Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Ağustos 4, 2017
Şiir

(1) İnsan iki katlı bir yapıyı andırır. Zemin, dirim–beşer; üstündekiyse, nevişahsına münhâsır salt insan katıdır. Varolma bakımından ikisi birbirlerine zorunlulukla bağımlı olmakla birlikte, gerek yapı malzemeleri gerekse inşâa hünerleri itibâriyle birbirlerinden bağımsızdırlar. Bunun en belirgin eşsiz kanıtı sanat olup onun katıksız ifâdesini şiir ile mûsîkîde buluyoruz.

Kişinin yurdu, yuvası dildir. Filvakî kişinin aslî insanî etkinliği duygulanma ile düşünme, dil aracılığıyla dışa vurulur. Bunlar haddizâtında iç içedirler. Onları birbirlerinden ilk ayıran, felsefe-bilim olmuştur. Doğal duygu–düşünme birlikteliğini bozarak düşünmeyi tecrit etmiştir. Bunu düşünmenin kurallarının tesbîti ile tertibi demek olan mantık çerçevesinde Aristoteles (384 – 322) yapmıştır. O, düşünme hususunda becerdiğini, duyguların tanzîminde de başarmıştır. Düşünmenin mantıkca tanzîmi, biçimselleştirilmiş düşünmeyi; duygulanmanın dil bağlamında sanatca ifâdesiyse şiiri ortaya koyar. Başka bir anlatımla, düşünmenin teorisi yapılarak biçimsel düşünme fikri, yânî mantık ortaya konulmuştur. Duygulanmanın 'güzelliği–hedefleyen–dilce–ifâdesi' teorisi de Aristoteles'in kullandığı deyimle söylersek, poetikadır.[1] Görüldüğü gibi, her iki teorik yapının bânisi ve mimarı, felsefe-bilimin kurucusu olan Aristotelestir.

(2) Şiir, kan kardeşi mûsîkî gibi, duygulanmanın en üstün salt ifâdesidir. İkisi de sesleri ifâde aracı olarak kullanır. Gerek mûsîkîde gerekse şiirde kullanılan sesler, tabîî–irticâlî değil. İnsanın seçme ediminin verisidirler. Mûsîkîde olduğu üzre, şiirde de sesler güzellik kıstası esâs alınmak sûretiyle tercih olunur. Burada güzellik kıstası evvelemîrde kulağa hoş gelme bâbındandır. Mûsîkîde ağızdan çıkan dil sesleri yanında çalgı dediğimiz mûsîkî âletlerinin ürettiği sedâ da söz konusudur. Şiir, yalnızca dillerin kendilerine mahsûs ses birimlerinden, yânî sözlerden oluşur. İmdi mûsîkînin tersine şiirin, anlaşılırlığı, kendini ifâde ettiği dilin söz dağarıyla sınırlıdır. Ne var ki, mûsîkî gibi, şiir de âhenk ile ölçü —vezîn ile kâfiye— esâslarına dayandığından, onun da, dilce anlaşılmasa bile, dillerüstü duygulandırıcı hassası bulunur.

(3) Ahlâkın esâsı iyilik gibi, sanatın omurgası güzelliğin de insandışı dünyada andıranı yoktur. Bu bakımdan 'güzel', insandışı olaylar dünyasında bir şeyin, kişinin zihnine yansıması yahut orada yankılanması imkânsız olup tersine içimizde kurduğumuzun dışavurumudur. İçimizde geçenin insandışı dünyadaki nesnelere yansıtılıp yakıştırılmasıdır.

İyilik gibi, insanın içinde uyanan güzellik duygusunun düzenleyicisi nedir? Güzellik duygu ifâdesinin teorisini yapan Aristoteles uyarınca ölçü ile ölçülülüktür. Duygular kargaşasını akıl, ölçüyle düzene sokar. Bütün insan etkinliklerinde olduğu üzre, sanatta, bu arada mûsîkî ile şiirde düzen, şu durumda, baş köşeyi işğâl eder. Düzenleme anlam inşâasını mümkün kılar. Bu bağlamda sanat ve nihâyet şiir ile felsefe-bilim ortak kökten biterler: Akıl. Ne var ki, felsefe-bilim, ömür boyu akıl hânesinde ikâmet ederken mûsîkî ile şiir özge bir yuvaya taşınırlar: Gönül.

Felsefe-bilim ile sanatın başını çeken, 'kıvılcım'a benzetebileceğimiz bir duyuştur. Kıvılcıma benzettiğimiz duyuşa 'sezgi' diyoruz. Felsefe-bilimde sezgi verisi ortaya çıkan aksiyomdur, ilkedir, buluş, keşif yahut icâttır. Sanatta, öncelikle de şiir ile mûsîkîde sezgi, ilhâm biçiminde tezâhür eder.

Aksiyomun, ilkeler ile buluşun dayanağı, öncüsü yahut öncülü ya yok ya da müphemdir. Kendilerine dayanak sağlayamadığımız aksiyom ile ilkeden aklın biçimleyici bağlamında türetmelerde bulunarak ve insandışı olaylar dünyasında az yahut çok benzerlerini gösterek bilgi üretiriz. İlkeden itibâren aklın biçimleyiciliğinin, demekki mantığın buyruğunda bilgi üretme gâyesine yönelik adım adım, basamak basamak yol alan işlem dizileri gidimli düşünmedir. Her bir önceki basamak bir sonrakine çıkış noktası, hareket zemini olurken; sonraki öncekine mantıkca–deneyce doğrulanma–yanlışlanma imkânını temîn eder. Şiir ile mûsîkî ve —mimarlık hâriç— öteki sanatlar doğrulanma–yanlışlanma sorununu yaşamazlar. Onlarda beğenme–beğenilme meselesi öne çıkar. Haddizâtında beğenme–beğenilme kıstasına ziyâdesiyle bağlı bulunan şiir ile mûsîkîdir. Bunların dışındakilerin, özellikle de mimarlığın, kullanım değerleri de bulunur. Bundan dolayı şiir ile mûsîkîyi salt sanat şeklinde deyimlendiriyoruz.

Felsefe-bilimin mantık–deney denetimli adım adım akılyürütmeli gidimli düşünüşüne karşılık şiir, bendışı mercilerin denetiminden bağımsız 'patlamalı' seyir izler. Mantık–deney denetiminden bağımsız 'patlamalı' şeklinde nitelediğimiz, 'ben'in duygu hâlleridir. Bu duygu hâllerinin güzellik kaygısını taşır sesli dışavurumu, ya müzik ya da şiir kisvesine bürünür.

(4) Sanat ve bu meyânda şiir, 'ben'e bağlı bir oluşumdur. Felsefe-bilim, öncelikle de onun felsefe yakası dahî 'ben'den ortaya çıkan bir sistem yapısıdır. Ancak, süreklice 'senler'in anlamagücüne hitab etme derdindedir. Bu bağlamda felsefe-bilim, öznelerarası anlaşma gâyesine kilitlenmişken, müzik gibi, şiir de öznel kalır. 'Ben–öznesi'ne 'sen–öznesi' katıldığı ölçüde anlama–duygulanma–birliği sağlanabilir. Felsefe-bilimde ben – bendışı ayırımı seçiktir. Anlatan, 'ben–öznesi'; anlatılan, 'sen–öznesi'; anlanan, 'ben – sen–özneleri–dışı' nesnedir. 'Ben' ile 'sen' özneleri anlamagücü potasında eriyip imtizâc etmeleri, duygulanma–düşünme birliğinin parçalanması ve bir veri olan 'düşünce'nin, 'duygu'dan tecrîdiyle mümkündür. Duygu, özneldir. Haddizâtında hakîkatın 'ben–öznelliğim'deki izdüşümüdür. Buna karşılık, mantıkca arındırılıp denetlenen düşünce, 'ben – sen–öznellikleri–dışı'ndaki gerçekliğe ilişkindir. Hakkında konuşulan 'ben – sen–özneleri–dışı–gerçeklik' üstünde 'ben – sen–özneleri' zorunlulukla 'anlama–birliği' sağlar. Isbât ve/ya tanıtlama —demekki mantık veya matematik ile deney— yollu bu 'anlama–ortaklığı'na 'öznelerarası–nesnel–birlik' diyoruz. Müzik ile şiirde zorunlu 'öznelerarası–nesnel–birlik' oluşturulamaz. Giderek, nesnesi bulunmayan müzik ile şiirde 'nesne bilgisi' elde etme gâyesi güdülmez. Esâs olan, 'dışımda cereyân eden'den ziyâde 'duygulanışım'dır. 'Dışımda cereyân eden', 'araç', 'aracı', 'ateşleyici'dir. Şiir —ve mûsîkî— dünyanın tasvîri, hele açıklanışı hiç değil; 'dünyam'ın dile gelişi, dille dışavurumudur. Dışa vurduğum dile getirilmiş 'duygularım'a 'duyguların'la katıldığın, katılabildiğin ölçüde 'birleşiyor–bütünleşiyoruz'; bu duruma, tasavvuf deyişiyle, 'hemhâl oluyoruz' da denilebilir. Belli bir nesne üzerinde 'ben – sen–özneleri'nin anlamagücü potasında imtizâc etmelerinde başvurulan çeşitten ne kıstas ne de zorunluluk 'hemhâl olma'da söz konusudur. Bahsettiğimiz türden bir 'birleşme–bütünleşme' ve nihâyet 'hemhâl olma', şiire, müziğe, tasavvufa mahsûs bir duygu durumu olup dille anlatılıp açıklanamaz; katışıksızca salt yaşanır. "Renkler ile zevkler üstüne tartışılmaz" beğlik deyiş, bir yere değin doğru. Herakleitos'a göre "herkesin Logosu işitecek kulağı yok"; yahut Ludwig van Beethoven'in bildirdiği üzre, "kütükler, bestelediğimi elbet anlamayazlar." Logosa, Türkcesiyle söylersek, Maneviyâta kulak verebilenler, aynı ocağın evlâdıdır. Bunu 'beşerüstü–halis–insanlar' câmiası şeklinde anlamak gerek. O hâlde hem yapan, hem anlayan tarzında değerlendirebileceğimiz sanatcı, öncelikle de mûsîkîşinâs/müzikci ile şair, ortalama beşerden farklı ve üstün olması itibâriyle 'beşerüstü–halis–insan' makûlesindendir. Ortalama zekâ sâhibi her fânî, felsefe-bilim yapısının bilimler kanadında, hele fen ile onun uzantısı mühendislikte iş görebilir. Gelgelelim, aynı husus, sanatlar, özellikle de şiir ile mûsîkîde geçerli değil. Şairlik, evvelemîrde doğuştan getirdiğimiz bir istidât meselesidir. Bununla ilgili olarak genleri fazlaca kurcalamak, aklı başında eleştirel özelliği olan kişiyi olsa olsa güldürür. Günümüzün positivcilik dininde cinin adı gen olmuştur. Ruh çağırma oturumlarında dâvete icâbet eden genlerdir. Anlı şanlı bilimciler, adım başı bunlardan medet umarak önlerine geleni açıklarlar, daha doğrusu açıkladıklarını sanırlar. Bu cümleden olmak üzre, Hamamîzâde Ismâil Dede Efendi'nin de bestecilik geni bir kere yakalanmayagörsün; onu alır, anne rahmindeki cenine aşılarsanız, buyurunuz, size yeni bir ve hattâ birçok Ismâil Dede Efendi! Tabîî, şairlik yahut mûsîkîşinâslık için doğuştan kâbiliyetli olmak yetmez. Bu, olsa olsa zorunlu sebeptir. Lâkin yeterli değildir. Toplum ortamının ve hattâ doğa çevresinin de şair olmadaki yeri ve etkisi nice vurgulansa azdır.

(5) Haddızâtında şiir ile mûsîkî insanlıkla yaşıt olmalı. En eski devirlerden beri her toplum ister adlı, ister adsız olsun, bağrında şiir ile nâğme barındırmıştır. Ancak, medeniyet safhasını idrâk eden kimi kültürlerde, duygu ile düşünce bakımından çocuksu, kurgu ve dile getiriliş itibâriyle de çocukca olan, kamuya mâlolmuş basit şiir (koşuk) ile nâğme (yır) geleneğine koşut üstün duyarlılığın, bölük pörçük dahî olsa, özgün düşüncenin ve bir incelmiş zevkin mahsûlü nazım edebiyatı ile mûsîkî belirmişlerdir. İlki halk şiiri ile şarkıları diye tanınırken; ikincisi, bizde Divân şiiri ve dışımızdaki büyük edebiyatlarda Klasik şiir ile müzik tarzında anılacaktır. Aslında halk şiiri (koşuk) ile şarkıları birarada (türkü) icrâ olunur. Kadîm devirlerde bunlar, adsızdı: Efsâne, destan, menkıbe, mani gibi. Zamanla, ozan, aşık, saz şairi çeşidinden yapıcısı, müellifi belli şiir–şarkı geleneği ortaya çıkmıştır. Müellifi hep belli olan klasik sanattaysa, halk yahut âvâm geleneğinin tersine, şiir ile şarkı genellikle iç içe ve birarada değildir. Bunlar hem yapıca ayrı hem de müellifleri farklıdır. Nitekim halk şiiri–şarkısında ozan, hem şair hem de besteci anlamlarını taşırken klasikte ikisi ayrı mesleklerin ıstılâhı olmuştur. Klasik gelenekte şiir, nâğmeden soyutlanmış kalınca, mûsîkîleşme ihtiyâcını duymuştur. İşte şiiriyeti hâîz şiir (Y→Fr lyrique), mûsîkî vasfı ağır basandır. Böyle olan, kâfiye ile vezîn gibi, müzik değerlerini sînesinde taşır. Şiiriyet, düşünce tarafı bayağı silik, duyuş–duygu yanı ziyâdesiyle kuvvetli; ayrıca nâğmeliliği (Fr mélodicité), vurgusu, tınısı, âhengi iyice temâyüz etmiş şiirde kendini gösterir. İşte şiiriyetin şahane örneklerinden birini Klasik şiirimizin doruğunu teşkîl eden Yahya Kemâl'ın "Vuslat"ı oluşturmaktadır. Bu, aynı zamanda dilimizin, kıyıma uğramadan öncesindeki efsûnlayıcı güzelliğini gözler önüne sermektedir.

Bir uykuyu cânânla berâber uyuyanlar,
Ömrün bütün ıkbâlini vuslatta duyanlar,
Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı,
Görmezler ufuklarda, şafak söktüğü ânı...

Gördükleri rû'yâ ezelî bağçedir aşka;
Her mevsimi bir yaz ve esen rûzgârı başka.

Bülbülden o eğlencede feryâd işitilmez;
Gül solmayı; mehtâb, azalıp gitmeyi bilmez..

Gökkubbesi her lahza, bütün gözlere mâvî...
Zenginler o cennette fakirlerle musâvî;


Sevdâları hûlyâlı havuzlarda serinler,
Sonsuz gibi, bir fiskıye âhengini dinler.

Bir rûh, o derin bağçede bir def'a yaşarsa
Boynunda onun kolları, koynunda o varsa,


Dalmışsa onun saçlarının râyihasiyle,
Sevmekteki efsûnu duyar her nefesiyle.

Yıldızları, boydan boya doğmuş gibi, varlık
Bir mu'cize hâlinde o gözlerdendir artık.

Kanmaz, en uzun bûseye, öptükce susuzdur
Zirâ, susatan zevk, o dudaklardakı tuzdur.

İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan...
Bir sır gibidir azçok ilah olduğumuzdan.

Onlar ki, bu güller tutuşan bağçededirler.
Bir gün nereden hangi tesâdüfle gelirler?

Aşk, onları sevkettiği günlerde, kaderden
Rûzgâr gibi bir şevk alır, oldukları yerden.
Geldikleri yol, ömrün ışıktan yoludur o!
Âlemde bir akşam ne semâvî koşudur o!

Dört atlı o gerdûne, gelirken dolu dizgin,
Sevmiş iki rûh ufku görürler daha engin,


Sîmâları her lahza parıldar bu zaferle;
Gök, her tarafından, donanır meş'alerle!

Bir uykuyu cânânla berâber uyuyanlar,
Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar


Dunyâyı unutmuş bulunurken o sularda,
—Zâlim saat ihmâl edilen vakti çalar da—

Bir ân uyanırlarsa lezîz uykulardan,
Baştan başa, her yer kesilir kapkara, zindân...


Bir fâciadır böyle bir âlemde uyanmak...
Günden güne, hicrânla bunalmış gibi, yanmak...

Ey tâlih! Ölümden de beterdir bu karanlık;
Ey aşk! O gönüller sana mâloldular artık;


Ey vuslat! O âşıkları efsûnuma râmet!
Ey tatlı ve ulvî gece! Yıllarca devam et!

Klasik şiir geleneğine mâlik imparatorluk vârisi milletlerin dili açık seçik, iyice belirlenmiş ve çiğnenmelerine asla göz yumulmaz dilbilgisi kuralları; fiil, isim, zamir, edat ile sıfattan teşekül etmiş zengin söz haznesi; zevkce üstün güzellik duyuşu aşılar uslup çeşitlilikleri ve ifâde gücüyle donanmıştır. Bu çeşit zarîf bir edebî dil, yalınkat bildirişme aracı olma yükümlülüğünden öte, ona bihakkın vâkıf olana duygu, düşünce ile anlama ziyâfeti çeker. Böyle bir dille nasiplenmiş kişi, hangi zihin sahasında etkinlik gösterirse göstersin, bu tür talihe mazhar olmamışa oranla büyük önceliğe sâhiptir.

(6) Bilim, doğa vakıalarının genellikle matematik ifâdeli tasvirini; tarihse, yakın yahut uzak geçmişin insan vakalarını sunmalarına karşılık, şiir, dünyanın 'hayâlhânem'deki yansısını yahut yankısını dile getirir. 'Hayâlgücüm'e yansıması yahut yankılanışı nasıl olur? Bunu kestirmenin imkânı yok. Şiir, ânın yaşanması yahut ânlık bir 'duygu patlaması' şeklinde olabileceği gibi, geçmiş bir yaşantının 'hayâlim'de tekrar dirilişi biçiminde de tezâhür edebilir. Ne var ki, bütün bu olaylar, yalınkat ruh hâlleri olarak kalmayıp düzen ve orantı hesaplarıyla bezenerek ifâde kazanırlar. Şiiri psikolojik hâlden ayıran da budur zâten. Yoksa, şiir, sanat olmazdı.

Hayâlgücünün işleyerek dile getirdiği duygular, birçok değişik biçimde gün ışığına çıkar: Aşk; savaş ile yiğitlik mekıbeleri, destan; yaşamanın olağan akışında olup bitenlerin anlatılışı (dram), güldürücü ve gülünç taraflarının (komedya) yahut ümidin tükendiği acıklı olağandışı vakaların yansıtılışı (tragedya). Bunları bizlere sayıp dökümleyerek şiir teorisini ortaya koyan Aristoteles'e göre, en esâslı şiir türü tragedyadır. Sayılıp dökümlenen şiir türleri M.Ö. Altıncı yüzyıldan itibâren, ilki sahne–temsil sanatı (tiyatro) olmak üzre, Yunanda öteki edebiyat çeşitlerinin kaynağı olmuştur. Sahne–temsil sanatında, yaşananın, sahnede nâğme eşliğinde şiirle dile getirilişine tanık oluyoruz. Yaşanmışlığın sahne denilen bir düzlemde (Fr plate-forme) tekrarlanmasına dram adı verilmiştir. Bunu tarihce çok sonraları doğa vakıalarının kapalı mekânda (Fr laboratoire) yeniden kurgulanarak tekrarlanma işlemine benzetebiliriz. Birinde söz konusu olan insan yaşamasıyken öbüründe doğa olayıdır. Ancak, birincinin karmaşıklığı ve olduğu gibi tekrarlanmasının imkânsızlığını, tabîî ki, gözden ırak tutmamak kaydıyla. Zirâ şiirden kaynaklanan bütün edebiyat türleri özneden kalkar, yine özneye doğru yürür. İster özneyle, ister nesneyle ilgili bulunsun şiirin söz konusu ettiği olay hep vaka çeşidindendir. Hâlbuki bilimin kendine nesne kıldığı olay, vakıa cinsinden olmalıdır. Bu da, maddî terkîpli varolanın cereyân etme tarzıdır. Hangi boyuta dek ayırıştırılırsa ayırıştırılsın, dikkate alınan, gözlemlenen, varolanın hep dış görünümüdür. Aslında mekanik–elektronik doğa yasaları çerçevesinde açıklanan doğa vakıasının ne içi vardır ne de dışı. O, tek katlı katmanlı varolan yahut olaydır. İç – dış ayırımının ilk göze çarptığı varolan, canlılar varlık âleminde kendini gösterir. Şiirin de ana malzemesi duygu, canlılar varlık âleminin belli bir evrim basamağında ortaya çıkar. Positiv tavır sergileyen bilim teoricisi nice karşı çıkarsa çıksın, duygu taşıdığını farkettiğimiz canlıların yer aldığı evrim aşamasına gelişmiş demekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Tabîî, hayvandaki duygu temel seviyededir. Bu çeşit duygu, duyuya bitişik, onun doğrudan verisi olduğu görüntüsünü sunmaktadır. Duyuyla görünür bağlantısı bulunmayan gerçek anlamda duyguyla ancak insanda karşılaşabiliyoruz. Duyu verisinden bağımsız gerçek anlamdaki duygunun insandaki en üstün izhârı adâlet ile güzellik duyuşlarıdır. Adâlet duyuşunun, mantığın işleminden geçip yine onun gözetiminde düşünce sistemi biçiminde ortaya koyulmasından hukuk, güzellik duyuşunun düşünceleştirilmesinden de estetik meydana çıkmıştır. Hukuk da estetik de düşünceye dayanma özelliklerini bilimle paylaşmakla birlikte, gâyeleri itibâriyle ondan ayrılırlar. Bilimin maksadı doğanın belli bir kesiti hakkında bilgilenmek ve edinilen bilgilerin sistemli bütünlüğünü sağlamakken; hukuk, adâlet; estetikse, güzellik duyuşunun düzenlenişi ile sistemleştirilmesini amaçlarlar. Sistemleştirilmiş yahut sistemleştirmeyi öngören her düşünce etkinliği ister istemez felsefenin görev alanındandır. Öyleyse sistem olarak bilim, hukuk ile estetik, felsefe araştırmalarının konuları arasında yer alırlarken, 'bizâtihi şiir', gerek menşei, gerek yapısı gerekse gâyesi bakımından felsefenin karşıkonumundadır (Y→Fr antipode). Felsefe, duygu–düşünme biçiminde yürüyen süreci akamete uğratarak düşünmeyi duygudan tecrîd eder, sonuçta düşünceyi ortaya çıkarır, üretir. Buna karşılık, şiirde düşünce üstünlüğü elde etse de, duygudan kendini ayırıp tecrît ederek önünde sonunda bilgilenme kaygısını taşımaz. Evvelce belirttiğimiz üzre, şiirde de akıl, duygu ile düşünmeyi belirli bir nizâm intizâma sokma gayretindedir. Gelgelelim felsefedekinin tersine, şiirde süreç, aklın denetim tekelinde bulunmaz. Bu özelliğe şiirsi ifâdenin birimleri olan mısrada, beyitler arasında ve nihâyet nazmın tamamında tanık olabiliriz. Şair, istediği kadar felsefî/metafizik konuları yahut sorunları ele alıyor olsun, değilmi ki, şiir yazıyor yahut okuyor, o hâlde yaptığı felsefe değildir. Örnekmi? Şeyh Galîb Dîvanından "Müsemmen":

1. Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen

Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen

Secde-fermâ-yi melek zât-ı mükerremsin sen

Bildiğin gibi değil cümleden akvemsin sen

Rûhsun nefha-i Cibrîl ile tev'emsin sen

Sırr-ı Haksın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen

Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

2. Merteben ayn-ı müsemmâdadır esmâ sanma

Merci'in Hâlik-i eşyâdadır eşyâ sanma

Gördüğün emr-i muhakkakları rûyâ sanma

Başkasın kendini sûretle heyûlâ sanma

Keşi ile sâbit olan ma'niyi da'vâ sanma

Hakkına söylenen evsâfı müdârâ sanma

Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

3. İnleyip sırrını fâş eyleme ağyâra sakın

Düşme bilmezlik ile varta-i inkâra sakın

Değmesin âhların kâkül-i dildâra sakın

Sonra Mansûr gibi çıkman olur dâra sakın

Arz-ı acz etmeyesin yâreden ol yâre sakın
Bulduğun cevher-i âlîleri bîçâre sakın

Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

4. Sendedir mahzen-i esrâr-t mahabbet sende
Sendedir ma'den-i envâr-ı fütuvvet sende
Gizli gizli dahi vardır nice hâlet sende
Ma'rifet sende hüner sende hakikat sende

Nazar etsen yer ü gök dûzah u cennet sende

Arş u kürsî ü melek sendedir elbet sende

Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

5. Hayfdır şâh iken âlemde gedâ olmayasın
Keder-âlûde-i ümmîd ü ricâ olmayasın
Vâdî-i ye'se düşüp hîç ü hebâ olmayasın
Yanılıp reh-rev-i sahrâyı belâ olmayasın
Ademe muttasıl ol tâ ki cüdâ olmayasın
Secdeler eyle ki merdûd-ı Hudâ olmayasın

Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen[2]

Şeyh Galîp'ten aktardığımız insanın âlemdeki konumunu belirleyen tasavvufî şiiri çeşidinden eserler, çoğu kere felsefe sanılmış, felsefenin merkez makamı metafizikle karıştırılmıştır.[3] Felsefe geleneği bulunmayan yahut zayıf olan toplumlar, yukarıda örneğini sunduğumuz türden eserleri felsefe, müelliflerini de filosof ilân ededurmuşlardır. Tekralamak bahâsına belirtelim: Burada maksat, kanıtlanabilir cinsten bir sav öne sürüp onu temellendirmek değil. İleri sürülen bir iddiadır. Savın tersine, iddianın kanıtlanma yahut temellendirilme derdi yok. Amaç, şairin, insanın yaratılış gâyesine, âlemde işğâl ettiği mevkie duyduğu hayretin ve taşıdığı özelliklerden dolayı ona beslediği olağanüstü hayranlığın dile getirilmesidir. Bunu kudretli bir dil sanatıyla izhâr etmektedir. Dilin gerek söz varlığı gerekse cümle kuruluşu itibâriyle enfes diyebileceğimiz raddede işlenmişliği ile üstün ifâde gücü, kudreti klasik şiir merhalesinin baş şartıdır.

Şiirde aklıselîm, tutarlılık ile açıklık seçiklik de; nazmın birimlerinden olan mısralar yahut beyitler arasında konu birliği ile insicâm da aranmaz. Olsa da olur, olmasa da. İşte bu bağlamda bir örnek de Yunus Emre'den:

Geldi Geçti Ömrüm Benim

Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi

Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi

İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur

Bir gün ola çıkagide kafesten kuş uçmuş gibi

Miskin âdemoğlanını benzetmişler ekinciye

Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi

Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm

Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi

Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise

Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi

Bir miskini gördün ise bir eskice virdün ise

Yarın anda sana gele Hak libâsın biçmiş gibi

Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur derler

Meğer Hızır İlyas ola abıhayat içmiş gibi[4]

ÇIKTIM ERİK DALINA

Çıktım erik dalına anda yedim üzümü

Boştan ıssı kakıyıp, der ne yersin kozumu

Ağrılık yaptı bana, buhtan eyledim ona

Çerçi de geldi dedi, niye aldın kuzumu

Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım

Nedir diye sorana, bandım verdim özünü

İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş

Becid becid ısmarlar, gelsin alsın bezini

Bir serçenin kanadın, kırk katıra yüklettim

Çift dahi çekemedi, şöyle kaldı kazını

Bir sinek bir kartalı salladı urdu yere

Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu

Bir kut ile güreştim, elsiz ayağım aldı

Güreşip basamadım göyündürdü özümü

Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana

Öylelik yola düştü, bozayazdı yüzümü

Balık kavağa çıkmış, zift turşusu yemeğe

Leylek koduk doğurmuş baka şunun sözünü

Gözsüze fısıldadım sağır sözüm işitmiş

Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü

Tosbağaya sataştım, gözsüzsepek yoldaşı

Sordum sefer nereye, Kayseri'ye azimli

Yunus bir söz söyledin, hiç bir söze benzemez

Münafıklar yüzünden örttün manâ yüzünü[5]

Şiir ile felsefe-bilim arasındaki karşıtlık ifâde biçimi ile usluptan ibâret değil. Aralarında şiddetli doku tutmazlığı var. Biri gönül–duygu verimiyken öbürü akıl–düşünce işidir. İmdi bu karşıtlığı şairler şahı Fuzulî (1480 – 1556) şöyle dile getirmiştir:

"Işk imiş her ne var âlemde

İlm bir kîl û kâl imiş anca'"[6]

Her mensur eser, hele şiiriyet taşımıyorsa, şiir değildir. Nazmın etkileyici gücünden yararlanma bütün edebiyat türlerinin peşinden koştuğu bir husustur. Dilin yüksek seviyede sanatkârca kullanılışı demek olan belâgatta şiir ifâde biçimi esâs alınarak taklît olunmuştur. Nazmın zıttı nesir ise, Aristoteles'le birlikte felsefe-bilimin ifâde tarzı olmuştur. Uslubu süssüz ve kurudur. Felsefe-bilimde istenen, tasavvur içeriğinden mümkün mertebe arınmış ve anlam yükü en aza indirilmiş sözlerdir. Bu çeşit sözlere ıstılâh/terim denir. Şiir, tersine, tasavvur rengi ve anlam çeşnisi alabildiğine zengin sözlerle dokunur. İşte bu sebeple çağlar boyu sözlerini en az değişikliğe uğratmış gelenekci, muhâfazakâr diller, şiir geleneklerini klasikleştiremeye yatkınlık göstermişlerdir. Sözleri değiştirmeye yahut değişikliğe uğratmaya direnmek, zamanla karşılaşılan yeni söz türetme ihtiyâcına karşı çıkmak değildir. Yerilen, yerilmesi gereken, yerleşmiş varolan sözlerin keyfî gerekcelerle atılıp yerlerinin uydurmacalarla doldurulmasıdır.

(7) Anlamı karartacak neviden tumturaklı, mübâlağalı ifâdelerde dil güzelliğini bulamayız. Tersine, cümle kuruluşunun sâdeliğinde, dilbilgisi kurallarının düzgün ve bilinçlice uygulanışında ve seçilip kullanılan sözlerin yaygın anlaşılırlığı ile çağrışım gücünde aranmalıdır. Tasavvur içeriği zayıfsa yahut yok kertesindeyse, şiirde sözün en başta gelen görevi, dinleyende çağrışım yaratmaz.

İşte çağrışım zenginliğinin başta gelen örneğini Ispanyol şairi Federico Garcia Lorca'nın (1898 – 1936) "Atlının Türküsü"nde bulabiliriz:

"Kurtuba

Yalnız ve uzaklarda.

Yağız at; ay, koskoca.

Zeytinler heybemde.

Yolları bilsem de;

Varamayacağım Kurtuba'ya asla.

Ovadan, rüzgârdan geçerek.

Kızıla kesmiş ay; kara kısrak.

Ölüm bakar bana kulelerinden

Kurtuba'nın

Ne de uzun yol!

Ah benim sâdık kısrağım!

Eyvah, ölüm, beni bekleyen,

Kurtuba'ya erişemeden!

Kurtuba.

Yalnız ve uzaklarda."[7]

(8) Şiir, ilahî manâsıyla almamak kaydıyla, bir yaratma işidir. Nitekim Yunancada 'yapmak', 'yaratmak', 'etmek', 'kendi başına meydana getirmek', 'oluşturmak', 'üretmek' demek olan poiein masdarından gelen poiēzis ismi 'şiir'[8] olmasına şiirdir de, kök anlamı 'hazırlanmışlık', 'meydana gelmişlik', 'oluşmuşluk', 'yaratı' olup 'meydana getiren', 'oluşturan', 'yapan', 'yaratan', 'eden', 'kuran' poiētēs, demekki 'şair'dir. Şairin (poiētēs), söz aracılığıyla böyle yaratıcılığa (to poiētikos) meyilli olması, Eflâtun'un hoşuna gitmez. Yaratma yahut yaratıcılık, Tanrının işi olup Ona mahsûstur. Şairin, yaratıcılığa (to poiētikos) tevessül etmesini Eflâtun, küstâhlık olarak vasıflandırır. (Haddini bilen iyi) şair, olsa olsa ilahî hakîkatın tefsircisi olabilir.[9] Eflâtun, sanatta, bu arada şiirde dahî duyguların dizginlerini aklın tutması gerektiği görüşündedir. Kendini akla teslîm etmemiş şair, toplumu şirâzesinden çıkarabilir. Buradan da Eflâtunî şairin, şiiriyet yaratıcısı olmayıp eğitme göreviyle yükümlü olduğunu görüyoruz.[10]

Yunancada 'şiir' 'yapmak', yaratmak' anlamına gelen poiēin masdarından neşet ederken, Arapcada 'bilmek'ten (Ş'aRa) çıkagelmektedir. Şu durumda şair, 'yapan', 'yaratan', 'eden' değil, 'bilen'dir. Neyi bilendir? İçinden geçenleri, sezişlerini, duygularını yakalayarak öncelikle kendini bilendir (Ş'aRadan şuur).[11]

(9) Hâfızalara kazınmış şiir, zorlukların hüküm sürdüğü bunalımlı çağların verimi olup yaşantı içeriği bakımından zengindir. Düzayak rahat rahvan zamanların draması sönük ve cılızdır. En çarpıcı olaylar, çetin doğa şartlarıyla cebelleşme, tabîî afetler, iç ile dış savaşlar, ölüm, erişilmesi zor menziller, gurbet, sıla hasreti, husrân, hüzün, sevdâ ile aşktır.

Doğa denildiğinde akla ilk gelen konu denizdir. Ondaki ufuk, uçsuz bucaksızlık, kişinin hayâlgücünü; ayrılış da hicrân ile hasret duygularını süreklice tetiklemiştir. Yelken açılan enginlere oranla ceviz kabuğu kadar kalan bir tekne, olağanüstü boyutta fırtınalar, dalgalar karşısında tek dayanak; inancın, umudun, yiğitliğin, fedâkârlığın, dayanışma ile arkadaşlığın sınandığı mahal olarak görünmüştür. Bir ânı bir sonrakine denk düşmeyen deniz, akla, zekâ ile tedbire dâvet çıkarır. O, yenilene tutsaklık imkânını pek seyrek tanıyan bir savaş ortamıdır. İnsâfsızlığını bilenlere sürekli korku kaynağı olmuştur. Onu bir nebze andıran başka doğa çevreleri daha vardır: Dağ, orman ile çöl. Deniz kadar olmasa dahî, bunlar da sık rastlanan esin kaynaklarındandır. Biz yine denize dönüp Yeniçağ başlarında yaşamış Fransız şairi Pierre De Marbeuf'ün (1596 – 1635) aşk ile zorlu tabiat şartlarından denizle mücâdeleyi mukâyese eden şiirine bir fasıl göz atalım:

Deniz ile Aşk

Iztırabı deniz ile aşk paylaşır.

Deniz ile aşk acıdır.

Aşk kadar deniz de adamı yıkar.

Kesinlikle fırtınasız deniz yoktur, aşk da olmaz zirâ.

Korkuyorsan derin sulardan, kal kıyıda.

Katlanamayan sevmenin acısına,

Atlamasın aşk oduna.

Nihâyet ikisinde de kalırsın boğulma tehlikesiyle karşı karşıya.

Beşiktir deniz annesine aşkın.

Doğar alev aşktan, annesiyse yükselir sulardan.

Değildir su, ateşin silâhı hâlbuki.

Aşk korunu nitekim, su söndürmeğe yeteydi,

Beni yakan aşkın, öylesine cefâ çektirirmiydi?

İsterdim gözyaşlarımın denizinde söndürmek ateşini![12]

İnsanın en tuhaf yanı, kendisine acı çektireni sevmesi ve sevdiğini de özlemesidir. Bunun örneğini Nâzım Hikmet'in şu şiirinde buluveriyoruz:

Hasret

Denize dönmek istiyorum!
Mâvî aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!

Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi

Sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!

Pierre De Marbeuf'ten aktardığımız insanî aşkı dile getiren bir şiirdi. Bir de Romantik devir Alman şairi Novalis'te (1772 – 1801) örneğini gördüğümüz ilahî aşkın terennümüne bakalım. Gerek De Barbeuf'ün gerekse Novalis'in şiirinde zorlukların, zorlanmaların, dış ve iç mücâdelelerin, çetin çekişmelerin damgasını görmek mümkün.

Ruhânî Şarkılar

Sensiz n'olurdum?

Sensiz n'olmazdım?

Tek başıma koskoca dünyada korkulara terkedilmiş kalakalırdım.

Neyi sevdiğimi hiçmi hiç bilmezdim.

Gelecek dönüşürdü karanlık dehlize,

Kalbim derinden derine kederlendiğinde,

Tasamı açardım kime?

Yalnız kalmış hâlde kemirilerek sevgi ile hasretten

Her günü karşılardım geceden.

Hayatın insâfsız akışını izler dururdum yakıcı gözyaşlarla,

Bulurdum kendimi huzursuz bir kargaşada,

Bulurdum evimde kendimi onulmaz hüzünle.

Kim dayanırdı dostsuzluğa gökte ve yerde?[13]

Doğanın yanısıra, insan–toplum düzlemindeki dengesizliklerin ve bunların doğurduğu çekişme ile çatışma ortamları da ıztırâbın baş kaynakları arasında gözükür. İşte böyle bir sıkıntının tasavvufta neşesini bulmuş kara mizâhî ifâdesini koca Yunus'un şunca yalınlıkla dile getirdiği şaheser dörtlüğünde görüyoruz:

Bir garip öldü diyeler,
Üç gün sonra duyalar.
Soğuk suyla yuyalar,
Şöyle garip bencileyin.

Bir başka yerinde örnek, çığır açıcı filosof-ilahiyâtcılığı yanında şairliğiyle temâyüz etmiş Martin Luther'e (1843 – 1546) ait olup Johann Sebastian Bach'ın (1685 – 1750) bestelediği şu şiirdir:

Muhkem bir Kaledir Tanrımız

Tanrımız muhkem bir kaledir.

İyi bir savunma ve silâhtır.

Bizleri her zorluktan kurtarandır.

Müdhiş gücü ve sinsiliğiyle üstümüze çullanan

Eski kötü düşman;

Nice amansızdır silâhı, donanımı;

Yoktur yeryüzünde eşi menendi.

Yetersiz kalır gücümüz kuvvetimiz;

Yakındır yenilgimiz.

Seçmiştir Tanrının kendisi

Bizleriçin uygun mücâdele edeni…[14]

(10) Sonuçta şiir, esrârengîz mistik bir hâldir; tarîfi, açıklanması imkânsız duyuş. Bu hâl, onu paylaşanları —duygudaşlık— belli bir —şiirsi–mistik— yaşantı ortaklığına sevkeder. Mekânca, toplum –kültür ile kişi özellikleri bakımından birbirlerinden uzak bireyler şiirsi yaşantı zeminde pekâlâ buluşabiliyorlar. Bunun örneğiyle kendi hayatımda karşılaşmışım: Yirmi, yirmi beş yıl önce, nisan başlarında olmalı, Ankaradan Istanbula dönerken tren, Arifiye adlı bir küçük ara ıstasyonda yavaşladı. Sabahın saat altısı; yağmur yeşermeğe yüz tutmuş tabiatın üstüne hafîf bir hüzünle sessizce yağıyordu. Pencereden öylesine yağmur altında karşı tarafta duran bir trenin yük vagonlarını seyredalmıştım ki, bulunduğum yerden, kim bilir, on beş, bilemediniz yirmi bin km uzaktaki Şilili şair Pablo Neruda'nın (1904 – 1973) mısraları kafamda canlanıverdi:

"Varmı daha acıklı bir manzara dünyada

Hareketsiz duran bir katardan (tren) yağmur altında?"[15]

Şiirsi duygudaşlık, felsefî düşünüş tavrı ülküdaşlıkla uzlaşmayabilir. Düşünceleriniz, ülküleriniz şairinkilerle taban tabana karşıt olabilir. Bu, şiirinde dile gelen duyguların ve ifâde edilişlerindeki güzelliğin cezbesine kapılmanıza asla engel oluşturmaz. 1920lerin başlarında yirmi, yirmi beş yaşlarındaki bir genç, Rus iç savaşında, pekâlâ, Akordu (Белая Армия) saflarında Nazım Hikmet'in

Akıyordu su

gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.

Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!

Yanan yalın kılınçları çarparak söğütlere

koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!

Birden

bire kuş gibi

vurulmuş gibi

kanadından

yaralı bir atlı yuvarlandı atından!

Bağırmadı,

gidenleri geri çağırmadı,

baktı yalnız dolu gözlerle

uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!

Ah ne yazık!

Ne yazık ki ona

dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,

beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!

Nal sesleri sönüyor perde perde,

atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!

Atlılar atlılar kızıl atlılar,

atları rüzgâr kanatlılar!

Atları rüzgâr kanat...

Atları rüzgâr...

Atları...

At...

Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!

Akar suyun sesi dindi.

Gölgeler gölgelendi

renkler silindi.

Siyah örtüler indi

mavi gözlerine,

sarktı salkımsöğütler

sarı saçlarının

üzerine!

Ağlama salkımsöğüt,

ağlama,

Kara suyun aynasında el bağlama!

el bağlama!

ağlama!

"Salkımsöğüt" (1928) 'sinfonik şiiri' de gönlünde ve dudaklarında Kızılorduya (красныя армия) karşı savaşıyor olabilirdi.

Güzelliğin pınarı maneviyâttadır. Bunun zıttı maddiyâttır. En âşîkâr timsâliyse, makinadır. Nâzım Hikmet, maneviyâta başkaldırırken 'güzel'i 'çirkinliğ'in timsâli makinayla mat etmeğe kalkmıştır.

Makinalaşmak

Trrrrum,
trrrrum,
trrrrum! trak tiki tak! Makinalaşmak
istiyorum!
Beynimden, etimden, iskeletimden
geliyor bu!
Her dinamoyu
altıma almak için
çıldırıyorum!
Tükürüklü dilim bakır telleri yalıyor damarlarımda kovalıyor
oto direzinler lokomotifleri!
Trrrrum, trrrrum, trrrrum!
trak tiki tak!
Makinalaşmak
istiyorum!
Mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!
Trrrrum, trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
Makinalaşmak istiyorum!

Manevî menşeli güzelliğe karşı çıkış da, ister istemez yine onu berâberinde getirmektedir. Sonuçta duygu birikiminin infilâkı heyecân şiir biçiminde dışa vurulduğunda güzellik olarak tezâhür etmektedir. Görüldüğü gibi, kapıdan kovulmak istenen bacadan girmektedir. Nihâyet orantı ile ölçü çerçevesinde biçimlenen duygular bütünlüğü, öyle olması istenmese de, güzelliğe bürünmektedir. Fikren "Makinalaşmak"la uyuşmazsak da heyecân akışına kaptırmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Gerçek üstün şiir yetisinin esrârengîz efsûnu ve câzibesi işte bu sırda saklı durur. Güzellik yaratmak, büyük şairin elinde değildir. Tersi de vârittir; yânî şairlikten nasibini almamış, nice uğraşırsa uğraşsın, güzelliği gün ışığına çıkaramaz.

(11) Şiir, her çağ ve toplumda mümtâz bir yer işğâl eder. Yine de kimi toplumlar öncelikle klasik şiir geleneği oluşturma bâbında tarihte temâyüz etmişlerdir. Şöyle zaman sırasını izleyerek sayarsak, bellibaşlı şu toplumları anabiliriz: Sümerliler, Çinliler, Japonlar, Hintliler, Müslümanlıktan önce de, ama özellikle İslâmla birlikte İranlılar, demekki Persler ile Farslar, kadîm çağlardan günümüze değin İbranîler, gerek İslâmdan önce gerekse sonra Araplar, Osmanlı Türkleri, Yunanlılar, Romalılar, Fransızlar, İtalyanlar, Ispanyollar, Almanlar, İngilizler ve Ruslar. Bu saydıklarımızın arasından da bir seçmeye girişecek olursak, Hint, İran, Arap, Osmanlı Türkleri, Yunan–Rum, Alman, Rus, Ispanyol ile İtalyan, şiirin en üstün örneklerini sunmuş gelenekler olmalı. Bu arada yeryüzünün kapalı kalmış kesimlerini keşfedip ufkumuzu genişlettikce cahili olduğumuz yeni üstün şiir gelenekleriyle zenginleşiyoruz. Altmış yıl önce, sözgelişi, başta Karayıplardaki olmak üzre, Zencî şiirinden haberimiz varmıydı?

Tabîî, özlü tadına varmakçin şiiri yaratıldığı dilde okumak gerekir. Cümle kuruluşlarıyla, dilbilgisiyle, şusuyla, busuyla, kısacası o dili biçimsel kalıplarıyla iyi biliyorum demek dahî yetmez. Onda duyup düşünmek ile hayâl kurmak yetisini hâîz olmak şarttır. Şiir, dilinin tasavvur etme kudreti ile hayâlgücünün aslî ve asîl temsilcisi ve sözcüsüdür.

Öyle diller var ki, insanın, bunlar, şiiriçin yaratılmış olmalı, diyesi geliyor. Böylelerine örnek olarak akla bir çırpıda geliverenler, Farsca, Bengalce ile Ispanyolcadır. Farscada, sözgelişi, güzel telâffuzlu gelişigüzel gündelik bir muhavere bile, içeriğini işitmeyecek uzaklıktaysanız, yahut radyodan, hele kadın tarafından, haber bülteni sunuluyorsa, şiir okunuyor sanırsınız. Yirminci yüzyılın tanınmış filosof ediplerinden Miguel de Unamuno'nun baş eserinin başlığı "El Sentimiento Tragico de la Vida"nın salt ses güzelliğinden yankılanan şiiriyete bi'fasıl kulak kabartalım: 'El sentimiento trahiko de la viða' Sihrine, büyüsüne kapılmamak mümkünmü? Bunu alınız, Ispanyolcanın yakın akrabâsı Fransızcaya kelimesi kelimesine tercüme ediniz, "Le Sentiment Tragique de la Vie" ('Lö santiman trajik dö la vi'). Neye benziyor?!.. En azından, kitap başlığının öz dilindeki şiiriyet berhava olup gitmiş.

İmdi şiiri öz dilinden yalnızca yansıttığı tasavvur renkleriyle değil, aynı zamanda yankılandırdığı ses değerleriyle de dilinize aktaracaksınız. Becerilmesi en müşkil işlerden biri bu olmalı. Bu ancak, şiiriyetce denk sayılabilecek diller arasında doğru düzgün başarılabilir. Bir tarihte Mevlânâ'nın Farscadan Ispanyolcaya tercüme edilmiş şiirlerinden örnekler dinleme zevkine nâil olmuştum. Gerçekten bir şölendi...

Şiir tercümesi[16] zordur, hattâ en zorlu işlerdendir, dedik. Haddızâtında, nesrin tersine, şiirin tercümesi olmaz. Bir dilden bir başkasına aktarılırken şiir yeniden yazılır yahut okunur. Çünkü tasavvurgücü ile hayâlhânesi özdeş ne iki kişi ne de iki dil bulunabilir.

Felsefî sorumuzu tekrarlayalım: Şiir nedir? İfâdesini dilde bulmakla birlikte, ruhta yankılanışı dilötesi olan ölçüye koşulmuş bir duygu patlaması. Cevap, yüzde yüz metafizik. Şiire de yakışan bu değilmi? Doğaötesi varlık olan insanın alâmetifârıkası şiir —ile mûsîkî—dir. Bakalım, şair —ve mûsîkîşinâs— insanı hangi hayvandan türetecekler?

___________________________________________

DİPNOTLAR

[1]'Poetika' ıstılâhı, Aristoteles'in baş eserlerinden "Poetika"dan gelmektedir. Bu kitap, Aristoteles'in M.Ö. 335te Atinada kurduğu, Eflâtun'un Akademyasından sonra, ikinci yükseköğretim merkezi Lükeion yılları ile bu şehri terkettiği M.Ö. 323 arasında kaleme alınmıştır. Ana konusu 'duygunun–güzelliği–hedefleyen–ifâdesi'ne ilişkin teori geliştirme ile tragedya sorunun açıklanmasıdır. Eserin aslı iki kısımdan meydan getirilmiştir. Güldürü (komedya) ile cambik şiirin ele alındığı ikinci kitap kaybolmuştur. Elde kalan birincideyse, tragedya incelenip onun özellikleri göz önüne serilerek tarîfi yapılmaktadır.

[2]Açıklama:

1. Ey gönül, ey gönül! Neden bu makamda üzgünsün? Gerçi yıkık, dökük, virânesin ama tılsımlı bir definesin. Meleklere secde etmeleri buyurulan saygıdeğer bir varlıksın. Bildiğin gibi değil, sen bütün varlıklardan daha üstünsün. Ruhsun. Cebrail'in nefesiyle ikizsin. Allahın sırrısın. Meryem'in oğlu İsâyla eşsin sen. Kendine hoşca bak; sen dünyanın özüsün. Bütün yaratıkların gözbebeği insansın sen.

2. Dereceni adlarda sanma, adlandırandadır. Yerini eşyâ arasında sanma, eşyâyı yaratandadır. Gördüğün gerçek işleri rüyâ sanma. Sen başkasın; kendini biçimden biçime giren heyûlanın bir görünüşü sanma. Keşfedilerek gerçekliği ortaya çıkarılan manâyı asıl davâ sanma. Senin için söylenen vasıfların sana yaranmak için söylendiğini sanma. Kendine hoşca bak; sen dünyanın özüsün. Bütün yaratıkların gözbebeği olan insansın sen. (Heyûlâ maddenin her biçime bürünerek ortaya çıkıp görünmesi yeteneğidir. Zihinde tasarlanan korkunç hayâllere de heyûlâ denir)

3. Ağlayıp inleyerek sırrını sakın yabancılara anlatma. Bilmezlik ile inkâr uçurumuna düşme sakın. Dikkat et, çektiğin ahlar sevgilinin kaküllerine değmesin; sonra Mansur gibi darağacına çıkarsın; O sevgiliye yaralarından yakınmağa kalkma sakın. Biçâre, bulduğun incileri iyi sakla. Kendine hoşca bak; sen dünyanın özüsün. Bütün yaratıkların gözbebeği olan insansın sen.

4. Sevgi sırlarının mahzeni sendedir. Yiğitlik nurlarının madeni sendedir, sende. Gizli gizli daha nice hâller vardır sende; Allahı bilmek sende, beceri sende, hakikat sende. Baksan yerin, göğün, cehennemin, cennetin sende olduğunu görürsün. Arş ile kürsî, melek sendedir elbet sende. Kendine hoşca bak; sen dünyanın özüsün. Bütün yaratıkların gözbebeği olan insansın sen.

5. Yazıktır, dünyada sultanken yoksul bir dilenci olmayasın. Umut ile yalvarma tozuna bulaşmayasın. Keder vadisine düşüp hiç olup, yok olmayasın. Yanılıp belâ çölünün yollarına düşmeyesin. Adem'e iyice yapış ki, onun yolundan ayrılmayasın; secdeler et, Allah geri çevirmesin seni. Kendine hoşca bak; sen dünyanın özüsün. Bütün yaratıkların gözbebeği olan insansın sen.

[3]Buna dair bir örnek de Alman mistik şairi Meister Eckhart'tan (1260-1328):

Vaktin en önemlisi şimdiki zaman Die wichtigste Stunde ist immer die Gegenwart,

İnsanın en anlamlısı şu ân karşında duran Der bedeutendste Mensch ist immer der dir gerade gegenübersteht

Aşk her daim en gereklisi eserlerin Und das notwendigste Werk immer die Liebe.

[4]Bkz: Abdülbâkî Gölpınarlı: "Yunus Emre Dîvânı ve Risâletü'n Nushiyye", CCII, 174.s; DER yayımları, 1991, Istanbul.

[5]Açıklama: Issı: Sahibi Kakımak: Kızmak. Koz: Ceviz. Buhtan: İftirâ. Çerçi: Seyyar satıcı. Becid: Acele. Küt: Kötürüm.

Göyündürmek: Kendikendine yanmak. Koduk: Sıpa. Gözsüzsepek: Köstebek. Munafık: İçi dışı bir olmayan, sahte müslüman.

[6]"Fuzulî Dîvânı", 217. s, 12. satır; hazırlayan: Ali Nihat Tarlan; Üçler basımevi, Istanbul, 1950.

[7]CANCION DE JINETE

Cordoba.

Lejana y sola.

Jaca negra, luna grande, ¡Ay que camino tan largo!

y aceitunas en mi alforja. ¡Ay mi jaca valerosa!

Aunque sepa los caminos ¡Ay que la muerte me espera,

yo nunca llegaré a Cordoba. antes de llegar a Cordoba!

Por el llano, por el viento, Cordoba.

jaca negra, luna roja. Lejana y sola.

La muerte me está miranda

desde las torres de Cordoba.

[8]Fransızcada poème (şiir [Alm Gedicht]) Yunancada poiēmadan; poésieyse (şiir sanatı [Alm Dichtkunst]) poiēzisten gelir.

Bkz: Hermann Menge: "Langenscheidts Großwörterbuch GriechischDeutsch", Münih, 1973.

Bkz: Emile Boisacq: "Dictionnaire Etymologique de la Langue Grecque"; Librairie Klincksieck, Paris, 1916.

[9]Bkz: Eflâtun: "İon", 542.

[10]Bkz: Eflâtun: "İon" ile "Devlet"

[11]Bkz: E.W. Lane: "ArabicEnglish Lexicon", ikinci cilt, 1559.s; The Islamic Text Society, Cambridge, 1877.

[12]La Mer et L'Amour

Et la mer et l'amour ont la mer pour partage
Et la mer est amère, et l'amour est amer.
L'on s'abîme en la mer aussi bien qu'en l'amour,
Car l'amour et la mer ne sont point sans orage.
Celui qui craint les eaux, qu'il demeure au rivage.
Celui qui craint les maux qu'on souffre pour aimer
qu'il ne se laisse pas par l'amour emporter
Car tous deux ils seraient sans hasard de naufrage
La mer de l'amour eut la mer pour berceau,
Le feu sort de l'amour, sa mère sort de l'eau.
Mais l'eau contre ce feu ne peut fournir des armes.
Si l'eau pouvait éteindre un brasier amoureux,
Ton amour qui me brûle est si fort douloureux,
Que j'eusse éteint son feu de la mer de mes larmes...

[13]GEISTLICHE LIEDER

Was wär ich ohne dich gewesen?
Was würd ich ohne dich nicht sein?
Zu Furcht und Ängsten auserlesen
Ständ ich in weiter Welt allein.
Nichts wüßt ich sicher, was ich liebte,
Die Zukunft wär ein dunkler Schlund;
Und wenn mein Herz sich tief betrübte,
Wem tät ich meine Sorge kund?

Einsam verzehrt von Lieb und Sehnen,
Erschien mir nächtlich jeder Tag;
Ich folgte nur mit heißen Tränen
Dem wilden Lauf des Lebens nach.
Ich fände Unruh im Getümmel,
Und hoffnungslosen Gram zu Haus.
Wer hielte ohne Freund im Himmel
Wer hielte da auf Erden aus?

[14]Ein Feste Burg ist Unser Gott

Ein' feste Burg ist unser Gott, Der alt' böse Feind, Mit unsrer Macht is nichts getan,

Ein gute Wehr und Waffen; Mit Ernst er's jetzt meint, Wir sind gar bald verloren;
Er hilft uns frei aus aller Not, Groß' Macht und viel List Es streit' für uns der rechte Mann,
Die uns jetzt hat betroffen. Sein' grausam' Rüstung ist, Den Gott hat selbst erkoren…

Auf Erd' ist nicht seingleichen.

[15]LIBRO DE LAS PREGUNTAS (III)

¿Hay algo mas triste en el mundo/ que un tren inmovil en la lluvia?

[15]¿Hay algo mas triste en el mundo que un tren inmovil en la lluvia?

[16]Çalışmada geçen şiir tercümelerinin günahı da sevâbı da bana ait (T.D.)

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN