Arama

Ekrem Demirli
Ağustos 1, 2018
İslam ve Hristiyanlık: Dinin Devleti ve Devletin Dini

Müslümanlık başından beri Hristiyanların algısına tuhaf gelmiştir: Erken dönemde Müslüman ve Hristiyan polemiklerinde bu konuda ilginç örneklere şahit oluruz. Doğu Akdeniz'deki 'şehirli' Hristiyanlar için İslam dinden daha çok disiplinsizlik, karmaşık ve eklektik maneviyat, cinselliğe mütemayil ve hatta onu teşvik eden gelenek, dünyeviliği uhreviyata baskın bir Arap ananesi idi. Bir dinin kendisinden sonra gelen dini onaylaması hatta anlaması beklenemez belki lakin bu kadar yanlış yorum da izah edilebilir değil.

Hristiyanlıkta kurucu kavram teslistir: Müslümanlar ne kadar Hristiyanların peygamberlerini yücelterek teslise saptıklarını düşünseler bile, işin 'yüceltmek' ile bir ilgisi yoktur: Tanrı insanı günahlarından kurtarmak üzere bedene girmiş (İsa), bu sayede insanın yeryüzüne gönderilme maksadı tahakkuk etmiştir. Çarmıha gerilen İsa Ademoğlunu günahlarından arındırdı; artık ona iman ederek kurtuluş yoluna girmekten başka çare yoktu insan için. Teslis inancının ardından bir peygamberin gelebileceğini kabul etmek teslisi reddetmek demekti. Fakat "yanlış anlamak" meselesi bununla sınırlı değildi. Meselenin önemli bir bölümü Hristiyanlığın tabiatı ve din telakkisiyle İslam'ın ilkeleri arasındaki temel farklardan kaynaklanıyor. Bu durum geçmişte olduğu kadar günümüzde de -hatta kısmen seküler eğitimin etkisiyle İslam toplumlarında bile- etkilerini sürdürmektedir: Bugün "din" denilince ortalama zihne gelebilecek kavramların ve düşüncelerin önemli bir kısmı Hristiyanlık tarafından şekillendirilmiş, o din içinde kurumsallaşarak varlıklarını sürdürmüş kavramlar ve düşüncelerdir. Söz gelişi Tanrı-alem ilişkisi başta olmak üzere, ruh-beden çatışması, ruhun değerleri ile beden arzuları arasındaki çelişki, çilecilik, günah çıkartmak (tövbeden tamamen ayrı bir şey), din adamları sınıfı, rahip veya rahibe hayatı gibi pek çok kavram Hristiyanlık içinde kurumsallaşarak insanlığın hafızasında yer etmiştir. Bir din hangi bahislerden söz eder veya insana ne vaat eder denilince akla böyle konular gelir. Hristiyanlık ve İslam'ın dışındaki dini geleneklerin içini doldurduğu kavramlarla bakınca, İslam kelimenin teknik bir din olmaktan ziyade bir siyaset ve dünya hayatını tanzim eden kurallar manzumesi olarak anlaşılır. Dinin mübelliği Peygamber de 'cemaatin lideri' şeklinde telakki edilir. Bu temel konulara musiki, mimari gibi doğrudan olmasa dahi dini hayatın dolaylı izlerini taşıyan alanları eklersek, İslam ile Hristiyanlık arasındaki bariz farklar ortaya çıkar. Müslümanların son asırlarda daha çok farkettikleri İslam'ın temel hususiyetleri Hristiyan algıya garip geliyor: aile hayatına verdiği önem (Adem-Havva), ticaret ve toplum hayatını düzenleme iradesi, din adamı sınıfının olmayışı, zühdün temel mesele sayılmamış olması gibi!

Bir İmparatorluğun Din Kurması ve Bir Dinin Devlet Kurması

İslam ile Hristiyanlık arasındaki farklılık iki dinin yeryüzünde var olma anına kadar götürülebilir. Bu noktadaki ayrışmalara dinin 'tahrif' edilmesinden hareketle bakmak meseleyi açıklamıyor. İşin başında da farklı bir durum vardı ve bu durum tarih boyunca devam edegeldi. Bu meyanda akla gelen noktalardan birisi iki dinin tarihe çıkışındaki farklılıktır: Hz. İsa'nın döneminde kendisine iman eden insanlar birkaç kişiden ibaret küçük bir cemaatti. Hz. İsa bir cemaat kurmadığı gibi Hristiyanlığın öyle bir yapı inşa edebilecek muhtevası da yoktu. Onun çarmıha gerilmesinin ardından uzun süre Hristiyanlık zayıf bir din olarak varlığını sürdürdü. En sonunda Roma'nın resmi dini haline gelmesiyle birlikte Hristiyanlığın seyri değişti. Bu sürece varıncaya kadar Hristiyan din adamların (Kilise Babaları) en büyük mücadelelerinden birisi Hristiyanlığın pagan inancı olmadığıyla ilgili savunular yapmak idi. Roma'nın resmi dini haline gelmesiyle birlikte Hristiyanlık yeni duruma hemen intibak etti ve kısa zamanda dünyanın en büyük dinlerinden birisi oldu. Pavlus'un meşhur 'Bir yer Hristiyan olursa ne iyi; olmazsa Hristiyanlık oralı olur' şeklindeki formülü Hristiyanlığın esnekliğini anlatır. İbnü'l-Arabi Hristiyanlığın bu tabiatının bizzat Hz. İsa'dan kaynaklandığını söyler. Bu noktada Grek mirasıyla Roma siyaseti arasında üçüncü bir alan olarak Avrupa medeniyetinin kurucu unsuru haline geldi. Bir imparatorluğun yapısına eklenmesiyle birlikte Hristiyanlık mevcut duruma göre şekillendi: Hz. İsa'ya atfedilen Tanrı'nın hakkı ve Sezar'ın hakkı tabiri bu süreçte gerçek anlamını buldu (E. Renan Hz. İsa'nın hayatını anlattığı ünlü eserinde Hz. İsa'dan önce Yahya'nın öldürülmüş olmasının Hristiyanlığı böyle bir istikamete icbar ettiğini anlatır.).

İslam'ın tarih sahnesine çıkışı herhangi bir dine benzemiyor: İslam bir şehir kurdu ve bu şehirde 'şeriat kuralları' ekseninde bir cemaat-devleti ortaya çıktı. Hz. Peygamber Mekke'de başlayan tebliğ mücadelesini yirmi üç senede ikmal ederek geriye bir cemaat-devlet bırakarak dar-ı bekaya göçtü. Nübüvvetin gayesi Allah'ın dinini insanlara ulaştırmak ise bütün peygamberlerin görevlerini yerine getirdiğini ayetler beyan eder; ancak nübüvvetin geride bir cemaat ve şehir bırakması örneği İslam'da anlamını buldu. Bu nedenle öteki dinlerde yeryüzünde kurulmamış 'Tanrı krallığı' için mücadele yerine İslam'da ilahi kurallar ekseninde inşa edilmiş bir şehirden ve cemaatten söz ediyoruz. Gelecekte kurulacak ideal topluma mukabil İslam'da asr-ı saadet (saadet asrı) bilfiil yaşanmış bir döneme atıf yapar. Bu nedenle İslam daha iyimser ve gerçekçi bir varlık anlayışını temsil eder. "Asr-ı saadet" ise her zaman tahakkuk edebilecek bir ideal olarak Müslümanların bireysel ve toplumsal hayatlarına rehberlik eder: bir kez oldu, yine olabilir!

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN