Arama

Ekrem Demirli
Temmuz 19, 2018
İslam ve devlet ilişkileri hakkında

Hz. Peygamber'in etrafında şekillenen Müslüman cemaat ilk kez ne zaman ve hangi konuda görüş ayrılığına düştü? Ehl-i sünnet'in kurucu düşünürlerinden imam Hasan el-Eşari Müslümanların evvela Hz. Peygamber'in dar-ı bekaya irtihaliyle görüş ayrılığına düştüklerini söyler. İhtilaf ilk bakışta Peygamber'in yerine kimin geçeceğiyle sınırlı idi: Medineli bir Müslüman mı veya Mekkeli bir Müslüman mı Peygamber'in yerine geçecekti? Birkaç asır sonra ortaya çıkan teolojik bölünmeler meselenin köklü bir görüş ayrılığı olduğunu iddia etse bile ilk ihtilafı bu eksende tutmak mümkün: Müslümanlar Peygamber'in vefatının ardından onun yerine kimin geçeceğini tartışırken Hicaz'da tesis edilmiş birlik dağılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti.

Bu ilk ihtilafın dini ve siyasi boyutlarını kestiremiyoruz; ihtilafın erkenden çözüme kavuşması sorunun boyutlarını fark etmemizi engelliyor. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in ferasetiyle yatışan ihtilaf –farz-ı muhal- bir müddet daha sürüp görüşler tam tebellür etseydi, nasıl bir seyir takip edeceğini görebilirdik. Bu sayede ilk Müslümanların peygamberlik ve toplum liderliği hakkındaki görüşlerini de öğrenme imkanı bulurduk. Mevcut bilgilerimizle bunu kestirmek güç, fakat sorunu başka verilerden hareketle ele almak mümkün: Hicaz'da aynı süreçte ortaya çıkan başkaldırmalar ile merkezi idareye zekat vermeyi reddedenlerin görüşlerini hesaba katarak bu meseleler üzerinde yeniden düşünmek gerekir. Bu durumda ilk Müslümanların din ile siyaset ilişkileri hakkındaki kanaatlerini daha doğru anlamamız mümkün olabilir.

İSLAM İLE MÜSLÜMAN TOPLUMUN ÖZDEŞLEŞMESİ SORUNU

Hz. Peygamber İslam davetini ulaştırabilmek üzere Mekke'den Medine'ye hicret etmiş, buradaki zayıf iki kabile ile Mekke'den gelenleri İslam kardeşliği ekseninde birleştirmişti. Ardından Medine bir barış ve selamet yurdu haline gelerek köyden (Yesrib) itibarlı bir şehre doğru gelişmiş, Hicaz'ın önemli şehirlerinden birisi olmuştu. Hz. Peygamber'in dar-ı bekaya irtihalinin ardından Müslümanlar ilk kez Medineli veya Mekkeli olduklarını hatırlamış, Medineli bazı Müslümanlar Hz. Peygamber'den sonra yönetimde sıranın kendilerine geldiğini ileri sürerek sakladıkları bir duyguyu izhar etmişlerdi. Müslümanların Peygamber'in vefatı karşısındaki derin teessürleriyle mübarek bedenini toprağa vermeden böyle bir tartışmaya girmeleri insana tuhaf gelir: Fakat hayatın gerçeği böyle, tabiat boşluk kabul etmiyor ve hayat yaşayanların etrafında dönüyor.

Medineli Müslümanlar kendi aralarında toplanmış, içlerinden birisinin Hz. Peygamber'in yerine geçmesi gerektiğini konuşmaya başlamışlardı. Hz. Ömer'in ve Hz. Ebu Bekir'in dirayeti sorunu ciddi bölünmeye yol açmadan çözünce Müslüman cemaat birliğini muhafaza edebildi. Medine'de birlik sağlanınca Hicaz'ın öteki kesimlerindeki itirazlar kısa sürede halledilerek Hicaz'ın ve İslam cemaatinin bütünlüğü temin edildi. Hz. Peygamber'in ailesinin meseleye yaklaşımı nispeten etkisiz bir itiraz olarak kalacak, neticede otuz yıllık bir uzlaşma ve ittifak dönemi tesis edilecekti. İslam bu dönemde bir devlet teşkil ederek tebliği ve yayılmasını devlet maharetiyle gerçekleştirmeye başladı. Artık bir yandan Araplar Hicaz'ın dışına çıkarak tarihte bir aktör haline geliyor, öte yandan onlar gittikleri yerlere İslam'ı da götürerek Müslümanlığı yayıyorlardı. İslam'ın yayılması ile "Arap Devletinin" yayılması aynı süreçte gerçekleşiyordu.

Bu ilk ihtilafın çözüm tarzı geride İslam ile Müslüman cemaatin aynileşme meselesini bıraktı. Günümüzde din, toplum ve devlet ilişkileriyle ilgili tartışmalarda dikkate alınması gerekiyor. Müslümanlar İslam'ı bireysel hayatı tanzim eden ibadetleri ile toplum hayatını -şehir- düzenleyen ilkelerin bütünü olarak kabul etmişlerdi. Bu nedenle İslam'da bireysel alan ile toplumsal alan ayrımı hiç gerçekleşmedi. Her şeyden önce Peygamber şehir kuran kişi idi: bir mağarada gelen ilk vahiyle başlayan İslam daveti Mekke'yi kökten değiştirmek niyetindeydi. Mesele sadece bireylerin nasıl inanacaklarıyla ve hatta bireysel ahlak alanıyla sınırlı değildi. Bireysel kurallar ile toplumsal kurallar müeyyidelerle desteklenerek yeni şehri inşa etti. Fakat zamanla başka bir sorun kendini gösterdi: Cemaatin dünyevi işleri ve hedefleri ile İslam'ın hedefleri tedahül ederek tefrik edilemez hale geldi. İslam demek artık Müslüman cemaat demek, Müslüman cemaat demek İslam demek idi. Acaba İslam bir din olarak yayılırken bu yayılma aynı zamanda bir milletin siyasal ve kültürel alanlarda yayılması anlamına mı gelecekti? Vaziyet böyle ise o zaman Arapların siyasi ikballeri ve beklentileriyle İslam'ın hedefleri bir olacaktı. Günümüzde daha çok Emeviler veya Abbasiler üzerinde odaklanan İslam-siyaset, İslam ve Müslüman toplumların menfaatleri ilişkisi başından beri kendini gösteren bir sorun idi.

Müslümanlar ilk nesiller hakkında iyimser bir tavrı benimser: Onlarda İslami olan ile dünyevi veya kavmi olan ayırt edilemeyecek şekilde mütedahildir. İlk nesiller için kişisel veya toplumsal bir menfaatten söz etmek mümkün değildi. Onların gayesi i'la-i kelimetullah (Allah'ın kelimesini yüceltmek) idi. Bu nedenle onlar için bir devletin yayılması ile İslam'ın yayılması aynı anlama geliyordu. Fakat sonraki devletler için böyle diyemeyiz: Artık İslam devletlerin gayeleri arasında kendine ancak dolaylı yer bulabiliyordu. Üstelik devletler İslam'a hizmet ederken İslam da o toplumlara büyük katkı sağlamıştı. Modern dünyada din-devlet ve din-toplum ilişkisi çok tartışıldı. Öyle görünüyor ki Müslüman aydınlar bu tartışmaları daha çok yapacak. Fakat böyle bir tartışmanın sağlıklı yürüyebilmesi için ilk ihtilaftan itibaren meselenin nasıl bir seyir takip ettiğini göz önünde bulundurmak gerekir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN