Dini ahlak olarak vefa: Ahde vefa ne demektir?
Geleneksel anlamıyla vefâ duygusunun –beklemek veya göstermek- insanı zihnen ve ahlaken yetkinleştirecek bir erdem olmadığını, insanlar arasında kör bir bağımlılığı, verimsiz ilişkileri, hayal kırıklıklarını, nedensiz ve sınırsız beklentileri tahrik ettiğini, hepsinden tehlikelisi de içimizdeki gizli ve derin iktidar arzusunu çamurlaştırdığını söylemiştik. Bunların bir kısmını açık, bir kısmını ima yollu söyleyerek meramımızı bu yazıya ertelemiştik. Peki insanın zihnen ve ruhen yetkinleşmesine katkı sağlayabilecek erdem olarak vefâdan söz edemez miyiz? Hiç kuşkusuz söz edebiliriz ve böyle bir vefâ dinde bazen emir, bazen de tavsiye, bazen ise teşvik olarak yer almıştır:
Bu meyanda önce ahlak ile dini özdeşleştirmenin doğru olmadığını belirtmek lazımdır. Ahlak akılla ve insan olmayla ilgilidir. Felsefi düşünce ahlakta sabit ilkeler var mıdır yok mudur tartışmasından neşet etmişti. Doğa bilimlerindeki nesnel gerçeklik arayışının esası insan ilişkilerinde nesnel gerçekliğin aranmasıydı. 'Hakikat sabittir' veya sabit idea vardır önermesi insan davranışlarında değişmez yasalar vardır demekti. Doğa teorileri ile insan davranışları arasındaki süreklilik ilişkisi ahlakı doğurmuştu. Bu itibarla insanın doğası (fıtratı) ve mizacı tabiat teorisiyle tahkim edilerek güçlü ahlak sistemleri ortaya çıktı. Büyük dinlerin buradaki tavrı çelişkilidir: Her şeyden önce din (başta Hristiyanlık) katı ahlakçılığı savunmak üzere değil, kabiliyet ve seçkinciliği tazammun eden bu ahlakın dışladığı geniş kesimleri kucaklamaya geldi: İnsan olmak belirli bir teoriye bağlı ahlaklılıktan daha hakiki ve fazla bir şeydir. İkinci olarak din –özellikle İslam- geniş ve kapsamlı insan telakkisi dahilinden 'en ahlaklı' davranışı inşa etmek istedi. Başka bir ifadeyle seçkinci ve ahlaki tutumu genel müsamahanın içinde gizleyerek 'halk/avam içinde saklıların' ahlakından söz etti. İslam'ın büyük iddiası budur: En geniş insanlık dairesinde en dar, katı ve tavizsiz ahlakı inşa edebilmek!
Dini hayatta seçilmişlere lütuf olmak üzere ihsan edilmiş ahlak –ama asla seçkinci değil- anlayışının zemini 'ihsan' olabilir. Bunu maksat olarak da görebiliriz lakin ihsan herkesin bir seviyede dahil olduğu bir sorumluluk alanıdır aynı zamanda. Din ihsanı 'Allah'a sanki O'nu görür gibi ibadet etmek' şeklinde açıklamıştı. Bu açıklama nebevi dilin mucizesidir: Cevamiü'l-kelim olmak tam olarak burada tecelli etti. 'Allah'a O'nu görür gibi ibadet edebilmek' insanın ahlakî ve zihinsel eylemlerindeki gizli-açık tüm beklentilerine dinin cevabıdır. İnsanı anlamak istiyorsak burada kurucu kavram 'ibadet etmek' değil, görmek olmalıdır. Biz insanlar görmek isteriz: 'Hakikat' dediğimiz sınırsız ve muğlak şey her ne ise onu görmek isteriz. Görememek merakımızın ve talebimizin sebebidir. Bizdeki merak şiddetlenince iştiyak, arzu ve en güçlü halinde de aşkı meydana çıkartıyor. Aşk artık görmeden yapamamak demektir. Görmek bir şeye ulaşmak, bir şeyi idrak etmek (mümkünse ihata fakat mümkün değil, o halde arzular terbiye edilecek), nihai olarak ona varmanın tüm anlamlarını ihtiva ediyor. Bu itibarla görmek gözümüzle ilgili olsa bile, asla gözle sınırlı değildir. Kulağımız duymak ister; görmenin kulaktaki karşılığı duymaktır. Tasavvuf duymak ile görmek arasındaki irtibatı 'vecd (bularak coşmak)' üzerinden inşa eder: Derviş 'sema' ederken görmek istediği hakikatin sedasını duymak ister. Varlıktaki bütün kaotik sesler susmadan hakiki sesi duymak mümkün olmadığı için sema fenanın akabinde ortaya çıkabilir. Görmek de öyle: Tüm renkler silinmeden hakiki renk görülmez, der sufiler. Hz. Peygamber gören, Hz. Musa duyan-konuşan idi: İbnü'l-Arabi'nin anlatımıyla 'Musa sesi duymanın heyecanıyla görmek istedi, bana kendini göster dedi, ona 'sen göremeyeceksin' denildi.' Başka bir duyumuz için görmek dokunmak, ötekisi için koklamak veya tatmak olabilir. Hakikate dokunmak veya onun kokusunu duymak –İslam geleneğinde Rahman'ın nefesi- veya 'zevk' etmek, yani yemek ve tatmak isteriz; Hristiyanlıkta son kavramlar daha belirgin yer tutar. Bunların hepsi bizimle hakikat arasındaki güçlü bağın tezahürleridir. Görme arzumuzun zihindeki karşılığı 'nazar' veya nazari düşüncedir: görerek, duyarak, dokunarak, tadarak ve aklederek mutlak hakikate ermek isteriz. Heyecanımız odur, merakımız odur, iştiyakımız onadır. Din insandan böyle bir hal talep isterken hakikate ancak böyle erebileceğimizi söyledi. Kendimizi maksada tam olarak vermeye ihlas, yani bütün mukabil meraklardan, ilgilerden, arzulardan ve heyecanlardan arınmışlık denilir.
Vefâ'nın dini ahlak haline geldiği yer tam burasıdır: Müminler Allah ile arada bu maksat üzere bir sözleşme olduğunu kabul ederler. O söze uymak vefâ veya ahde vefâ demektir. Dini ve ahlaki hayatımız bu sözün izdüşümleri veya tafsili hükümleri üzerine kuruludur. Bu nedenle müminler yapıp ettikleri işlerden dolayı beklenti taşımazlar, çünkü söz verdiler. Davranışlarını karşılıklılık belirlemez, söz verdiler. İyilik yapana iyilik veya kötülük yapana kötülük yapmaya kalkmazlar, söz verdiler. Müminler yaptıklarını başa kakmazlar, hayatı ve ahlakı bir ticaret olarak görmezler; akıl onlar için kar-zarar hesabı yapmaktan öte anlam taşır, çünkü söz verdiler. Ne kendi hayatlarını minnet duygusuyla tüketir, ne başkalarından teşekkür beklemekle ânlarını yok ederler, çünkü söz verdiler. O halde vefâ beklemek (veya ödeşmek anlamında vefâ göstermek), ihlasla çelişir, cömertlikle çelişir; vefâ duygusu şecaat ahlakıyla çelişir, vefâ affedici olmakla çelişir, vefâ duygusu Allah'a hamd ve şükretmekle çelişir, vefâ duygusu rıza hali ve tevekkülle çelişir, vefâ duygusu insanları sevmekle çelişir. Vefâ duygusu metafizikçi sufilere göre Hz. Peygamber'in temel niteliği olan ferdiyet ve kemalle çelişir.
Müslüman ahlakında vefâ Allah'a verilen söze sadakatten başka anlam taşımaz.
Ekrem Demirli
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.