Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Mayıs 28, 2019

"Mümînin niyeti amelinden (eyleminden) üstündür"; "Ameller (eylemler)
niyetlere göre değer kazanır."
—Hadîs.

  1. Ödev, kişinin yerine getirmek zorunda olduğu işdir. Kişiye 'ben'inin dışından, demekki maddî yahut manevî, nasıl olursa olsun, cebir yoluyla iş gördürülüyorsa, onun zorunda olmaklığı keyfiyeti ortadan kalkar; yapılan iş de, ödev vasfını yitirir. Şu hâlde ödevin kaçınılmaz şartı, hikmetisebebi hürlüktür. Madem insan, 'benimliğ'i itibârıyla özden hürdür, öyleyse o, aynı zamanda ödev varlığıdır.

Hür olmayanın, ödevi bulunmaz. 'Ben'in, 'benimliğ'e dönüşmesi sonucunda kişide ödev bilinci belirir. Ödev duygusu, hürlüğün, o da benimliliğe-erişmişliğin, başka deyişle, insanlaşmışlığın şaşmaz göstergesidirler. Akılbâliğ kişinin, ödev duygusundan yoksun bulunması imkânsızdır. Bu duygunun, 'benim'e bildirdiğini fiile dönüştürüp dönüştürmeme kararı, irâdedir. 'Yapmalıyım' özden- buyruğunu yapmağa dönüştürme düzleminde karşılaştığımız irâde duygusunda hürlüğün tecellî ettiğini görüyoruz. Ne var ki, 'yapmalıyım'ı ya hâlisliği ya da çarpıtılmış şekliyle, yanî sahtesiyle gerçekleştirebiliriz.

Kişi ödevini nasıl yerine getirir? Ya süreklice dışarıdan alınan talimâtlar doğrultusunda ya da öz istemesiyle. Süreklice dışarıdan gelen dürtülere tâbî kimse, özerk olmayan, demekki rüşdünü ısbât etmemiş örf ile âdet adamıdır. Özden-buyruğu yönünde yapıp edense, özerk olan ahlâk kişisidir. Özerk olan ahlâk aşamasındaki insandır. O, gerek kendi 'ben'ine gerekse onun dışında yakın ve uzak çevresinde yer alan varolanları sırtlamış kişisi, 'yapmalıyım' 'özden-buyruğ'unu hayatın tekmil köşe bucağında eksiksizce yerine getirme çabasındaki 'benimlik' 'ödev-sorumluluk bilinci'ni taşıyan 'üstün insan' yolundaki kişidir.

  1. Vazife[i] yahut ödev nedir? Dilbilgisine göre, 'ödemek'ten gelen 'ödev', metafizik-ahlâk bağlamında, yaratılmışlığımın karşılığında, ödemek zorunda olduğum bedeldir. Şu durumda ödev, varolmamın karşılığı, anlamı, hikmetisebebidir. Kişinin, sorgulamalar çağına girmesiyle birlikte benliğinin, varlığı ile varoluşunun anlamına ilişkin sormaktan kendini alıkoyamadığı ve metafizik dediğimiz, "kimim?", "yaşıyorum da ne oluyor?", "niçin varım, niye yaşamaktayım; beni çevreleyen kişiler, canlılar, taşlar, toprak, güneş, ay ile yıldızlar, bunların hepsi neden var?", çeşidinden temel sorularının hedefi, ödev gerçekliğinin ortaya çıkarılması, keşfedilmesidir. Ödev gerçekliğinin ortaya çıkarılması, bir değerlendirme işidir. Demekki 'ödev', 'değer'dir. Aşağıdan yukarıya doğru basamaklanan bir değerler sıradüzeni var. Temel dirim-beşerliği işler hâlde tutmak, ödevler sıralamasında yer alan en alt basamaktaki değerdir.
  2. Ödevi, yapılması icâb edenin, gerektiği tarzda, gerçekleştirilmesi, şeklinde tarif edebiliriz. Burada yapılması icâb eden, nesneldir, 'benim'den bağımsızdır. Gerçekleştirmekse, 'benim'le ilgilidir, 'ben'e bağlıdır, özneldir. İkisi arasındaki râbıtayı da gerektiği tarz kurar. Öyleyse özne, gerçekleştirendir. Nesne,yapılması icâb edendir. Râbıta, gerektiği tarzdır.

Şu durumda, yapılması icâb edenin, gerektiği tarzda, gerçekleştirilmesi şeklinde tarif ettiğimiz ödevin içerdiği üç esâs bulunur: Doğa ile toplum zorlaması ve kişinin irâdesidir. Burada çözümlemeye en yatkın esâs, doğanınkisi, tamamıyla kapalı bulunan ise, kişiye ilişkin olandır. Nasıl, harekete biçim ve yön vermek sûretiyle akıl, eylemi boşandırıyorsa, aynı şey, istemeden türeyen irâde için de söz konusudur. İsteme ile irâde arasındaki ayırım çizgisini, en azından, görünüşte, farketmek zordur. İnce bir çözümlemeyi gerektirir. Dirim-beşer, dolayısıyla fizik-fizyolojik esâslı olan istemenin tersine, irâde fizikötesi ahlâk olayı olup insana mahsûstur.

  1. İşte bu olayı bize daha bir anlaşılır kılabilecek bir örneğe başvuralım: Bir tanıdığımın kurt köpeği vardı. Hayvan, pek yaşlanmışken —on üç yaşındayken— kanser yüzünden felc oldu. İhtiyâçlarını hep bağçenin bir köşesinde gidermeğe alıştırılmış köpek, hareket kâbiliyetini yitirmiş olduğundan, icâb ettikce, acı acı seslenirdi. Efendisi de onu kucakta çıkarırdı. Yine böyle bir muztarip seslenişin sonucunda efendisi hayvanı kucaklayarak dışarı çıkarıp bağçenin ortasına bırakmıştı. Fakat köpeğin bulunduğu yer, alışmış olduğu 'defihâcet mahali' değildi. Hayvan, sürüne sürüne o yere erişince defihâcette bulundu. Tabii, o hâlde bu işi gördüğünden, pislik bir nebze üstüne başına bulaşınca, yalanarak temizlenmeğe uğraştı. Sonra yine sürüne sürüne eve yönelmişti ki, efendisi, "bu kadarı da fazla oluyor" dercesine hayvanı tekrar kucaklayarak içeri taşımıştı. Bu örnek bizde, köpekte ödev duyuşu varmış da, bunu irâdesiyle ifâ ediyormuş izlenimini bırakıyor. Oysa durum, böyle değil.

Kurt (Canis lupus), çakal (Canis aureus), tilki (Canis vulpes), evcilleştirilmiş köpek (Canis familiaris) gibi türleri bulunan köpekgiller (Canidae), sürü hâlinde yaşayan hayvanlardır. Her sürünün başı bulunur. İnsana katılıp evcilleşmiş hayvanın efendisi, köpeğinin nezdinde sürübaşının yerini tutar. İnsan tarafından talim terbiye görmüş köpek, belli alışkanlıklar edinir. Geçerliliğini bilim teorisi bağlamında kanıtlayamasak bile, Charles Darwin'in doğal ayıklanma varsayımının, evrim çerçevesindeki kılavuzluk değerini inkâr edemeyiz. İşte, köpeğin, insana, yanî efendisine karşı davranışına doğal ayıklanma açısından baktığımızda, nelerin niye olup bittiğini anlayabiliriz.

Kimi köpek alttürlerine —ırklarına— mensup bireyler, insanın koruması, kollaması, beslemesi ile barındırması yoluyla yaşayakalma talihlerini[ii] arttırmışlardır. İnsanın, korumasını, kollamasını, beslemesi ile barındırmasını temin maksadıyla bahse konu köpek ırklarının bireyleri zamanla istidâtlarını konuştururlar. Onlarda kuvve hâlindeki beden ile zekâ yetilerinden insan yararlanmış, böylelikle de beşer ile köpek arasında bir nevi yaşamortaklığı[iii] oluşmuştur. İnsanla yaşamortaklığı boyunca köpekte belirmiş birsürü beden hüneri ile zekâ melekesi, onun yaban ortamındaki doğal durumunda ortaya çıkmamıştır. Zirâ bunlara lüzum yoktu.

Örneğimize tekrar dönersek; bahsettiğimiz köpek, bağçenin belli bir köşesine defihâcette bulunarak sağlık ile temizliğe riâyet etmek 'ödev'ini yerine getirdiğinin 'bilinc'inde değildir. Gördüğü talim ile terbiye sonucunda köpeğimiz, bağçenin belli bir köşesine defihâcette bulunmağa itiyât kesbetmiştir. O, bahsi geçen itiyâdını konuşturmağa kalkması, bir 'isteme'dir. Öyleyse isteme, itiyâdın kendini izhâr etme doğrultusundaki ısrarı yahut zorlamasıdır. Başka bir ifâdeyle, 'isteme', hayvanda, belki bitkide bile, dolaylı dahî olsa fizik-fizyolojik yapma- yaptırma gücüdür. Buna karşılık 'irâde', ahlâk esâslı olup kişinin karar verme ile kararını tatbîk mevkiine koyma gücünün ifâdesidir. Zaman zaman benzer izlenimleri uyandırıyorsa da, ikisinin mahreci birbirinden tamamıyla farklıdır. 'İsteme', evrim-fizik-fizyolojik çıkışlı olmasına karşılık 'irâde', maneviyât- ahlâk asıllıdır. Nihâyet, bir varolanı bu arada beşeri, canlı kılan fizyolojik faaliyetin mahreci evrimsel-kalıtsaldır; oysa insana mahsûs maneviyât-ahlâk hayatının menşei dirim-evrim aşkındır.

  1. İnsanın toplum-birey yaşamasının tümüne 'kültür' diyoruz. Onun da aslı esâsı maneviyât-ahlâktır. Toplum-kültür hayatının inşâasında insan, maddî-iktisâdî-toplumsal etkileşmeler-ilişkilerde elde ettiği malzemeleri kullanır. Mezkûr malzemeleri maneviyât-ahlâk kalıplarına dökerek kültür denilen yapılanmayı meydana getirir. Görüldüğü gibi, kültür dediğimiz yapılanmanın inşâat malzemesini, yahut Karl Marxi burada tekrarlarsak, altyapısını, maddî- iktisâdî-toplumsal etkileşimler-ilişkiler ağı teşkil eder. Ancak, bahsi geçen 'ağ' kendiliğinden tek başına ortaya çıkmaz. Yukarıda sözünü ettiğimiz üzre, 'maneviyât-ahlâk kalıpları'na göre biçim alır. Tek tek maneviyât-ahlâk kalıplarını yahut gözeneklerini yahut da Eflâtunun deyişiyle 'biçim'lerini (eidos, idea) insan, Allah tebliğinden edinir. Gönlünü, aklı ile zihnini kullanarak bahsi geçen malzemelerle söz konusu gözenekleri doldurup işlemek sûretiyle insan, kültürleri kurar. Gözeneklerin her doldurulup işlenme toplumsal-bireysel aşaması bir 'bilfiil eşyâ bütünlüğü'ne tekâbül eder. Gerek toplum gerekse birey bağlamında insan, 'bilfiil eşyâ arkaplanı'na mürâcaatla yaşar. Yaşarken algılananlar, 'bilfiil şey' olup bunlar, 'bilfiil eşyâ haznesi'nde, demekki toplumsal ve/ya bireysel hâfızada yer edinirler. Her duyu verisiyse, 'hazne'de varolan 'bilfiillik kazanmış şeyler'e geri götürülerek, bakılarak, değerlendirilip anlamlandırılır, yanî algılanır. Algıdan idrâke geçildikce de, ham duyu verisiyle aktarılan tasavvur içeriği daha bir zayıflar. Tasavvur içeriğinin zayıflaması, buna karşılık da kavramlaşmanın ağırlık kazanması bir zihin işlemi demek olan soyutlamayla olur.

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)

Ş. Teoman Duralı


[i] Vazife: İşe koştu/rdu; işe girdi, aldı; iş buldu, yükledi; atadı, tayin etti; yükümlü kıldı; görevlendirdi

  • bkz: Hans Wehr: "Arabic - English...", 1080.s.

[ii] İng chance of survival.

[iii] Y sünbiosis; Fr symbiose.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN