Arama

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay
Kasım 11, 2019
Zehir içerek/içirerek intihar
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Önce İstanbul'da Fatih semtinde aynı evde yaşayan orta yaşlardaki dört kardeşin siyanür içmek suretiyle hayatlarına son verdikleri haberiyle irkildik. Ardından Antalya'da bir apartman dairesinde iki çocuğuyla birlikte el ele cansız bedenleri bulunan bir baba ve onlardan biraz uzakta hayatını kaybetmiş bir anne; kısacası bir aile faciası olarak yeni bir "siyanürle intihar" haberini geçti ajanslar…

İki olayda da dikkat çekici hususlar var. İkisi de toplu intihar. İkisinde de ölenlerden birinin, diğerlerinin ölümüne sebebiyet verip ardından kendisinin de intihar etmesi…

Bu durum uzmanların dikkat çektiği şu noktayı önemli kılıyor: Bazı intiharlar "kopya" intihardır… İntihara eğilimi olan kişilerin, yaşanan bir intihar olayından etkilenerek aynısını kopyalamak suretiyle gerçekleştirmesidir, söylenmek istenen… Nitekim Antalya'da yaşanan son olay, adeta İstanbul olayının birebir kopyası… Maddi sıkıntılar, ümitsizlik ve cana kıyarak hayata son vermek!

Zaman ilerledikçe detaylar ortaya çıktıkça yürek burkan birçok üzüntüyü de beraberinde getirdi bu iki olay… Ancak medya, yine gereken hassasiyeti göstermedi ve olayı "haberleştirme" safhasında eski hatalarını tekrarlayıp durdu maalesef... Muhabirlerden başlayıp haber editörlerine varıncaya dek, yaşanan bu trajik olayı haber değeri açısında "ilgi çekici" kılmak adına, "gereksiz" ve bir başka zaman ve zeminde adeta yeniden yaşanmasına "yönlendirici" diyebileceğimiz ifadelere tanık olduk. Hatta iki olayda da zehirli maddeyi kendisinden önce kardeşlerine, çocuklarına ve eşine içiren kişilerin "çaresizliği"ne vurgu yapılan söylemlerden dolayı neredeyse intiharın öncesindeki "cinayet" fiilini makul ve masum görmeğe başladık!..

Kısacası, yine o cevabını bulmakta zorlanacağımız soruyu sorduğumuz/soracağımız zamanı yaşıyoruz: "Nereye gidiyoruz?"…

Doğrusu, Antalya'da yaşayan ve 9 aydır işsiz olduğu söylenen bir bilgisayar teknikerinin, iki masum yavrusunu ve eşini, maddi sıkıntılarını gerekçe göstererek zehir içtirmek suretiyle beraberinde ölüme götürmesi, üzerinde uzmanların düşünmesi ve tahlil etmesi gereken bir olaydır. Umarız psikiyatrlar, sosyolog ve psikologlar, kişilerin böyle bir kararı almalarında rol oynayan faktörler konusunda toplumu bilgilendirici ve önleyici birtakım tedbirlerle ilgili değerli ve etkili açıklamalarda bulunurlar. Belki bu sayede benzer olayların yaşanmasının önüne geçilmiş olur.

Aşağıdaki satırlar konuya ilahiyat alanı açısından bakmaya çalıştığımız bir değerlendirmeden ibarettir. Zira bu konu öncelikle yukarıdaki bilim dallarını ilgilendirdiği gibi, insanın yaşadığı hayatta duygu ve düşüncelerini şekillendiren dini de ilgilendirmektedir. Ayrıca, yaşanan intihar olaylarına dinin bakışını ve söz konusu olaylarda gözden kaçan "cinayete sebebiyet verme" fiilinin dindeki karşılığını gündeme getirmenin de gerekli olduğunu düşünüyoruz. Ancak öncelikle niçin ve neden bu halde olduğumuz konusuna bir nebze değinmekte fayda var.

NEDEN BU HALE GELDİK?

Modern çağ denilen günümüzde yaşayan insanların büyük çoğunluğunda karşı karşıya kalınan en önemli sendrom 'kutsal değerlerden yoksunluk'tur. Bir diğer ifadeyle kişinin, inandığı Yüce bir Yaratıcı'ya hayatında yer vermemesi, ya da var olan inancın izlerini ve etkisini silerek tümüyle yaşamından çıkarması ve aslında kendini "sığınaksız" ve "korumasız" hale getirmesidir.

Çünkü ister muhtelif imkansızlıklar içinde olanlar için, isterse her türlü maddî imkâna ve yüksek hayat standardına sahip olanlar için hayata dair bir "anlamsızlık" söz konusudur, günümüzde… Bu durum da önce "zihinlerin intihara sürüklenmesi" hadisesini meydana getirmekte ve bu psikolojik durum, bazen kişilerin sahip oldukları inançlarını bile baskısı altına alabilecek kadar güçlü olmakta ve kişiyi intiharın kucağına itebilmektedir. İlgili bilim dalları konuyu farklı yönlerinden ele alacaklardır elbette, ama yaşanan olaylardan çıkarabileceğimiz sonuç şudur: Öncelikle yapılması gereken, günümüzün "sığınaksız" ve "korumasız" kalan insanına, Yüce Bir Yaratıcı'ya sığınmanın yollarını öğretmektir. Çünkü sığınma, her şeye kadir olduğuna inandığımız Yüce Yaratıcımızın gönlümüze yerleştirdiği güven duygusudur; ve sığınma her türlü olumsuzluklardan, ümitsizliklerde, endişelerimizden, korkularımızdan, kötülüklerden, Allah'ın eşsiz kudretine dayanmayı ve engin himayesine girmeyi istemektir. Bir bakıma, O'na yönelerek kendimizi, varoluş sebebimizi, yaşadıklarımızı tanımlayabilmek ve yorumlayabilmek çabasıdır. Aslında Allah Teâlâ'ya sığınmak, insan için en başta gelen önemli bir anlayış ve davranış biçimidir de aynı zamanda...

ALLAH'A SIĞINMAK NEDİR VE NEDEN ÖNEMLİDİR?

İnsanoğlu yeryüzünde çeşitli vesilelerle sınavlara muhataptır. Bu sınavlar çeşitli felaket ve musibetler halinde dışarıdan gelen sınavlar şeklinde tecelli ettiği gibi iç dünyasında yaşadığı çeşitli sıkıntılar da olabilmektedir. Gözünü açtığı her yeni gün, beraberinde olumlu ve güzel gelişmelere sahne olabileceği gibi insan için belki de hiç beklemediği olumsuzluk ve kötü durumlar da getirebilmektedir. Hayatı boyunca hiç eksilmeyen bir düşmanın varlığı da cabası… Ki bu düşman, insanı tâ ezelden beri "bir numaralı hedef" haline getiren Şeytan'dır…

Kur'an-ı Kerim'de doğrudan ve dolaylı olarak tam 193 ayette özelliklerinden, düşüncelerinden, aldatmalarından, tuzaklarından, ayartmalarından bahsedilen Şeytan, maalesef günümüz insanı tarafından yeterince "tanınmayan" ve "önemsenmeyen" bir düşmandır. Gereğince tanınmayan ve farkında olunmayan rakibe karşı mağlup olmak nasıl kaçınılmaz ise şeytana karşı verdiğimiz mücadelede de aynı şekilde mağlubiyet yaşamamız kaçınılmaz hale geliyor ve sonuçta kaybedenlerden oluyoruz. İşte, hayatımızın her safhasında, her hâl ü kârda kendisiyle muhatap olduğumuz ve Sevgili Peygamberimizin ifadesiyle, "damarlarımızdaki kanın dolaştığı gibi iç dünyamızda dolaşıp duran", bir düşmandır, Şeytan… O ki, bize vesveseler verip yanlış ve kötü düşüncelere yönelten, aldatan, yoldan çıkaran, ayartan, ümitsizlik telkin eden ve hatta yaşamak yerine ölmenin doğru olacağını düşündüren… Kısacası bizim için tüm kötülükleri "iyi", tüm çirkinlikleri "güzel", tüm olumsuzlukları "olumlu" gösteren ve bunda da başarılı olan bir düşman…

Bu kadar profesyonel düşman karşısında insanın güçsüz ve savunmasız bir halde olması elbette ki insana haksızlık olurdu. Nitekim insanı yaratan Allah Teâlâ tarafından ilk peygamber Hz. Adem'den beri bütün peygamberler aracılığıyla insan, şeytan konusunda uyarılmış ve hem özellikleri ve hem de tuzakları hakkında bilgilendirilmiştir.

Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (sav)'in getirmiş olduğu mukaddes kitabı Kur'an-ı Kerim ise peygamberler tarihinde adı geçen kutlu elçilerin şeytanla yaşadıkları sınavlara yer vermiş, bu konuda insanoğlu uyarılarak bilgilendirilmiştir. Bütün mesele, gerek Kur'an-ı Kerim ve gerekse Son Nebi olan Peygamber Efendimizin (sav) sözlerinde "Şeytan"ın bizlere nasıl anlatıldığına dikkat kesilmekten, kulak vermekten geçiyor. Çünkü "Kur'an okumaya başlarken" (Nahl, 98) bile onun şerrinden, kötülüğünden Allah'a sığınmayı telkin eden İslam, aynı zamanda "açık ve net bir şekilde insan için düşman" olan (Bkz. Yâsin, 60) Şeytan'ı gereği gibi tanımayı ve önlemler almayı istiyor bizlerden… Farkında olup tedbirler alındığında ise "onun tuzaklarının zayıf ve geçersiz" olacağını ifade ederek (Nisa, 76) rahatlatıyor da aynı zamanda…

Netice olarak, insanın dilinde en güzel ve en etkili sığınma ifadesi olan, adeta tüm şeytanî tuzakları boşa çıkaran bir parola hükmündeki "Eûzü billahi mineşşeytânirracim" cümlesi, dertlerimizin devası, iç sıkıntılarımızın şifası ve dışarıdan gelebilecek sınavlarımız için en değerli koruma kalkanımız olacaktır. Bir Asr-ı Saadet hatırası, rahatlıkla söylenebilecek bu üç cümlenin, yerine göre insana ne kadar zor geldiğini ortaya koyması bakımından önemlidir.

Resul-i Ekrem (sav) Efendimiz, iki kişinin birbirlerine hakaret ettiklerine şahit olmuştu. Hatta onlardan biri o denli hiddetlenmişti ki, kan boynunun damarlarına hücum edip şişirmiş, yüzünün rengini değiştirmişti. Bu durumu gören Peygamberimiz: "Ben bir söz biliyorum. Eğer şu kişi onu söylese öfkesi mutlaka gider" dedi ve ardından "Eûzü billahi mineşşeytânirracim" cümlesini tavsiye etti. Sahabilerden biri hemen yerinden kalkarak ilgili kişiye gidip bu tavsiyeyi iletti. Öfkeli kişinin verdiği tepki dikkat çekiciydi… "Hasta gibi bir halim mi var? Ben deli miyim? Haydi git işine!.."

Bu tepkiye hangi açıdan bakılırsa bakılsın ortaya çıkan gerçek şudur: Şeytan insana, Allah'a sığınmanın en güzel ifadesi olan bu cümleyi söyletmemek için işte bu ve benzeri sözleri başarıyla söyletebilmektedir. Bu nedenle asıl mesele, böylesine savunmasız ve korunaksız hale düşmeden, daha en baştan Şeytanı "düşman" bellemek ve onun türlü türlü şerrinden ve aldatmalarından, her şeye muktedir ve sınırsız kudretin sahibi olan Allah'a sığınmak gerekiyor. Hem de her günün sabahında, daha güne ilk başlanan saatlerde…

Bu önemli konuda Sevgili Peygamberimizin bizler için nasıl bir örneklik teşkil ettiğine dair Hadis-i Şeriflerde son derece zengin bilgiler var ki bunları önümüzdeki yazımızda ele almanın doğru olacağını düşünüyoruz. Son sözümüz bir vecize olsun.

Sen uyanık oldukça, şeytan galip gelemez.
Bil ki; iman zırhını hiçbir kurşun delemez.

(C. Numanoğlu)

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN