anlayışını şiar edinmiş bir ideolojik-politik cereyandır.

Hâfız Esed'in bir Baas Partisi içi darbeyle iktidarı ele geçirmesinden iki sene önce de Irak'da da, General Hasan el'Bekr darbeyle iktidarı ele geçirmişti ve El'Bekr, Saddam Huseyn'in dayısı idi.

Hâfız Esed'in kim olduğu üzerinde bile, o büyük sosyal çalkantı ortamında kimse dikkat etmemiş veya bilenler de o ortamda onun kimliğini söz konusu etmeye cesaret edememiş ya da doğru bulmamıştı.

Hâfız Esed'in Suriye'de daha çok da Lazkiye liman şehri ve çevresinde yoğunluklu olarak yaşayan ve halkın genel nüfusu içinde yüzde 11-12 kadar bir yer tutan 'Nusayrî Alevîleri'nden olduğu söz konusu olmamıştı. Nusayrîler ise, bir bakıma, 800 yıl öncelerde, Alamut Kalesi Şeyhi olarak bilinen esrarengiz ve korkunç cinayetlere el atmaktan kaçınmayan fedaîleriyle meşhur Hasan Sabbâh'ın bağlısı olduğu Şia'da 7 İmam Mezhebi olarak da bilinen İsmailiye mezhebinin Suriye versiyonu gibiydi. (İran'da hâkim olan Şia mezhebi ise, 12 İmam Mezhebidir ve 7 İmam Mezhebiyle arasında, itikadî bakımdan kesin olarak bağdaşmayan bir karşıtlık vardır.)

Bu arada, arab rejimleri zayıfladıkça, İslamî cereyanlar da güçleniyordu. Bunların başında da /İkhwan-ul'Muslimîn ve Hizb-ut'Tahrîr gibi cereyanlar ve teşkilatlar Türkiye'yi de direkt ilgilendiriyordu; bir kısmı ise, dolaylı olarak…

Bu İslamî gruplarla Türkiye'de gizlice teşkilatlandıkları kabul edilen hareketler arasında irtibat direkt olarak yoktu. Çünkü, Türkiye'deki, 'Hılafet burada düştü, yine burada ayağa kalkacak...' gibi şairâne söylemler, İkhwan tarafından da , Hizb-ut- Tahrîr tarafından da sıcak karşılanmıyordu...

*

Marksist gençlik hareketlerine gelince... Bu hareketler hem Türkiye'de , hem de özellikle arab ülkelerindeki solcu hareketler içinde de etkili oluyordu ve haliyle Türkiye'yi de etkiliyordu bu hareketler…

*

Bu arada, 1971'de, Almanya'da ilk 'banka soygunu' yaşanıyor ve bu eylemi, 'Kızıl Ordu Fraksiyonu (Rote Arme Fraktion)' denilen Şehir Gerillası hareketleri ve Baader-Meinhof Grubu diye anılan silâhlı terör örgütleri de takib ediyordu. (Ki, bu grubun, tutuklandıktan sonra ve birbiriyle hiçbir irtibatları yokken, cezaevinde aynı anda intihar ettiklerinin açıklanması, Almanya'nın onları, intihar süsü vererek özel yöntemlerle öldürttüğü, kolayca reddedilemeyecek bir iddia olarak tarihe intikal etti.) İtalya'da da marksist devrimciler , 'Kızıl Tugaylar' adını alarak, 'şehir gerillası' eylemlerine ağırlık vermeye başlamışlardı. (Ki, daha sonraki yıllarda işbu Kızıl Tugaylar, İtalya'da Başbakan Aldo Moro'yu kaçıracaklar ve 50 gün kadar süren aramalar netice vermeyecek ve nihayet Moro'nun cesedi bulunacaktı...)

Devam edeceğiz inşallah...

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN