Yeniçağa doğru: Kur'an'a göre Kur'an
1. Kur'ân'a göre, kendisi insanlığı bütün zamanlar zarfında topyekûn kucaklayan Allah tebliğidir. Ondan önce nâzil olmuş bütün tebliğler, Kur 'ân'ın az yahut çok tahrîf olunmuş, saptırılmış, tozlanmış cüzleridir. O, kendinden önce gelmiş tümünü özce kapsar. Bu sebeple, onlar ile kendi arasında yer yer benzer bahislerin zuhuru olağandır. Nihâyet, hepsinin müellifi birdir, aynıdır. İslâm'a gelince; o, düpedüz dinle anlamdaştır; ikisi, birdir. Nitekim bu husus bize Al-i İmrân Sûresinde —/3 (19)— açıkca bildirilmektedir: "Allah katında din, şüphesiz, İslâm'dır..." Şu hâlde dinlerden biri olmayıp dinin ta kendisidir. Bir inanç düzeni, içerikce İslâm'a yaklaştığı oranda dinleşir; uzaklaştığı ölçüde dinsizleşir: "Bütün dinlere üstün kılsın diye Resûl'ünü kılavuzluk ödevi ve Hak diniyle gönderen O'dur. Varsın, müşrîkler, bundan nefret etsinler" —Tevbe /9 (33), Saf /61 (9)... Tabîî aynı husus tek tek kişiler için de söz konusudur. Herkes, inancının sahihliği ile sâlihliğinden kendisi sorumludur. İşte Al-i İmrânda/3 (20) bu, bize şöyle anlatılır: "...seninle münâkaşaya kalkışanlara, 'benliğimi tümüyle Allaha teslîm ettim; aynı şeyi takipçilerim de yaptılar' de. Ehli kitab olanlar ile olmayan müşrîklere dahî, 'sizler de, teslîm oluyor musunuz?' diye sor. Oluyorlarsa, mesele yok, Hak yolundadırlar. Hakka sırtlarını çevirirlerse, sana düşen, tebliği bildirmektir. Allah, kullarının hepsini görür."
Peygâmberlerin, öncelikle de Hz Muhammed Mustafa'nın (570 - 632) ödevi, Allah tebliğini insanlara iletmekten ibâret değildir. Tebliğin nasıl uygulanacağını dahî, izâhla ve izâhlarını hayatın binbir vechesinde kendi yaşayışını örnek kılarak göstermekle yükümlüdür(ler). Şu durumda, genellikle sanılanın tersine, Hz Peygâmber, edilgin bir alıcı-aktarıcı olmayıp son derece etkin bir yorumcu ve uygulayıcıdır. 'İnsanlar, nasıl olsa belli bir görüş ile inanca saplanıp kalmışlar; artık onları inatlarından vazgeçirmek benim harcım değil' demek, bir vâize, bu arada, Peygâmbere düşmez. Sabırla ödevinin gereklerini yerine getirmek, dini bütün kişinin başta gelen görevidir. Allah Kelâmının gönüllerde nasıl yeşereciğini Onun dışında kimse bilemez. Zirâ insanların gönlünden geçeni bir tek O bilir —bkz: Nahl/ 16 (125—128); ayrıca şerh sayısı, 2162'ye bkz.
İmdi, Dinin, yânî, İslâm'ın açıklama anahtarları Hz Muhammed'de ve dahî, İlim medinesinin kapısı olan Hz Ali'dedir (598 - 661). Onlar, velî-dâhîdir, kısacası 'insanı kâmil'dirler; Nietzsche'nin deyişiyle 'üstün insan'dırlar. Ne var ki, anahtarların kendileri de zaman ile zemîne göre ehlivukûfun yeniden yorumlarına ihtiyâç gösterirler. Başka bir ifâdeyle, ictihât kapıları hiçbir vakit kapanmaz.
2. Bütün teblîğlerin ortak paydasının, Kur 'ân, inanç düzenlerininse, İslâm olduğu söylenmişti. Bu durumda, Allah elçilerinin, İslâm peygâmberleri oldukları da ortadadır. Bütün teblîğler, Kur 'ân'a doğru aktığı gibi, Elçiler de, İlahî bildiriler denizinin kendisine vahyolunduğu Resulluğun tâcı Hz Muhammed' in geleceğini müjdeleyip ona zemîn hazırlamışlardır. Bu, sâdece ehlikitap dediğimiz dinlerde böyle olmayıp onların dışında kalan Hinduluk gibi inanç düzenlerinde dahî rastgelinen bir vakıadır.[1]
Hz Muhammed'in, Kur'ân açımlaması —Hadîs— ile İslâm'ı bilfiil yaşamasından —Sünnet— ortaya çıkan dinin yaşanabilir hâlini ifâde eden Müslümanlıktır.
3. İslâm, Allaha teslîm olmak anlamındadır. Ona teslîm olup olmamak, kişinin kendi kararına kalmış bir husustur.
Kişi, hazır bilgiler ve değerlerle dünyaya gelmediğinden, içine doğduğu kültür-toplum ortamının da etkisiyle hayatını kendi elleriyle inşâa eder: "Allah, sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez hâldeyken çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir" —Nahl/ 16 (78).
Görüldüğü gibi, İslâmla birlikte hürlük, ödev - hak ve sorumluluk ilkeleri de belirmiştir. Ahlâk ise, bu ilkelerin örgüsüdür. Bahis konusu ilkelerin başında hürlük gelir. Kur'ân uyarınca, insan ile hür varlık çakışırlar. Buna göre, insanın özü hür olmaktır. Nitekim insan, henüz bedenlenip dünyada arzı endâm etmezden önce bu vasfını konuşturmuştur: "Rabbinin, Adem evlâdından misâk aldığını da düşünün: Rabbin, onların —insanlığın— sulbünden soylarını alıp sürdürmüş, onlara da Rabbiniz değilmiyim?' diye sorup buna kendilerini tanık tutmuştur. Onlar ise, 'elbette, tanığız!' ('kâhî belâ, şahidnâ') demişlerdir..." —A'râf/ 7 (172). Buradan da, dünyaya ister gelsin, ister gelmesin, toplu hâldeyken, ama aynı zamanda teker teker tüm insanların, Allahla misâka girdiklerini anlıyoruz.
Nihâyet, 173. Âyetteyse, bizi şöyle uyarmaktadır: "Kıyâmet günü (yavm el- kiyâmeti), 'bizlerin bundan haberi yoktu' yahut 'ne yapalım, önceleri atalarımız Allaha şirk koştular, bizlerse, onlardan sonra gelen nesiliz; şimdi, o bâtılı başlatanların yaptıkları yüzündenmi bizleri helâk edeceksin?' itirâzını ileri sürmeyesiniz diye Allah, sizlerden bu ikrarı aldı."
4. Kavramlar ile terimlerin tersine, özel adların, bir dilden bir başkasına tercümesi yapılamaz; özge sözel temsîlcileri bulunmaz. Şu hâlde, Allaha Allahtan gayrı bir şey denilemez. O, Kadîm zamanlarda, insanın, özlediği, arzuladığı, düşleyip[2] de beceremediklerini yakıştırıp yüklemiş olduğu üstün güçlerden —ilah/ lar— apayrıdır. İlah yahut benzeri ilke/ler, insanın kendini ölçü —İnsan merkezcilik— aldığı düzlemde, üstün becerileri[3] temsîl ettiğine inanılan varlıktır.
5. Hangi özgül Hak dinine yahut geleneksel itikât câmiasına mensûb olursa olsun, dürüst ve meşrûu zeminlerde yürüyen herkes, belli ölçülerde İslâm çerçevesinde 'din'dar olup 'ümid insanı'dır (L homo spes). İslâmın en üst basamağında duransa, Kur'ân ile Sünnetin öngördüğü tarzda ibâdet edip yaşayan Müslümandır. Burada, en üst basamakta durmanın, kavmî-dünyevî sıradüzeniyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zirâ öyle bir sıradüzeni, Kur 'ân teblîğine tümüyle aykırıdır. Kur'ânın bildirdiği, İlahî derecelenmeden başkası değildir.
İslâmla birlikte Kadîm zamanlardan[4] gelen unsurlar, ya dince yasaklanmış ya da gündemden düşürülmüştür —bâtıl itikâtlar. Bu cümleden olmak üzre, Tanrılık ile insanlık yahut Uhrevîlik ile dünyevîlik arasında halka gibi duran ve zulmün esâs menbaı olan yarı-tanrı kahramanların, daha açıkcası, insanın insana köleliği[5] ve belli bir insan nevinin —'kahraman'ın— putlaştırılması yeğinlikle yerilmiş[6]; doğa, hiçbir vechile duyumlanamayan periler, hayâletler, hortlak ile şer güçler gibi, uyduruk varlıklardan temizlenmiştir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, böylelikle adâlet esâsına dayalı hukuk çerçevesinde vuzûha kavuşturulurken, doğa da, meraktan doğan araştırma ile inceleme eylemine ve, ölçüyü, haddi aşmamak kaydıyla, insanın tasarrufuna açılmıştır —ölçüyü, haddi aşan gayrımeşrûu iş görüyor demektir.
İnsanın, Allahla doğrudan, aracısız irtibâtta olması, Kur'ânın ana savıdır. Şu durumda bağlantı kişisi yahut mercii yoktur. Allah, Kendisine yardımcı, vekilharç ve benzeri bir makamı ihdâs etmemiştir. Gönlü mühürlenmiş olandan tutunuz da 'İnsanıkâmil'e varana dek insanların tümü insandır. Aralarındaki farklılıklar, derecelenme bâbındandır. İnsanıkâmil, demekki üstüninsan dahî, Allahın Özünden pay almış insanüstü bir varlık değildir. Elçileri bile, öteki bütün insanlar gibi, Allahın yaratıklarıdır, kullarıdır: "... ve eşhedu enne Muhammeden Abdûhû ve Resûluhu".
Ayrıca: "Resûlleri onlara: 'Elbette sizler gibi biz de sâdece beşeriz' dediler. 'Nihâyet, peygâmberlik şan ile şerefini Allah, dilediğine ihsân eder. O, cevâz vermedikce, sizlere mucîze de gösteremeyiz.' İnsanlar, yalnızca Allaha dayanıp güvenmelidirler" — İbrâhîm/14 (11).
"Senden önce gönderdiğimiz peygâmberlerin hepsi de yiyip içen, dolaşan insandılar. Hepinizi birbirlerinizle sınıyoruz." —Furkân/25 (20).
Mutlak üstünlük ancak Allah - insan bağlantısında kendini gösterir. O, her şeyden önce, mutlak anlamda hem aşkın hem de içkindir. Buysa her çeşit fehmin, dolayısıyla da izâhın fevkındadır. Onu hayatın olağan, düzgün akışı içinde tanımazlıktan gelmemiz pek kolaydır; ve talîmâtlarını hiçe saymamız rahatlık dahî sağlar. "... Denizde sıkıntıya düştüğünüzde, Allahtan gayrı yalvardıklarınız, kaçıp kayboluverirler. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca da, yüz çevirirsiniz. İnsan, çok nankördür" —İsrâ/ 17 (68). Çünkü tavırlarımızın, tutum ile davranışlarımızın süreklice göz altında tutulmalarını bir yana bırakınız; fakat insançin, içinden geçenlerin, niyetlerinin —bkz: Kâf/50 (16)— dahî her dem denetlendiğine inanması ve bu inanç doğrultusunda yaşaması kadar zor başka ne olabilir! Nitekim Hz Muhammed, dünyanın, mümîne cehennem, münkîreyse cennet gibi olduğunu söylemiştir. Mümîn, kendine varoluşunun başlarında tanınmış hür tercihini Allahtan yana kullandıktan sonra, Allah yolunda hürlüğünden serbestce vazgeçmiş sayılır. Dinî manâda artık hür değildir. Bundan böyle 'İlahî Tebliğ' ve 'vicdân'ı yoluyla Allahla süreklice, kesintisizce baş başadır. Bu hâlin manâsını alabildiğine bütün boyutlarıyla idrâk edene dünya zorlu bir yaşama ortamı olmaktan çıkıp cennete dönüşür; hele o kişi, varoluşca, şiddetli bunalıma girdiği zamanlarda!
Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Çağdaş Küresel Medeniyet – Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz Yahudi Medeniyeti – Anlamı, Gelişimi ve Konumu' isimli kitabından alıntılanmıştır.
[1] Bkz: Ved Prakash Upaddhayaya, Ashit Kumar Bandhopaddhayaya&Gouri Bhattacharya: "Muham- mad in the Vedas and the Puranas", Bengalceden İngilizceye tercüme: Muhammad Alamgir, 4-164. syflr.
[2] İng to fancy.
[3] İng super performance.
[4] Fr temps archaıques.
[5] İslâm medeniyetinde 'kölelik', doğaötesi kader değil, bir iktisâd olayıdır.
[6] Kimilerinin resmedilmesi de bu yüzden yasaklanmıştır.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.