Arama

Mustafa Özcan
Ocak 31, 2021
Fukaha ile kurra

Kimileri tasavvufun İslami bir dayanağı ve kaynağı olmadığını söylüyor. Elbette tarikatların bütün uygulamalarına dair İslam içinden sahih kaynak bulmakta zorlanabilirsiniz. İlahi olan kurallarla beşeri olan uygulamalar zamanla birbirine karışmıştır. Bununla birlikte özellikle tezkiye veya tasfiye dediğimiz nefsin kirlerinden, paslarından arındırılması noktasında bir mücahade gerekiyor. Yürekte çökelti ve tortu oluşuyor ve bunların da tezkiyesi yani temizlenmesi gerekiyor. Hayır, onların kalpleri, yaptıkları (kötülükler) ile pas tutmuştur! (Mutaffifin Suresi ayet: 14) Gönül aynasını cilalamak ve pasını silmek gerekir. Bunun yolu da rekaik ilminden geçmektedir.

Bunu amaç edinen ilme veya yönteme tarikat veya tasavvuf diyoruz. Tasavvufun alanı a'mal-ı kuluptur yani kalbin amelleridir. Kalp motor gibi bedeni yönlendirir. Tarikatlar ise tasavvuf alanını düzenlerler. Bu düzenlemelere bazen asla uygun olmayan unsurlar katılabilir. Tasavvufun amacı kalbi tasfiye ile birlikte mümini Allah'ın salih kulu, toplumun da iyi bir üyesi ve unsuru haline getirmektir. Kalbin zıt fiilleri vardır. Haset gibi şefkat gibi. Hasedi tasfiye edeceksiniz ondan boşalan yere dayanışma ve diğerkamlığı yerleştireceksiniz. Bir bidat giderse bir sünnet, bir sünnet giderse de bir bidat gelir. Buna tasfiye ve tezkiye ilmi denmektedir. Arapça da buna cinas ile birlikte 'tahliye ve tahliye' denmektedir. Birinci tahliye noktalı ha (خ) harfi ile yazılır. Diğerinin ise noktasız ha (ح) harfiyle yazıldığı malumdur. İlki tasfiye ve arındırma anlamına gelirken ikincisi yerleştirme ve edinme ve kazanma anlamlarına gelir. Boşalt doldur ameliyesi! Kötü huydan arınma iyi huyla bezenmeye işaret eder. Elbette Hazreti Peygamber döneminde tasavvuf diye bir kavram yoktu. Tafakkuh ve fakih ifade ve kavramları olmakla birlikte müstakil olarak bir fıkıh veya fıkıh ilminden bahsetmek mümkün değildi. Bunların açılımları zamanla olmuştur. Birlikte olanlar zamanla dallara ayrılmışlar, ihtisas /uzmanlık alanına dönüşmüşlerdir.

Peygamberimiz döneminde hilafet tabiri elbette ki yoktu. Sadettin Osmani gibilerini ifadesiyle siyasi düzen veya hilafetle ilgili doğrudan bir Kur'an buyruğuna rastlayamazsınız. Ama bu müsemmasının olmadığını gösterir mi? Kesinlikle hayır. Peki Fas Başbakanı Sadettin Osmani'nin dediğine katılarak İslam'da siyasi bir düzenin ya da siyasetin olmadığını ve hilafet kurumunun ve temsilcisi halifenin olmadığını söyleyebilir miyiz? Sarahaten hadisler 'benim sünnetime ve raşit halifelerin sünnetlerine (uygulamalarına) azı dişinizle tutunun' buyuruyor (1). Hadis ıstılahlarında da peygambere dayanan ondan sadır olan buyruk ve ifadelere hadis denirken daha alt düzeydeki temsilcilere dayanan yahut sahabilerden menkul olan ifadelere eser denmektedir. Bu gerçeği inkar ederek, onların bize güzel örneklik veya model teşkil etmediğini mi söylemeliyiz? Kesinlikle yanlış. Hazreti peygamber döneminde İslam devletinin veya hilafetin çatısı, iskeleti oluşmuştu. Sonrasında ridde olayıyla birlikte kimi kabileler zekat vermeyi reddediyorlardı. Yani İslam'ın siyasi sistemini pratik nedenlerle reddediyorlardı. Böylece vergi yükümlülüğünden kurtulmak istiyorlardı. Yoksa onlar Ali Abdurrazık veya Sadettin Osmani gibi felsefe yapmıyor ve teorik olarak hilafeti reddetmiyorlardı. Sadece pratikte alanını ve uygulamalarını tanımak istemiyorlardı. Hazreti Ebubekir zekat konusunda ısrarcı davranarak İslam devleti veya siyasi sistemini beşiğinde iken yok olmaktan kurtarmıştır. Ridde olayı sadece dinden dönenlere karşı bir ceza, mukabele veya caydırma ameliyesi değil siyasi sistemi kurtarma girişimidir. Bu karşı çıkmalara dokunulmasaydı İslami sistem doğmadan çökecekti. Daha doğrusu Hazreti Peygamberden sonra devam etmeyecekti. Aksi halde bir daha dağılan yapıyı toparlamak mümkün olamazdı. Dolayısıyla Hazreti Eubbekir'in refleksi Hazreti Peygamberin geriye bıraktığı siyasi mirası muhafaza etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de elbette doğrudan buyruk olarak 'Hazreti peygamberden sonra hilafeti kurun' diye bir buyruk yoktur. Doğrudan ifade hafif kaçar ve şık olmazdı. Sahabe nesli de zaten bunu yaşayarak öğrendi. En vurgulu ifade dolaylı anlatımla yapılan ifade şeklidir. Yoksa bütün uygulamalar esasında hilafetin mahiyetini ve erkanını, zeminini tanımlıyor. Cahidu ve i'dilu yani cihat edin, adaleti gözetin gibi buyruklar sadece ahlaki emirler olmayıp aynı zamanda hukuki emirlerdir de. Hilafet Hazreti Peygamberin devletini tasdik etmek ve onun yolundan yürümektir. Hilafet ismi Hazreti Peygamberin devletine göndermedir. Siyaseten ona halef olmadır.

Tasavvuf konusu da böyledir. Doğrudan Kur'an-ı Kerim'de terim olarak tasavvufla ilgili bir ibare yer almaz. Fakat dolaylı olarak onu ve zeminini, alanını tanımlayan ifadeler vardır. Kad eflaha men zekkahe ve kad habe men dessaha gibi ifadeler tezkiye, nefsi arındırma meselesine parmak basar. Kur'an buna tezkiye hadisler ise ihsan demektedir. Şems suresinde ifade edildiği gibi nefsini tezkiye eden felaha, kurtuluşa ermiştir ve nefsini kollayan, şımartan ise hüsrana uğramıştır. Burada nefsi temizlemek ifadesi vardır. Bu açıdan Eşrefoğlu Rumi'nin Müzekkinnufus/Nefislerin Temizleyicisi adlı eseri esasında tasavvufun sahasını belirlemekte ve tayin etmektedir.

Kur'an şüphesiz bir ahlak ve mev'ize kitabıdır. Geçmiş ümmetlerin kıssaları Müslümanların terbiye vesileleri arasındadır. Peygamber kıssalarında ve evliya menkıbelerinde örnek davranışlar sergilenir ve ahlaki kıssalar dile getirilir. Kur'an ahlakı, peygamber kıssaları üzerinden kurgular. Usve-i haseneye vurguda bulunur. Hazreti Peygamber hakkında ' sen muhakkak ki yüce bir ahlak üzeresin' demektedir. Keza Hazreti Peygamber ' yüce ahlakı tamamlamak için gönderildim' buyurmaktadır. Buralarda hep dolaylı anlatımlar vardır. Bu dolaylı anlatım bu alanla ilgili emir olmadığını göstermez. Mesela bir ayet ' muhakkak namaz fahşa ve münkerden alıkoyar' buyrulmaktadır. Kısaca namaz Allah'a ubudiyet vesilesi olduğu kadar tezkiye aracıdır da. Çünkü namaz insanın kimyasını temizler ve insanı toplum içinde salih bir unsur/organ haline getirir.

Kısaca ne siyasi alanda ne ahlaki alanda ne de tasavvufi alanda doğrudan bir emir yoktur. Örnekler ve dolaylı anlatım vardır. Erkanını anlatan naslar ve bunu teyit eden uygulamalar vardır.

Tasavvufun fiili dayanaklarından birisi ehli suffe modelidir. Tasavvufun kaynaklar tetkik edilirken tasavvufun suffe ifadesinden geldiği ifade edilmiştir. Bu tezlerden birisidir. Bununla birlikte ehli suffe kimsesizler yurdu ve miskinlerin buluşma noktasıdır. Peygamberin duası da bu zümre içinde haşir olmaktır. Burası zımni olarak cami ve mescidin fonksiyonlarını deruhte etse de sonuçta ne cami ne de mescittir. Pratik olarak orada barınıldığı gibi elbette namaz da kılınıyordu. Lakin namaza tahsis edilmiş bir mekan değildi. Dolayısıyla tekke ve zaviye veya hankahların ilk modeline andırıyor. Mekke döneminde faaliyet gösteren Daru'l Erkam'dan daha özel bir mekan. Dolayısıyla tarikat veya tasavvufun ilk modeli ehli suffe olarak görülüyor. İlk gureba taifesine ev sahipliği yapıyor.

Sözlükte "gölgelik" anlamına gelen suffe, Mescid-i Nebevî'nin giriş kısmında Medine'de evleri ve kalabilecek yakınları olmayan sahâbîlerin barınması için yapılan mekânın adı olmuştur. Burada kalan ve çoğunluğunu muhacirlerden oluşan topluluğa "ashâbü's-Suffe / ashâb-ı Suffe" veya "ehlü's-Suffe / ehl-i Suffe" denilmiştir. Ashâb-ı Suffe, ihtiyaçları Resûl-i Ekrem ve zengin sahâbîler tarafından karşılandığı için "adyâfü'l-İslâm" (müslümanların misafirleri), çeşitli kabilelere mensup olmaları dolayısıyla "evfâd" diye de isimlendirilmiştir (2). Gerek Mekke muhacirlerinden gerekse daha sonra İslâm'ı kabul edip Medine'ye hicret edenlerden yoksul, bekâr ve yakını bulunmayan sahâbîler burada barınıyordu. Ayrıca ensardan ve Abdullah b. Ömer gibi evleri olan muhacirlerden bazılarının Suffe ehline imrenerek onlarla birlikte kaldıkları ve onlardan sayıldıkları bilinmektedir (Buhârî, "Ṣalât", 58; Nesâî, "Mesâcid", 29). Suffe ehlinden olmayanların da katılımı Burada büyük bir manevi zevkin yaşandığına delalet etmektedir. İbrahim Ethem'in şöyle dediği rivayet edilir; Krallar ve çocukları içinde bulunduğumuz manevi zevk atmosferini bilselerdi onu ele geçirmek için bizimle vuruşurlardı (3). Bunu Hamalı Muhammed el Hamid gibi çağdaş tasavvuf büyükleri de tekrarlamıştır. Tasavvuf bu dünyada manevi anlamda cennet halini yaşamaktır. Bunun için sufiler 'men lem yezuk la la yarif' demiştir. Tatmayan bilmez. Şehvet ve iştah ikilisinin oluşturduğu maddi zevkler olduğu gibi manevi zevkler de vardır. Batini gıda ve ondan alınan hazlar yaşanır, anlatılamaz. Uzlet, sohbeti ihvan ve sohbeti ahyar (musahabe), zikir, şükür, sabır, açlık manevi ve batini gıdalardandır. Bunlar da insanı dünya cennetinde yaşatır, manevi hazlarla, zevklerle bezer, fuyuzata gark eder.

FUKAHA İLE KURRA

Fukaha ile kurra birbirinden biraz farklı alanlarda kullanılan iki kavramdır. Kurra genelde abitlerin sıfatları arasındadır. Abitlerin yolunu tarif eder. Daha sonra bu kavramın çeşitli açılımları olmuştur. Nüssak, ubbad, urefa vesaire gibi. Fustat'ın Kahire'den önce kurulması ve daha sonra Fustat isminin kaybolması gibi kurra kavramı da Tahran'dan önce kurulan Rey veya Kahire'den önce kurulan Fustat ismi gibi zamanla tedavülün haricine, günlük kullanımın dışına çıkmış tarih ve ilgili alanların parantezinde kalmıştır. Öncü bir kavramdır. Genellikle kurra kavramı fukaha ile birlikte kullanılmıştır. Fukaha ilimle tefekkürle ilgilenen ve ehli tetkik ve tahkik olan alimler için kullanılır. Daha sonra münhasıran fıkıh ilmiyle ilgilenenler için kullanılmaya başlanmıştır. Fukaha, hadis farklı bir branş olarak muamele görmeden evvel hem ehli fıkıh hem de ehli hadis için kullanılan kapsayıcı bir kavramdı. Kurra da ehli hadis teşekkül etmeden kısmen muhaddisleri de kapsayan bir kavramdır. Zamanla kurra kavramının abası altından birçok kavram türediği gibi fukaha tabirinin altından da bir sürü kavram neşet etmiştir. Fakih esasen ehli tahkik ilim adamı demektir. Her alana açılan kanatları vardır. Fakihler yani ulema, ehli tahkik olduğundan dolayı kayrılmış ve kurra ifadesine nazaran daha saygınlık ve hürmet görmüştür. Bu nedenle de mütefekkirin bir saatlik tefekkürünün abidin 60 yıllık ibadetine bedel olduğu ifade edilmiştir. Bazı kavramlarda zamanla sarkma ve aşınma olmuş, orijinal kavramlar daha sonra tali kavramlarla yer değiştirmiştir. Dolayısıyla kavramlar tekamül halindedir. Bugünün kavramının dürbünüyle bakarak, dün tasavvuf manasını tazammun eden bir kavram veya tarz yoktu demek pek isabetli değildir. Ama bugünkü heyetiyle bilinen bir tasavvuf yaşantısı da pek yoktu. Hadislerde ahir zaman alametleri arasında yağmurun bolluğu, ürünün azlığı ile birlikte kurranın çokluğu fukahanın azlığı gösterilmiştir ( 4).

Büyük muhaddis ve aynı zamanda sufi olan İmam El Kutb Kastalani sufilerin genellikle kelami fırka açısından Eş'ari ve Maturidi ekole bağlı olduklarını içlerinde ehli hadise yakın veya yatkın olanların da bulunduğunu doğrulamaktadır (5). Sufiler arasında dört mezhebe mensup olanlar olduğu gibi Zahiri mezhebinden ve ehli hadis ekolünden de olanlar vardır.

Elbette felsefi veya nazari tasavvuf alanı da vardır. Kimileri buna irfan diyorlar. Lakin arifler tabiri bu çeşit sufileri kapsadığı gibi suluki yani ameli ve pratik yönü ön planda olan sufiler için de kullanılmıştır. 'Arif billah/Allah ile tanıyan' ifadesi bunu doğrulayan ifadelerden birisidir. Ameli tasavvuftan ayrılmayan kesimlere nüssak veya salikun denilmektedir. Bunlar hangi mezhebe mensup olursa olsun genellikle ehli sünnet dairesindedir. Bunların dışında elbette Sünni olmayan ekoller de vardır. Lakin bunlar pek yaygın değildir. Hüseyin Nasr'ın eserlerinde ifade ettiği gibi çok olmasa da Şiiler arasında da bazı sufi akımlar görülmektedir. Dr. Kamil Mustafa eş-Şeybi'nin kaleme almış olduğu 'es Sıla Beyne't Tasavvufi ve't Teşeyyü/Şiilik ile Tasavvuf Arasında Bağlantı' kitabı da iki daire arasındaki kavuşum noktalarını, alanlarını belirlemeye ve ortaya koymaya matuf bir çalışmadır. Burada tamimden kaçınmak gerekir. Bununla birlikte elbette tasavvufun tariklerinden birisinin Hazreti Ali'ye ulaştığı kabul edilir. Kadiri tarikatı Hazreti Ali, Nakşibendiye ise Hazreti Ebubekir ile anılır. Fütüvvetnameler veya kahramanlık hikayelerinin nasıl ki baş kahramanı Hazreti Ail ise keza sülük yolunun pınarlarından birisi de yine Hazreti Ali'dir. Hamid Algar'ın Nakşibendilik kitabında da ifade edildiği gibi bazı tarikatlarda Alevi neşesi veya Alevi damarı bulunmaktadır. Nakşibendiler arasında bile on iki imamı ispat edenler bulunmaktadır. Elbette kimi sufiler ile Hint kültürü arasında bağlantı kurulabilir. Bunun en tipik misallerinden birisi Hallac'ın hayatı ve Hindi, Horasan'ı dolaşması gösterilebilir. Hallac, hulul ve ittihad anlayışıyla bir yönüyle Hristiyanlıkla köprü kurduğu gibi diğer yönleriyle Hint ve Horasan ve buralardaki yaygın Maniheizm akımıyla ilişki kurduğu varsayılmaktadır. Siyasiler önünde Şii olduğunu söyleyen Hallac halk ve avamla karşılaştığında ise sufi görünürdü. Ona şöyle bir şiir nispet edilir:

Akade'l Halaiku fi'l ilahi akaide / ve ene a'tekeddü cemie ma atakeduhu

İnsanlar tanrı noktasında çeşitli inançlara saptılar/ Ben ise onların bütün inandıklarına inandım!

Tasavvuf İslami köklerinden ve pratiğinden uzaklaştıkça felsefi bir tarza bürünmektedir. Nitekim, Hallac Massingnon ve benzeri Fransız oryantalistler tarafından gizli veya kripto Hristiyan sayılmıştır. Bu nedenle de Abdulkahir Bağdadi iki önemli eserinde ( El Farku Beyne'l Firak ve Usuluddin) Hallac ve hulul inancına sahip on fırkanın İslami fırkaların dışına çıktığı görüşündedir. Hallac ile birlikte üç sufi ismin İslam'la ilişkisini sorgulamış ve tartışmalı saymıştır (6). Tasavvuf, ehli sünnetin ameli yönünü temsil etmektedir. Ehli hadis ile sufiler arasındaki ilişkiler inişli çıkışlı olmuştur. Muhasibi ve akranları döneminden itibaren tasavvuf erbabı hatarat gibi kendi kavramlarını ürettikçe aradaki mesafe genişlemiştir. Zira ehli hadis bu kavramları sonradan imal edilmiş olarak görmüş ve dolayısıyla tasavvuf erbabını bu noktadan eleştirmiştir. Halbuki, Asr-ı Saadet'te ehli hadis diye bir kavram veya ihtisas alanı bulunmuyordu. Zamanla taşlar yerli yerine oturmuş veya öz halinde bulunan maarif-bilim dalları kabuk tutmuş, dallanıp budaklanmıştır. Zamanla teorik alan pratiğe yansımış ve kurumsallaşmıştır. Bu arada özden zaman zaman uzaklaşmalar da olmuş ve doğru ile eğri iç içe geçmiştir.

Tasavvuf erbabı kendisini Sülemi'nin kullandığı gibi bazen kavm (topluluk) bazen de Cüneyd ile bağlantılı olarak kullanıldığı gibi taife (bölük) bazen de isabe (olumlu anlamda grup, olumsuz manada çete) olarak anmış ve tanımlamıştır. Selefiler tasavvuf konusunda genellikle toptancı olmuştur. Halbuki Hamalı Nakşibendi Şeyhi ve İhvan mensubu Şeyh Muhammed Hamid anlayış beraberliği yakalanması halinde tasavvuf ile tesellüf (selefileşme) arasında bir köprülü kurulabileceğini öngörmektedir. Bu ilk devirlerdeki ehli hadis, ehli tasavvuf arasındaki ahengi yakalamakla mümkündür. SSCB'nin ilk devrelerinde Bolşeviklik ile tasavvuf arasında bağ kurmak isteyen tarikat ve cemaatler türemiştir. Veysi Tarikatı bunlardan birisi olmuştur (Step'de Ezan Sesleri. A. Benningsen, s: 97, Selçuk Yayınları). Eşyanın tabiatına aykırı olmasına rağmen Bolşevikler Veysi Tarikatı üzerinden İslam ve Müslümanlara ulaşmak ve onlarla köprü kurmak istemiştir. Müslümanlar ayrı ekolden veya anlayıştan olsalar da neden kendi aralarında köprü kuramazlar?

İmam Rabbani'den menkul bir sufi hikmeti şöyle der: Bütün yolların sonu başa dönmektir. İmam Malik de şöyle buyurmuştur: Bu ümmetin sonu ancak başının ıslah olduğu hal ve tarz üzerine ıslah olur.

Mustafa Özcan

1-https://www.alukah.net/sharia/0/60746/

2-(https://islamansiklopedisi.org.tr/suffe

3-https://ar.islamway.net/article/24679/

4- Alamatu Kiyam es Saa, Yusuf İsmail Nebhani, s: 71, Al-Jaffan&Al-Jabı

5- https://www.alsufi.net/page/details/id/607

6-https://alrased.net/main/articles.aspx?selected_article_no=4886

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN