Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Temmuz 22, 2019
Dindışı medeniyetin gayrıtabii insan tipolojisi

  1. Roma-Germen Devleti yoluyla Fransa, başta hukuk olmak üzre, Eskiçağ cumhuriyet Romasını kendine zamanla artan ölçüde örnek kabul etmiştir. Romanın imparatorluk devrine gelince; bu da mimârlık, güzel sanatlar ile 'tekci' (Fr unitaire) devlet kültürü anlayışının ululanmasında kendini Fransız ruhunda yansıtmıştır. Nitekim imparatorluk Romasının doruğu olan şaşaalı Avgustus dönemi (M.Ö. 30 - M.S. 14), Fransız kralı Ondördüncü Louis (1638 - 1715) ile imparatorluk Fransasının Napoleon Bonaparte (1769 - 1821) devirlerinde yankısını bulmuştur. Devlet ile hukuk düzenleri ve plastik sanatlar sahasının yanısıra Fransızlar, dil hususunda dahî, Latin-Romanın ana vârisi oldukları iddiasını koruyagelmişlerdir. Bundan dolayı, konuşulan ile yazılan neredeyse iki farklı dil ortaya çıkmıştır. Günlük bildirişme alanında kendinden türediği Avâm Latincesinden en fazla farklılaşmış Latin dili olmakla birlikte, Fransızca, yazıda, Klasik Latinceye olabildiğince yakın kalmağa hep özel bir çaba harcamıştır. Bunun sonucunda yazılanın, konuşulan dili yansıtmaktan bunca uzak kaldığı başka bir abece (alfabe) esâslı yazı yoktur. Onyedinci yyda kurulan Acadedemie Française yazı dilini Latinceleştirme merkezi gibi etkinlik göstermeğe yönelmiş, sonuçta dili tarihî ile tabîî mecrâından saptırıp felcetmiş, ortaya bir dilbilgisi ile imlâ garâbeti ile fetişistliği ve nihâyet 'dil aklıselîmine aykırılık âbidesi' çıkıvermiştir. Bu durum, kimi eleştirici Fransız düşünürünün de dikkatinden kaçmamıştır. Nitekim, Yüzyılımızın önde gelen Fransız şairlerinden Paul Valery (1871 - 1945), bahse konu durumu bir imlâ cinâyeti şeklinde nitelemiştir. Yazılmakla birlikte, söylenirken telâffuz değeri bulunmayan biryığın işâretle karşı karşıya kalıyoruz. Bu da, bir tarafta Fransızcanın konuşma dilini alabildiğine zayıflatırken öte yanda yazıda soyutlamayı adamakıllı artırıp pekiştirmesi, onu özellikle kavramlaşmışlık açısından, zengin ve güçlü bir dil kılmaktadır. Sözgelişi milletlerarası hukuk yazımı ve dış siyâset (diplomatie) konusunda Fransızcanın hâlâ vazgeçilmez konuma sâhib oluşu, öncelikle bir kavram dili olması; olağanüstü sağlam, şaşmaz bir dilbilgisi yapısı ile bilincini taşımasından ileri gelmektedir. Ancak, bu bildirdiğimizin tersi de söz konusudur: Aşırı oynanmış Fransızcanın, kıvraklığını hepten yitirip taşlaşıp hantallaşmış olması da gerçekliğin öteki yüzüdür. Geçmişin, meselâ Yunanca, ve hâlihazırın, sözgelişi Almanca, zengin kültür yahut medeniyet dilleriyle kıyâslandığında, Fransızca ifâde gücü itibâriyle derinlik ile esneklikten yoksun yüzeyel bir dil olma özelliğini arzetmektedir. Sıraladığımız olumsuzluklarına rağmen, Fransızca, Çincenin, Sanskritce-Palicenin, İbrancanın, Arapcanın, Farscanın, Yunanca (Klasik Attika İyoncası yahut Koine) ile Latincenin yanısıra klasik diller sınıfında yer alır. Onun klasik dil olmasını sağlayan bellibaşlı etkenler arasında taşıdığı edebiyatın zenginliğini, üstün zihnî (intellectuel) gücünü —kavramlaşmışlık— ve başka dillere etkisi ile hâkim oluşunu sayabiliriz. Bütün bunlara Fransızcanın, Roma sonrası, Merovingiens hânedânıyla Beşinci yüzyıldan itibâren Avrupanın ilk birlikli (unitaire), en güçlü, etkili ve görkemli devletinin, 842de telif olunan Strafiburg andıyla (Les Serments de Strasbourg) birlikte, resmî bildirişme aracı hâline gelişi hususunu da eklemek gerekir.[1]
  2. Yine, Yunanca, Arapca, Farsca, Çince, Sanskritce, Osmanlı Türkcesi, Ortaçağ Latincesi, İtalyanca, Ispanyolca, Rusca, İngilizce, Almanca gibi birinci derecede büyük kültür dilleri, tabîî ki, işlenmiş, bakım görmüşlerdir. Ne var ki Fransızca bunların dahî ötesinde bir görünüm sunmaktadır. Lezzetinden ziyâde görünümüne özel özen gösterilmiş bir ziyâfet sofrasını andırmaktadır. İşlene işlene, süslenip püslenerek, sürüp sürüştürülerek yapmacık Fransızca, yazısı itibâriyle göze, konuşma dili bakımından da kulağa hitâb edecek tarzda tasarlanıp tersîm olunmuştur. Tıpkı 1700lü yılların Rokoko eşyâ ve 1890lar ile 1920lerin Paris kadın giyim kuşam modası gibi, Fransızcanın bahis konusu rüküşlülüğü, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin kof incelmişliğinin, yozlaşma derekesine varan rakîkliğinin dışavurumudur. Zâten adı geçen medeniyetin merkezi, hattâ minyatürü öncelikle "Güneş Kral" nâmıyla anılan Ondördüncü Louis devri,[2] demekki Onyedinci ile Onsekizinci yüzyıllar Fransız kültürüdür, diyebiliriz. Bahsolunan kültürün doğal ortamı şehirliliktir (Fr urbanite); saraylar ile kâşânelerin salon âdâb ile erkânıdır. Doğa ve dinle ilgisi ilişiği kesiktir. Başta batısı olmak üzre, Avrupanın hemen hemen tamamı, söz konusu kültürü mimârlıkta, şehir tasarımcılığında, dilde, edebiyatta, güzel sanatlarda, yemek pişirme ile sofra tertibi sanatlarında, askerlik ile savaşma usullerinde, âdâbımuâşeret kurallarında ve özellikle İhtilâlikebirin ardından ideolojide, siyâsi ile idâri teşkilâtlanışlarda örnek alıp taklid etmiştir. Doğa, kır, köy ve köylü 'kokan' ne varsa, 'pis', 'iğrenç', 'mekrûh' damgasını yemiştir. Türkcenin hayâlhânesine uzak kaldığından, Türkcede tam söz karşılığı bulunmayan Fransızcanın paysanını kabaca 'kırlı', 'kırda yaşayan', 'köylü' şeklinde karşılayabiliriz. Gelgelelim, paysanın doğrudan sözlük karşılığı, Fransızcanın hayâlhânesinde taşıdığı tasavvur çeşitliliğinin yanında cılız ve sönük kalır. Paysan, Yeniçağ Fransızcasında 'kaba saba', 'dangıl dungul', 'yol yordam bilmez', 'küt', 'sakil' kişi şeklinde aşağılayıcı bir anlam rengi almıştır. Paysanın zıttıysa, citadindir. Bu 'şehirli insan', urbanitenin, yani 'şehirliliğ'in yahut 'şehirleşmişliğ'in civilisateur, demekki 'medeniyetleştrici' edeb ile terbiyesine mazhar olmuş, zeyrekliğiyle, tavırlarındaki zarifliği (elegance) ve kibârlığıyla (galanterie) temâyüz etmiş kişidir. O, 'şehr'in (ville), giderek 'dünya-ufkunu-tarassut-ve-ihâta-eden-dev-boyutlu-maşeri-yaşama-merkezi' anlamındaki metropoleün müşkil, yıpratıcı, dağdağalı, gürültülü patırdılı, gece gündüz ışıl ışıl yaşayışından bitkin bitâp düştüğünde ancak hayatın unutulmağa yüz tutmuş çalımsız, yalınkat âsûde masûm sığınağı gibi görülmeğe başlanan kırlık alana hüzün dolu buğulu gözlerle bakabilir. Böylesi bir hâletiruhiyedeki citadinin dönüp baktığı campagne, yani 'kibâr kırlık alan', artık pays ('kaba kırlık') olmaktan çıkar, rustique bir hâl alır. Rustique, ömrünce şehir hayatından (urbanite) bir nebze dahi ayrılmamış şehirlinin (citadin), 'şehirlice' tasavvur ettiği 'nâzik doğalsı kırlık alan'dır.

Sonuçta ortaya çıkıp incele incele 'saraylı-mukallidi hanımefendi'nin 'kadınsı' 'çıt kırıldımlığ'ına varan Baroque-Rococo usluplarında yansımasını bulan, doğallık ile sağlıklı doğa insanından sapmış bir Urbain-Bourgeois kültürüdür. Bâhusus şehir ve salon kültürlerine dayalı bu medeniyetin şehircilik anaörneğini Onyedinci, Onsekizinci ile Ondokuzuncu yüzyılların 'ışıklar şehri' Paris; salon ülküsünü de, Versailles sarayı salonlarının tezyini ile âdâbı (courtoisie) teşkil etmişlerdir. 1800lerin özellikle ikinci yarısından itibâren başta Latin kesimi olmak üzre, Avrupa ile onun taklitcilerinin pâyıtahtları ile başkentleri Paris örneğine göre imâr görmüşlerdir. Bükreş, Sankt Petersburg, Vaşington, Buenos Aires, hattâ Berlin, Viyana, Moskova, Madrit misâli Fransız işğâline uğramış yahut Meksiko gibi bunu kısmen yaşamış olanlar da bulaşıcı Paris marazından kendilerini vâreste tutamamışlardır. Bahse konu marazın, Brezilya Amazon ormanlarının kalbine değin yayıldığını görüyoruz. Orada 1660da kurulmuş Manaus şehrinde Paristekinin tıpkısı, tam da ucuz mizâh edebiyatına yakışır, bir opera Ondokuzuncu yüzyıl ortalarında inşâa olunmuştur. Bu çizginin dışında kalanlar, Roma ile Ortaçağ Latin kültürlerinin silinmez izlerini hâlâ taşıyan Orta ile Güney

İtalyanın ve farklı bir gelenek iddiasını güden İngiltere ile öteki Kuzey Avrupalı ülkelerden Felemengin, İsveç ile Danimarkanın şehirleridir.

  1. Fransız kültürüne dair hayâlhânemizde canlanan bilcümle tasavvur, hep Parise aittir. Fransa, başşehrine odaklanmış görünüyor. Her bakımdan böylesine merkezîleşmiş başka bir devletin, ülkenin örneğine tarihte rastgelmek hayli zor olsa gerek.

Paris, ününün ve parlak günlerinin şâhikasını Üçüncü Napoleon'un (Charles Louis Napoleon Bonaparte: 1808 - 1873) İkinci İmparatorluk devrinde (1852 - 1870) yaşamıştır. Bahsi geçen devire damgasını vuran, büyük şehir tasarımcısı, vâlî ve belediye başkanı Alman asıllı Fransız Baron Eugene Haussmann'dır (yazılışıyla ilgisiz Fransızcadaki okunuşu, Öjen Osman: 1809 - 1891). Paris'in tarihî surlarını yıktırarak onların yerine çevre yolu inşâa ettirmiştir. Rene Descartes'ın geometrik estetiğine uygun bir merkez meydana concentrique çevre yolları ve bunları dikine kesen ve yarım yüzyıl sonraki motorlu trafiği bile kaldırabilecek genişlikte caddeler, Fransızcasıyla söylersek, boulevardlar[3] açtırmıştır. Yine Descartes'ın geometrik estetiğini mükemmelce yansıtan parklar ile korular, şehrin muhtelif semtlerine serpiştirilmişlerdir. Dünyanın en ileri seviyedeki lağım şebekesi yine Haussmann'ın hizmet dönemi sırasında Pariste inşâa olunmuş; 1900lerin başında da buna koşut metro sistemi kurulmuştur. Paris, 1800lerin sonları ile 1900lerin başlarında dahî hızla gelişmeğe devâm edip gerek Fransa gerekse dünya çapındaki önemini sürdürmüştür. Nihâyet, Yeniçağ dindışı Batı medeniyetinin, doğallığın zıttı ve doğa düşmanı addetmeğe meylettiği şehrin (Fr ville) ve şehirciliğin (Fr urbanisme) insan zihnindeki tasavvuru ve temsilcisi, önceki çağların şehir dokusunu tümüyle üstünden atan 1853 - 1870 arası Haussmann Parisi olmuştur. Yine Haussmann'ın Paris tasarımı, gelenekleşip kurumlaşmış felsefî düşünüşün, uygulamaya nasıl yansıdığına ilişkin son derece dikkate değer bir örnektir. Bahis konusu tasarımda nice girift ve uzun vadeli düşünülüp çıkabilecek sorunlara çâre arandığını görüyoruz. Böylelikle akılla iş gören felsefîleşmiş bir kültürle yüz yüzeyiz.

  1. Şehre âdetâ 'ekilmiş doğa' anlamındaki 'park tesisleri' (Alm Parkanlage), uzun sayılmayacak süre zarfında Batı Avrupanın insanîleştirilmiş kırlık alanlarına (Fr la campagne) dahî yayılarak doğal doğanın yerini, artık 'park manzarası' (Alm Parklandschaft) alacaktır. Böylece doğadışılık, şehir alanından (Fr domaine urbain) ibâret kalmayıp doğal olması beklenen kırlık yörelere de (Fr regions rurales) sıçrayıp yayılmıştır. Gerçi, medeniyetleşmiş bütün kültürlerin ortak paydası şehirleşme, devletleşme ile sunîleşme süreçleridir. Ne var ki, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinde bu üç unsur, mutlak değerler hâline gelmişlerdir. Üçü, haddizâtında saray merkezli ve asilzâde zümresinin gözetimi ile öncülüğünde biçimselleştirilmiş mantık ve bunun tepe noktasını oluşturan mantık-matematik doğrultusunda dinden bağımsızlaşıp kopma hedefine yönelik yürümüştür. Buradan hareketle laic-seculier-ideologique dünya ve yaşama anlayışları ortaya çıkmışlardır. Doğal ile dinî yaşamaya sırtını dönmüş bu anlayış insanın tabiatını çarpıtmıştır.[4] Nitekim, doğal ile dinî dünya ile yaşama anlayışlarını taşıyan bir kültür, 'medeniyetleşmiş' olarak nitelenmiştir. Bu anlamda kullanılan 'medeniyet' kavrayışına Fransızcada 1734ten itibâren, citeden türetilerek civilisation (ok: Sivilizasyon) denilmiştir. Onüçüncü yüzyılda kullanıma giren cultureden farklı şekilde civilisation, belli bir toplumun belirli bir çağdaki yaşama tavrı ile tarzına mahsûs olmayıp toplumlar ile çağlar üstü bir anlam değeri kazanmıştır. Civilisation, belirli bir çağ ile topluma has bir cultureden çıkar. Ama yayılma sahası bütün dünyadır. Civilisationa zemin hazırlayıp uygun düşen culture, civilisabledır (Onsekizinci yy). Civilisationun kendisinden neşet ettiği culture, ilkin Aydınlanma çağı diye adlandırılan 1650 - 1800 arası Fransız kültürüdür. Bilâhare bahsi geçen istidâtı gösteren İngiliz-Amerikan kültürü olmuştur. Her culture, civilisation orununa yükselme kâbiliyetini hâîz değildir. Ancak, böyle 'üstün' bir culture, öteki toplumları dahî 'civilisationlaştırma' görevini taşır. Hırıstıyanlığın temel akîdelerinden 'dinyayma', yanî Hırıstıyan olmayanları Hırıstıyanlaştırma mücâdelesinin, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetindeki devâmı 'civilisateurlük' (Ondokuzuncu yy) çabasıdır. Aydınlanmacılıkta civilisation meşalesini taşıyan culture urbainenin, demekki 'şehirleşmiş kültür'ün aydınlanmış Batı Avrupalısıdır. Fransız kültür çerçevesinde culture urbaine kişisi, ideologique-politique[5] kimlik sâhibi usul erkân bilen poli,[6] yanî 'cilâlı' biridir. Peki kişinin neresi cilâlanır? Doğallığı. Batı Avrupada culture urbainenin dışında bulunan kır-köy kesiminin manzarası ile doğala yakın kaba saba kişisi ruraldir, rustredür, mananttır, vilaindir. Fakat bir de, Avrupa dışı coğrafyalar var. Kuzey batı Avrupaya benzemeyen manzaralar ile insan tipleri, kısaca, (Latincenin salvaticusundan) sauvage, yanî vahşî yahut yabanîdirler. Rural yahut rupestre, demekki 'doğal' kesimlerin manant yahut vilain kişisi, poli olmamakla birlikte, önünde sonunda, humain, yanî insandır. Neden? Batı Avrupalıdır da ondan. Onu 'aydınlatarak' politesse (nâziklik) çerçevesine sokar, 'cilâlar'sınız. Buna karşılık, Avrupalı olmayan sauvagea ne yapacaksınız? Onu önce, yabanî hayvanı ehlîleştirircesine, insanlaştıracaksınız. Buna ise humanisateur etkinlik denilebilinir. Ancak insanlaştıktan, humanise olduktan sonradır ki, 'orman kibârı' sauvage, civilisateur çabalara konu kılınabilinir.
  2. 'Şehirleşmişlik' tornasından geçmiş urbain nasıl bir kişidir, neye benzer? Her şeyden önce cultivedir. Buna gerçi Türkcede 'kültürlü' diyoruz. Ne var ki 'kültürlü' bize cultiveyi eksik ve hattâ renksiz yansıtır. Zirâ 'kültürlü' Türkcede 'çok bilen', 'enine boyuna bilgilerle donanmış', öyleki 'malûmâtfurûş' kimse anlam içeriklerini hâîz bir sözdür. Fransızcada cultive yahut civilise bundan daha fazla bir şeydir. 'Cilâlı'dır, 'şehirli', 'nâzik', 'gün görmüş'tür; 'yol yordam', 'usul erkân' bilir. Toparlarsak, disciplinelidir. Haddizatında Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti sıkıdüzen (disiplin) iptilâsına garkolmuştur. 'Şehirli-yaşama'nın bütün köşe bucaklarından 'sıkıdüzen' fışkırır. Bunun ifâdesini dilde dahî buluyoruz. Temel kültür dili Fransızca, dilbilgisi ile cümle kuruluşu bakımından, ağırlığı haddizâtında yetmiş kiloyu bulmakla birlikte, elli küsur kiloymuşcasına görünme gayretindeki korseli salon hanımefendisini çağrıştırır. Cümle tek boyutludur. Sözleri cümleye keyfinizce serpiştiremezsiniz. Nasıl ki etkinlikler, zapturapt altına alınmışlarsa, dil ile onun kullanımı da öyledir. Burada Fransızca, kendisinden türemiş olduğu Latinceden de aynı anneden olma öteki Latin dillerinden de uzaklaşır. Bildirdiğimizin en açık belgelerinden biri, Fransızca cümle kuruluşunun, seçeneksiz tek boyutluluğudur.

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)

Ş. Teoman Duralı


[1] Bkz: Helene Biu: "Faire-part de naissance", 45. - 48.syflr; ayrıca bkz: Henriette Walter: "Exit le latin", 56. - 59.syflr; ayrıca bkz: Jacques Chaurand: "Histoire de la Langue Française", 6.&7.sy- flr; ayrıca bkz: Pierre Guiraud: "L'Ancien Français", 10 - 12.syflr; ayrıca bkz: Georges Galichet: "Physiologie de la Langue Française", 91., 115., 123.&125.syflr.

[2] Güneş Kral Ondördüncü Louis hükümdarlık devrinin doruğunu ifâde eden 1600lerin son çeyreğinde Fransanın ulaşmış olduğu kültür ile maddî zenginlik, Avrupada dillere destân olmuş, hattâ Almanca- da darbımeselleşmişti^ Varlıklı olup debdebeli ömür sürenin tasvîrinde "o, Fransada Allah baba gibi yaşıyor" ("er lebt wie der Herr Gott in Frankreich") denmiştir.

[3] Onbeşinci yy Felemenkcesinin bolwercinden (ok: bolverk): Bent, set

[4] Fr dereglement de la nature humaine.

[5] Yunancada 'kent' anlamındaki polisten türetilmiş.

[6] Yine Yunancadaki polisten polir: Cilâlamak.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN