Arama

Fatma Bayram
Aralık 29, 2022
Bir Ölümün Hatırlattığı Ölüler -Vermeme Hikayeleri- IV

BİR ÖLÜMÜN HATIRLATTIĞI ÖLÜLER
-VERMEME HİKÂYELERİ-
IV

Sözü kimin açtığını hatırlamıyor. Yıllar geçse de unutamadığı şey ise hocanın, kendisinden burs istemeye gelmiş bu kendi halinde şehirli kızları oturmaya davet etmemesi, ayakta ellerini nereye koyacaklarını bilemeden kem küm ederek burs istemek durumunda bırakmasıydı. Onlar da biliyorlardı ki bu hoca, bursu kendi cebinden vermiyor, sadece aracılık ediyordu. Bazen ihsanı verenden daha kötü hissettirir o ihsana aracılık eden. Orada olan da oydu. Ayakta, dimdik durarak yardım istemek yapmak işledikleri ayıbın boyutunu –istemek yeterince ayıptı onlara göre- devasa ölçekte büyütmüştü gözünde. Ah bir oturabilseler, istemenin ayıbı da onların bedenleriyle birlikte küçülecekti sanki. Doğduğundan beri isteyen/istemek zorunda kalan/bırakılan tarafta olmak içindeki büyük insani gücü durmadan ufalayan çivili bir tabut gibiydi. Böyle bir tabutun içinde yaşayan hayal kurmak için bile izin istemek durumundadır. Diğerleri özgürce hayal kurarlar, sonra da yeterince gayret eder ve kader de izin verirse hayallerine kavuşurlar. Bu yazıda bahsi geçen on birinci ölü yaşarken ölenlerdir. Girdikleri her sokak kapatılan, hep geri dönmek zorunda bırakılan ve kendinden vazgeçme deneyimini ölüme gider gibi tekrar tekrar yaşamak zorunda kalanlardır onlar. Bazıları bu vazgeçişi ne kadar isterse istesin başaramaz. Son nefeste ortaya çıkan yaşama refleksi gibi çöktürüldükleri her seferinde ayağa kalkıp yeniden başlayacak gücü bulurlar. Giderek azalsa da bu güç onların kontrol edemediği kadar derinlerdedir. Ölüme en yakın halde, bedenin tüm hareketlerinin kısıtlandığı, beynin ürkütücü bir karanlıkla dolduğu, üzüntü değil, acı değil –bunlar yaşam belirtisi duygulardır- hiçlik hissinin felç ettiği bir sıfırlanış noktasında, düşünemez, hissedemez, kıpırdayamaz haldeyken nereden geldiğini anlayamadıkları o güç çıkar gelir, gecenin bir vakti gözleri pat diye açılır, ağrılar gitmiş, beden hafiflemiştir. Ölü dirilir. Bu akılla, kalple, inanç ve saireyle olacak iş değildir. Küçük bir çocukken dahi üzerine yığılan molozların arasından "acımadı ki," diyerek çıkaran şey daha en baştan verilmiş, neredeyse bitimsiz bir yaşam enerjisidir. Büyüklerin kurduğu ve devamlı çıkışların kapatıldığı labirentin içinde ne zaman kaybolsa bir iki güne kalmadan yeni kapılar bulan içsel bir enerji.

O gün de ayakta, gözlerini yerden kaldırmadan hocayı dinlerken bu eşiğe gelip gelip geri döndü. Onun başı döner, gözleri kararır, soluk almakta güçlük çekerken hoca istemenin kötülüğünden, eğer verebilmiş olsaydı onlara zekât parası vereceğinden, zekâtın da paranın kiri olduğundan bahsediyordu uzun uzun. Kulakları bir çağlayanın yanındaymış gibi uğulduyor, ses nehrin karşı tarafından geliyordu. Nihayet konuşmasını bitirip bu kirli parayı isteyip istemediklerini sordu onlara. Hızlıca istemediklerini söyleyip kendilerini dışarıya attılar. Birbirlerini her gördüklerinde o utancı hatırladıklarından mıdır, yoksa zaten en baştan beri pek de takım olmadıklarından mı bilemiyor, o günden sonra çok görüşmediler. Aralarında bundan başka bir anı oluşmadı. Çok kesin konuşmayalım, illa gözden kaçırdığımız yerler vardır, bildiğimiz kadarıyla yıllar önce yaşanan o hadiseden sonra kimseden kendisi için bir şey istemedi. Kadın olmanın herkese zor gelen bir tarafı vardır. Ona en zor gelen yanı, ontolojik olarak isteyen taraf olmak zorunda kalmasıydı. Velev ki izin istemek olsun. Kızını, karısını, hatta çalışanını kendisinden bir şeyler istemek zorunda bırakmadan idare eden aile babalarının varlığını bilmese hepten sıtkı sıyrılacak şu dünyadan. Geçenlerde o hocanın ölüm haberini alınca bütün bu ölüler, beraberlerinde götürdüklerini zannettiği tüm derin izlerle birlikte hücum etti zihnine. Küçük bir dileği oldu Rabbinden. (Evet, bir tek Allah'tan istemekten gocunmaz insan. Çünkü O Rabbimizdir. İsteyeni reddetmez, utandırmaz, üzmez.) İstedi ki –hiç eziyet görmeksizin- onlara reva gördüğü utandırmanın çok minik bir kısmını yaşayıp o günü ve onların o ayakta duruşlarını hatırlasın.

Bu ileri yaşında artık iyice emin oldu ki bize yanlış yapanlara bunu hiç belirtmemek bize olduğu kadar onlara da zarar veriyor. İki örnekte de saygısından bir şey kaybetmeden kendisine yapılan yanlışa karşı çıkabilirdi. Bunun sorumluluğunu üstlenmesi gereken yaştaydı. Üstelik kendisine, biri Allah'ın kitabını, diğeri Peygamberin yolunu anlatan bu iki hoca da elbet bilirlerdi Allah'ın kitabında senden bir şey isteyene nasıl karşılık verilmesinin salık verildiğini ve o nazik Peygamberin, kendisinden bir talepte bulunanlara bilhassa da kadınlara nasıl davrandığını. Eğer birazcık sesini çıkarıp bunları hatırlatabilseydi elbet düşünürlerdi er geç. Kendisinden sonra başkalarına daha dikkatli davranırlardı. Nitekim çok sonraları yaşadığı bir tecrübe böyle olmuştu. Kalabalık bir salonda sorduğu gereksiz soruyu biraz mizahi bir dille küçümsediği kız öğrenci ona mail atmış ve "Hocam, belki benim sorum yanlıştı. Ama bu kadar güngörmüş, tecrübeli bir hoca olarak sizin de bir salon dolusu insan içinde beni küçük düşürmeniz yanlıştı. Durumu idare etmenizi ve beni utandırmamanızı beklerdim," demişti. E-postayı okuyunca ekrana bakakalmış ve ona "Haklısın, lütfen buluşup bir kahve içelim. Bana bu hatayı telafi etmek için bir fırsat ver," diye cevap yazmıştı. Buluştular, güzel bir ilişki kurdular. Bir daha hiçbir genci, ne kadar lüzumsuz olursa olsun, bir sorusundan dolayı ti'ye almadı. Kendisi o cesareti göstermeyerek hocalarını bu fırsattan mahrum etmişti. Bir kez daha ortaya çıkmıştı ki her susuş bir erdem değildir ve korkaklık fitne canavarını beslemekten başka bir işe yaramaz.

Devamı gelecek...

Fatma Bayram

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN