Bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere
Yunus 'bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere' dediğinde ne kadar açık konuşmuş da ne dediğini pek fark edememişiz! Şair 'sufi' olunca mutlaka tasavvufun sırlı diliyle konuşur diye akla gelince, şiirdeki yalın anlatımı karmaşık yorumlarla buharlaştırmış olabiliriz. Sözlerin üzerine bazen sır perdesi olur, perdeli bir şekilde önümüzde dururlar, ne dediklerini fark etmeyiz. Bazen sözler hafızamıza yerleşir, keşfedilecekleri vaktin gelmesini beklerler. Bir söz üzerindeki en büyük sır perdesi, açık ve seçik anlatımdır: kimse hakikatin böyle açık ve seçik söylenebileceğini düşünmediği için görünen anlam bizi tatmin etmez. Her birimizin az çok batınî olmamızın nedeni budur: anlamak insana bir ayrıcalık kazandırınca sıradan ve açık bir anlamla yetinmeyiz.
Tasavvuf geleneğinde en açık ve yoruma hacet duymayan sözler mecnunlara söyletilir. Mecnun konuştu mu ne yoruma ne izaha gerek vardır: Korkusu yoktur ki sözü sakınsın; beklentisi yoktur ki hakikati gizlesin; bir gayesi veya güttüğü gizli açık amacı yoktur ki sözün yerli yerini ve uygun vaktini beklesin; akıllı değildir ki fayda ve zarar ile düşüncesini felç eylesin. Yunus galiba tam öyle yapmış bu şiirinde: en azından şiirin bazı bölümlerinde olabildiğince açık ve seçik söylemiş! Yunus'un söylediğini daha iyi anlayabileceğimiz vakit geldi çattı: sinekler –bu kez daha zayıfı ve küçüğü- dev kartalları kaldırıp yere vuruyor, hepimiz şahit oluyoruz. Hatta sıra bizde mi diye endişe ile takip ediyoruz. Bunu ilk kez mi görüyoruz: Hayır! Sürekli görüyorduk lakin fark etmiyorduk. Sıra bize gelince daha yakından ve dikkatle bakmaya başladık. Hz. Ömer Hz. Peygamber'in dar-ı bekaya irtihaliyle ilgili ayet-i kerimeyi Hz. Ebu Bekir'den dinleyince 'ayet-i kerime sanki o gün nazil oldu' demişti ya; şiir de sanki bugüne ve bize yazılmış.
Yunus'un sözleri herkese bir şey anlatır: Kişisel olarak şiire bakınca, güç ve kudretin gerçek sahibini anlatmak üzere söylenmiştir diyebilirim. Günlük hayat tecrübemizle güçlünün ve kuvvetlinin kim olduğunu biliriz zannederiz. Onlara bazen zalim bazen Firavun veya Nemrut desek bile hep aklımızdadırlar; ne kadar şikayet edersek edelim gizliden gizliye onlara özenir, gücün ve kudretin parçası olmak isteriz; hiç olmazsa onun yakınında bulunmak bize güven verir. Tarih böyle örneklerle doludur. Modern çağ 'bilgi güçtür' dediğinde ise tarih boyunca insanlığın peşinde olduğu bilgeliği anlamsız kılmış oldu. Bilgi bile güç ve kudret arzumuzun bir parçası olduğu ölçüde hayatımızda yer alabilir. Meslek veya üniversite seçerken kendilerine en çok gücü bahşedebilecek olanı tercih ederken modern dünyanın bu dayatmasını ikrar ederler. Hiçbir dönemde bilgiyle böylesine ahlak dışı ilişki kurulmuş değildir. Dini hayat kudretin sandığımız yerde değil, varlığın sahibinde olduğunu ikrar etmekle başlar. Kelime-i tevhidin anlamı güç ve kudretin tümünü –bir kısmını değil- Allah'ta toplamaktır. Allah varlığı ihsan ettiği gibi gücünü de dilediğinde izhar edebilir, dilediğinden çekip alabilir, dilediğini var eder, dilediğini yok eder. Gücünü ve varlığını 'istiare' yoluyla kendisinde izhar ettiklerine 'vesile' diyoruz: Vesilenin büyük veya küçük, önemli veya önemsiz olması durumu değiştirmez. Bu itibarla Allah için kartal ile sinek, bir mikrop ile bir göktaşı birdir. Biz kartalı güçlü saysak bile sinek kartalı yere vurabilir, bülbül şahinden güçlü çıkabilir, gül bülbülden daha aşık olabilir, karınca hepimizden düşünceli ve ahlaklı olabilir, bir biçare toplumu değiştirebilir, bir kocakarı ümmetin ahlakını üstlenebilir, keloğlan padişahı alt edebilir, bir dilenci kral, kral dilenci olabilir, fil sürüsünü cılız kuşlar tarumar edebilir, İsrail oğulları güçlü firavunları, kimsesiz İbrahim Nemrudu perişan edebilir. Fakat Firavun'u yenen Musa 'zerre hayra muhtacım' diye niyaz eder, Nuh 'ben mağlubum' der, Hz. Peygamber ise 'beni bir an bana bırakma' diye yakarır. Çünkü güçlü olan nesnenin kendisi değil, ilahi tecellidir: tecelli ne yanda ortaya çıkarsa güç ve irade orada bulunur, hayat ve memat o tecelliyle belli olur, kudret tecellinin kendisidir. İster inanın ister inanmayın, aramızda bunu gören varmış: ben de gördüm tozunu!
Makro Dünya ve Mikro Dünya Arasında Köprü Varlık: İnsan
Modern öncesi ile sonrası arasında evren telakkisinde en ciddi fark gök yüzü anlayışında ortaya çıkar. Dünyanın evrenin merkezinde bulunması doğru değildi lakin insanlara büyük bir konfor veriyordu. Gök yüzü tabir ettiğimiz yer ortadan kalkıp da uçsuz bucaksız evren fikri ortaya çıkınca insanın kıyameti koptu. Günümüzde artık binlerce galaksiden söz etmek bile anlamsız; güneş sistemimizin bile zerre olmadığı milyarlarca galaksiden söz etmeye başlayınca nihilizm en güçlü gerekçesini bulmuş oldu. Hiçbir ideoloji veya hiçbir felsefe evrenin sonsuzluğu kadar insanları sarmış olamaz. Yirminci asrın ikinci yarısından itibaren felsefe dikkatini ya bilgi teorileri veya mantığa veya insan ve toplum felsefelerine verdi. Felsefenin bütün cazibesi ve görkemi evreni açıklayabilmesinden –en azından böyle kabul ediliyordu- kaynaklanıyordu. Felsefe bize mebde ve meadı ile birlikte bir evren yorumu vermeyecekse niçin metafizik okuyalım ki?
Üstelik mesele sadece makro evrenin büyüklüğü ve sonsuzluğu ile de sınırlı değil! Mikro alemler de zihnimizi aciz bırakacak kadar karmaşık, sınırsız ve sonsuz alanlar olarak duruyor. Hücrenin dünyasına girince karşılaştığımız alemler müdrikemizi aciz bırakıyor. Velhasıl sınırsız büyüklük ve küçüklük muhakememizi allak bullak ediyor. Peki bütün bu sınırsız evrenler arasında insan nerede duruyor? Galiba insan iki sınırsız alem arasında 'orta nokta' veya 'berzah' olmalıdır. Bu nedenle bütün tahribata rağmen 'illa insan' demek lazım, insana bakmak lazım, ona dikkat kesilmek lazım! Her şeye rağmen ve her daim zübde-i alem odur diyebilmek lazım.
İbnü'l-Arabi ile bitirelim: 'İnsan: alem aynasının cilası sensin!'
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.