Arama

Ekrem Demirli
Mart 5, 2020
Sünni düşüncede akıl ile irade: bilemeyiz, yapamayız, sorumluyuz
Sesli dinlemek için tıklayınız.

İslam düşünce gelenekleri arasında Mutezile dini bahislerde akılcı tutumuyla temayüz etmişti. Bu itibarla dini düşüncede 'akılcı ekol' denilince akla Mutezile geldiği kadar onun akılcılığı da iki tavırda kendini gösterir: Birincisi insanı saadete taşıyacak bilginin akılla elde edilebilecek olması ve vahiyle gelenin de akılla açıklanabilmesidir (nas akıl sayesinde bilgiye dönüşür de diyebiliriz, çünkü yorumlamak bilgi haline getirmek demektir). Öteki ise dini ve ahlaki davranışlarımızın kendi seçim ve irademize bağlı olmasıdır. Birincisi bilgi, ikincisi ise ahlak alanında aklı yeterli görmek demektir. Birinci alanda aklın yeterliliğini kabul eden Mutezile ikinci alanda özgür iradeyi kabul ederek insanın akıllı varlık olmasından sorumlu olmasını, sorumlu olmasından ise kendi hür iradesiyle 'yapabilen' varlık olması neticesini çıkarttı. Düşünceyi sonuçlarından geriye doğru inşa etsek şöyle de diyebiliriz: Biz sorumlu varlık (teklif) isek Allah adil olmalıdır; adil bir varlık bizi sorumlu kılmışsa sorumluluk gereklerini bilebilecek akla, aklın söylediklerini seçebilecek ve yapabilecek bir iradeye de sahip olmalıyız. Bunun aksini düşünmek sadece dini hayatı temelsiz bırakmaz, Allah'ın adaletini ve tevhidini reddetmek demek olur. Kesin tarih belirleyemesek bile, erken dönemden itibaren İslam toplumunda ortaya çıkan akılcı tavırlar evvelemirde insan yükümlülüğü sorunu bahsi üzerindeki konuşmalardan doğmuştu. İnsan özgürlüğünü temellendirmedikçe tekliften ve dini hayattan anlamlı bir şekilde söz etmemiz mümkün olmayacaktı. Bu itibarla Mutezile akıl ile pozitif ve sabit bir ilişki kuran, insan sorumluluğunu ona dayandıran ve insanı saadete taşıyacak bilgiyi akılda bulabilen akımların genel ismi idi.

Ehl-i Sünnet'in akıl ve onun imkanları bahsindeki tutumu her zaman çelişkili olagelmiştir. Binaenaleyh sünni düşüncenin maksatlarını ihmal ederek onun akıl hakkında söylediklerini değerlendirmek mümkün olmaz. Sünniliğin en temel ilkesi vahyin başlı başına bilgi ve değer taşıdığını kabul etmesidir. Naslar bazen yoruma ihtiyaç duysa bile, nassın kendisi bizim zihin dünyamızla doğrudan irtibat halindedir. Özellikle ehl-i hadis kanadının tavrında bu yaklaşım daha bariz görünür: Hz. Peygamber'in sözlerini yorumlamak, onları belirli ilkeler dairesinde tevile kalkmak ve usule göre hüküm istinbat etmek bir zorunluluk değildir. Hadisler bize 'önermeler' gibi açık ve kullanılmaya elverişli bilgiler verebilir; nassın kaynağı ile aynı varlık düzleminde bulunmasak bile, ilahi bilgi bizim idrak düzeyimize tenezzül eder ve bize açık ve yapılabilir hükümler verebilir. Bu itibarla akıl ile vahiy arasındaki ilişkinin vahyin mutlak üstünlüğü şeklinde kurulması esaslı bir ilkedir. Bu yorumda vahiy-nas asıl ve kurucu ilke iken akıl fer mesabesinde kalmalıdır. Ehl-i sünnet içinde 're'y' ehli bu tutumu biraz zorlasa bile, özünde tavır değiştirememiştir. Bu nedenle Ehl-i sünnet'in akıl ile ilişkisi kuşkuculuk içererek aklın ve iradenin yetersizliği üzerinde odaklanmıştır.

Ehl-i sünnetin akıl hakkındaki kuşkuculuğu gerçekte başka bir epistemolojik yönelimden kaynaklanıyordu. Onlar için bilgiden söz etmek dünya veya ahirette insanı saadete taşıyabilecek bir irtibattan söz etmek de demektir. İnsan sorumluluğunun neticesinde kişinin saadete ulaşıp ulaşmayacağını bilmeyiz gerçi; çünkü insanın nihai saadeti onun yapıp etmelerine değil, ilahi iradeye matuftur. Fakat hakiki bilgi Tanrı ile irtibatımızı sağlayan şey ise bu irtibatı biz kuramayız, akıl onu ortaya koyamaz. İnsanın kendi aklıyla neyi bilip bilmeyeceği meselesi Ehl-i sünnet'in esaslı sorunu değildi. Onlar için kabul edilmesi gereken şey, ilahi irade olmaksızın, insan ile Tanrı arasındaki irtibatın insan cihetinden kurulamayacağıdır. Biz bu irtibatın Tanrı tarafından kurulmuş olmasına 'hidayet' veya 'inayet' diyeceğiz; hidayet, bizim akılla elde edebileceğimiz bir şey değildir, o bize Tanrı'nın lütfettiği ihsandır. Bu durumda Tanrı ile aramızdaki irtibatı kurmasını veya hakikati bulmasını aklımızdan bekleyemeyiz. Böyle bir durumda -en azından onu bulana kadar- Tanrı'nın edilgen ve bekleyen bir mesabede olması gerekir (ta'tîl), ilahi kudret ertelenmiş olurdu. Ehl-i sünnet böyle bir düşünceyi hiçbir şekilde kabul edemez.

Ehl-i sünnetin dikkatini odakladığı yer ile Mutezile'nin baktığı yer aynı değildir: Biri için gerçek olan şey Tanrı'nın kudretini ve mutlaklığını anlamaktır. Biz Tanrı'nın mutlak kudret sahibi olduğunu anladığımızda mesele çözülmeye başlamış demektir. Halbuki böyle bir durumda başta hidayetin Tanrı'dan gelmesi bahsi olmak üzere, bir çok konu teklifi açıklanamaz hale getirecektir. Çünkü hidayet Allah'ın iradesine kalmışsa o zaman insan hidayet ile nasıl yükümlü tutulacaktır? Haddi zatında böyle bir sorunun cevabı Ehl-i sünnet dahilinde hiçbir zaman verilmemiştir. Üstelik daha sonra gelen muhakkik sufiler de soruyu belirsizliğe havale ederek, bnü'l-Arabi'nin ifadesiyle 'insan mecburen özgürdür' şeklinde bir tabiri kullanmışlardır. İşin garibi, Ehl-i sünnet böyle bir sorunu esaslı bir mesele olarak da görmemiştir. Tanrı hakkında bilgimiz istikamet üzere ise kendimiz hakkındaki çelişki kabul edilebilir bir şeydir. Ehl-i sünnet'in ciddi paradokslarından birisi, özürlüğünü –aklın ve iradenin imkanları- izah edemediği insanı sorumlu saymayı dini hayatın olmazsa olmazı saymış olmasıdır.

Mutezile ise dikkatini teklif meselesine vererek insan ile Tanrı arasındaki irtibatı sistematik ve tutarlı bir şekilde kurmaya odaklanmıştır. Bunun için sonsuz kudreti sınırlamak zorunluluğu doğunca, ilahi hikmet veya alemdeki nizamın gereği olmak üzere Tanrı'nın kudretini ertelemeyi yeğlemişlerdir. Kanaatimce zamanla Mutezile'nin başarısızlığının temel sebebi, ilahi kudret hakkındaki hatalı yaklaşımı ile doğrudan veya dolaylı olarak deizme yol açtığını fark etmemiş olması idi.

Ehl-i sünnet'in insanın bilme (akıl) ve yapabilme (irade) özgürlüğü karşısındaki tavrı daima kuşkucu olmuştu; daha doğrusu aklın yetersizliğini ve iradenin zafiyetini kabul ederek dikkatimizi mutlak bilgi kaynağı olarak vahye ve mutlak kudret sahibi olarak da Allah'a vermemizi istemiştir. Bununla birlikte Ehl-i sünnet kendini yeterli gören akılcılığın ürünü olan bir çok kavramı ve düşünceyi de içeriğini boşaltarak ya yeni kavramlarla veya önceki kavramları etkisizleştirerek sistemine katmıştır. Doğa veya nedensellik yerine adet fikri, nedensellik yerine sünnetullah, akıllar yerine melekler, özgürlük yerine 'irade-i cüziye', aklın bilmesi yerine 'anlamayı' (fehm)' akıl anlamında kullanması (Muhasibi bunun iyi örneğidir) bu kapsamda birkaç örnek olabilir. Böylece Ehl-i sünnet akılla 'selbi' ilişki kurmakla onun tehditlerine ve iddialarına mukabil vahyi savunma görevini üstlenmiştir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN