Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Mart 14, 2018
Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel dünya tasavvuru

MADDECİLİKMEKANİSİSM -I-

1. Esâs: Akılcılık-Deneycilik

Yeniçağ Avrupasında örnek bilim orununa yükselip oraya yerleşen mekanik nedensellik esâsına dayanarak çalışan fiziğin yöntemi, On yedinci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte hayatın bütün vechelerini sarıp sarmalayan 'dünya tasavvuru' olmağa yüz tutmuştur. Sözünü ettiğimiz klasik fizik uyarınca, evrendeki süreçler ile etkileşimler, 'makine'yi andırır, 'makinevârî' yürürler. Makinevârî yürüyen bir işleyişin, uzman kişiçin gizli kapalı yönü, esrârengîz ve muammâlı tarafı yoktur. Makinevârî tarzda işleyen ezelî ve ebedî evren düzeninin temel birimiyse, zaman ile mekân koordinatlarında yer alan ölçülüp biçilebilen maddedir. İşte, Klasik, yânî Galileo-Newtoncu mekanikten yahut fizikten türetilmiş dünya tasavvuru, Maddecilik-Mekanikcilik lakabıyla tanınmıştır.

Maddecilik-Mekanikcilik dünya tasavvuru çerçevesinde yaşayıp eyleyen biriçin karşılaşılan tekmil olaylar, ilkece, bilinmeğe açıktırlar. Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunamayan, ölçülüp biçilemeyen ne varsa, ilkece, inanca taallûk eder. İnanca taallûk eden ne varsa, yine ilkece, saçmadır, dolayısıyla da kaale alınmağa değmez. Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunabilen, ölçülüp biçilebilen, giderek kişinin yararına açık görünenler, doğrudan doğruya yahut dolaylı olarak duyulara konu olanlardır. Şu durumda duyular ötesi yahut duyu dışı olduğu iddia olunanlar, lâfıgüzâf, böylelikle de abestirler.

Maddecilik-Mekanikcilik, böylece, duyu verisi algılardan oluşmuş tasavvurların ortaya koyduğu[1] Akılcı-Deneyci dünyayla sınırlı bir anlayıştır. Burada inanca, itikâta, hele imâna; başka türlü söylersek, zaman ile mekân çerçevesini aşan, ölçüye, hesaba kitaba sığmaz; kısaca, maneviyât diye deyimlendirdiğimiz içe ilişkin değerler ağına[2] aslâ ve kat'a yer yoktur. İçsiz insansa, nedensel zorunlulukla Tanrıya bağlı değildir. Bu hâliyle maneviyât boyutundan ârî olan insan,[3] fizyolojik süreçler ile etkileşimlerin verisi nefsî (İng psychic)[4] bir var olan olarak her çeşit fizik-kimya araştırmaya, teşrîh ile açımlamaya uygundur. İnsanın embriyolojik-fizyolojik etkileşimleriyse, evrim sürecinden rastlantı sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bu da, nefsî beşerin[5] insanî cihetinin bulunmadığını gösterir. İşte, 'insan'ı 'beşer'den ibâret sayan anlayışa 'İnsancılık' diyoruz. Öyleyse İnsancı insan anlayışı, yaratık yahut yaratılmış olmayan rastgele mekanik beşer görüşüyle çakışır.

Kültürün üç esâsı vardır: Yaşamakçin zorunlu ihtiyâçların karşılanması hüneri ki, buna zanaat denir; ve beşerin, hemcinsleri, canlı ile cansız doğal çevresiyle kaçınılmazcasına kurduğu ilişkiler ağı ki, bu da bize gelenekler ile görenekleri verir; ve nihâyet, Yunanlıların Arkhe dedikleri, esâsların da esâsı olan inançlar ki, bunlar, İslâm terim dağarında imân diye geçer.

Canlıların yaradılıştan belirlenmiş gen düzenlerine karşılık, insanda süreklice inşâa olunan inançlar ile bunların teşkîl ettikleri nizâmlar bulunur. Kerterizlerini, Kur'ânî Tebliğ misâli, doğrudan yahut Kamlıkta (Şamanlık) gördüğümüz gibi, dolaylı şekilde Tanrıdan alan inanç düzenlerine, geniş anlamda, din diyoruz.

Tarih boyunca din ile kültür, anlamca örtüşmüşlerdir. Nitekim Arapça'da kültür yahut medeniyet anlamına gelen tamaddun (OsmT temeddün), 'din'le aynı söz kökünden gelir. Giderek, şehir devleti, kent anlamındaki 'medîne' ile ondan türetilmiş 'medeniyet' dahî bir köktendirler.[6]

Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, önceki yahut çağdaşı medeniyetler ile kültürlerden bambaşkalığı, burada ilk defa insanlık âleminde din ile kültürün tümüyle ayrışmalarıdır. Daha doğrusu, din, kültürü oluşturan tabakalardan biri hâline gelmiştir. Nitekim, Karl Marx'ın iddiasına göre, din, üstyapı kurumlarından biridir.

Kültürün, dine taallûk etmeyen öteki tabakaları dindışı (Fr seculaire) yahut uhrevînin (Fr divin) zıttı anlamında, dünyevî (Fr profane) şeklinde tavsîf olunmuşlardır. Dindışı kültürün en önemli özelliği, dinî olanın tersine, kendisine vucut veren inançların, çağdan çağa, ortamdan ortama ve bakış açısına göre değişime açık olmaları ve oluşturulmalarıdır. İlahî tebliğle bildirilmiş mürâcaat noktalarına dayanılarak oluşturulmuş inançlar kutsaldır. Şu durumda kutsal kabul olunan inançların vucut verdikleri kültürün tamamı da kutsaldır. Duyumlanan olup bitenleri belirleyen görünmez bir güce kudrete inanılır ki, buna da ruh denir.

Ehlikitab olsun olmasın, hattâ Kamlık, Hinduluk, Burkancılık gibi, âşîkâr Tanrı fikrini taşımayanlar dahî dâhil olmak üzre, tüm dinlerin ortak paydası, alelıtrâk ruh kavrayışıdır. Herkes, zihin seviyesince, kendi beninde olduğu kadar, özge insanların, öyleki canlı ile cansız varolanlarda varsayılan benlerde de alelıtrâk 'ruh'un tezâhürünü, bir biçimde, görmeğe gayret etmiştir. Ruhumun kendisini bende duymuşuna, hissettirmesine, 'basîret' diyoruz. Başka bir ifâdeyle, 'basîret', 'iç görüş'tür,[7] 'gönül gözüyle görmedir'. Gönül gözüyle görmeyse, kişiyi 'içten'[8] kılar. Gönül gözüyle görerek benim 'içten bilen', 'bilinçli'dir. Bilinci kuran unsurlar, kişisel yorumlamalar sûretiyle imândan neşet ettirilmiş inançlardır. İmân/lar, zamanla toplumsallaşarak inananların ortak paydası hâline gelir. İmânın yahut imânların, toplumda yaygınlaşıp ona mâl olmalarıyla birlikte, yorumlanmaları benler arasında farklılık gösterir. Yorumlamanın derecesi, toplumun zihin seviyesiyle doğrudan bağlantılıdır. Zirveye ulaştığı toplum çeşidiyse, felsefîleşmiş medeniyettir. Orada artık, yorumlama, eleştirel veche kazanmıştır. Felsefîleşmiş medeniyette en üst kertesine erişen zihin-kültür işleyişi, yozlaşmanın da baş göstermesine yol açan ana etkendir. Felsefîleşmiş medeniyetleri, böylelikle infilâk edip varını yoğunu fezâya ışıl ışıl saçarak en azından onun bir kesimini ışığa kesen yıldızlara benzetebiliriz.

İmân ortaklığı, 'benler'i biz kılar. O, sonuçta 'biz'i 'bizler'e, yânî 'din kardeşliği'ne, önünde sonunda da 'İnsanlığ'a götürür. Bunun yanındaysa, imânın anlaşılıp değerlendirilmesi ile yorumlanmasından zuhur eden inanç farklılıklarından da 'özgün kişilik'ler doğar. İmân, Mutlak İyinin, Meşrûunun Kelâmına sorgusuz sorusuz bağlanmadır. Bağlanılan İmâna halel getirmemek şartıyla, yine onun yüzü suyu hürmetine inançlardaki farklılıklar, hoş görülürler. Mümîn, esâsların esâsı Allahın Vahdetine inanmanın yanısıra, imân yoldaşlarının farklı yaradılışları ile anlayışlarına dahî saygı gösterip güvenendir. 'İçten bilen'e bilinçli demiştik. Birbirlerini içten bilerek ve sayarak imân ipine sarılmış bireylerden oluşmuş topluma 'Dayanışmacı-Toplumcu' diyoruz.

Benin dışında olup bitenlerin duyumlanarak algılanmalarıyla yetinen 'bilme' türüne 'bilgi' denilir. 'Bilinç', şu hâlde, 'benin içerisini —ruhu—; 'bilgi'yse, bendışındaki satıhları bilmedir. Yeniçağdan önceki kültürlerde, özellikle de medeniyetleşmiş olanlarda, bilgi de, öyleki kimisinde, onun felsefî anlamda sistemleştirilmiş durumunu ifâde eden bilim de vardı. Ancak, Ispanyol filosofu Jose Ortega y Gasset'in (1883 - 1955) de bildirdiği üzre, "gerek tek tek bilimler gerekse bilimin kendisi Ortaçağda ikinci dereceden bir bilgi türü olarak kabul ediliyordu... Bir olayın, meselâ, optik tarafından tesbît olunup açıklanması, onun, henüz kabule şâyân gerçek olduğunu göstermezdi. Esâs olan, evvelemirde, ilahiyât ve bilâhare felsefedir... 1550lere değin bilimlerden beklenen dünyayı inşâa etmeleri değildi..."[9] Peki, insan, neye yaslanarak yaşayabilmiştir. Ortega y Gasset'in "yaşayıp yaşatan akıl" (Isp "razon vital") dediği, bizim ise 'aklıselîm' şeklinde deyimlendirdiğimiz bir mercie sırtını vermiş insanlar, 'Yeniçağ'a değin yaklaşık iki yüz bin yıldır yaşayagelmişlerlerdir. Aklıselîm, hissiselîm, zevkiselîm kişi, mütedeyyin[10] insan olmuştur. Aklıselîm sâhibi mütedeyyin insan, haddini hududunu tanıyan kişidir. Böyle bir kimse, 'salt akl'ın dahî nerelerden nerelere uzanabileceğini kestirir; tüm gerçekliğin onun kendi kavrayışına açık bulunmadığını kabul eder. Salt akılla kavrayamayıp açıklayamadığı gerçeklik kesimlerine saygıyla, hattâ huşûula eğilir.

Salt akıl, aklıselîm, hissiselîm ile zevkiselîm, aklın bölmeleridir. Gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde insan yaşamasında bu bölmeler arasında karışıklık yahut saha ihlâlleri ortaya çıkarsa, buradan bunalım doğar. İşte 1550'lerden itibâren tam da böyle bir durum belirmeğe başlamıştır.[11] Bu çarpıcı geçiş devrinin başta gelen etkeni, Galileo Galilei (1564 - 1642) ile onun abidevî eseridir. Gerçekten de Galilei'yi Orta ile Yeniçağların arasında sınır taşı gibi görebiliriz. Onunla, en azından, teorik düzlemde, uhrevî ile dünyevî yahut din ile dindışı kesimler arasında bir daha birleştirilememecesine keskin bir ayırım çizgisinin çekildiğine tanık oluyoruz. Onda başlayan bu ayırım çizgisi, Rene Descartes'ın elinde felsefî işlenmişliğin doruğuna erişecektir.

Galilei felsefesi dörd ana sav çevresinde yol alır: Bir, Leh gökbilimci Nicolas Copernicus" tan (1473 - 1543) devralınan yaradılmış evrenin (kâinat) merkezinin Güneş olduğu fikridir; iki, doğanın, Aristoteles'in (384 - 322) organik esâslı Klasik felsefe-biliminin öne sürdüğünün tersine, mekanik yasalılık uyarınca yürüdüğüdür; üç, mekanik yasalılığa sığmayan gerçeklik kesitlerinin açıklanma imkânından yoksun sayılması; ve nihâyet dört, mekanik yasalılığın, dış etkiye marûz kalmaksızın kendiliğinden harekete geçemeyen doğa olaylarının matematik dil ve yöntemle tasvîr edilme tarzı ve kuralları olduğudur.

Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Çağdaş Küresel Medeniyet – Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz Yahudi Medeniyeti – Anlamı, Gelişimi ve Konumu' isimli kitabından alıntılanmıştır.

[1]L Pono: 'Koydum', 'ortaya koydum', 'yerleştirdim'^~ponere: 'Koymak', 'ortaya gelişigüzel koymak', 'yerleştirmek'... Ponerenin edilgen çatı ortaç hâli: Positus——positivus: 'Ortaya şöylece koyulmuş', 'öngörülmüş', 'kabul olunmuş' —— Positivcilik: 'Ortaya koyulmuş olan'a, 'ortada durup da görünen'e 'inanmak', 'bel bağlamak' —bkz: Guido Gomez de Silva: "Breve Diccionario etimologico de la Lengua Espanola", 556. s;

ayrıca bkz: A. Walde: "Lateinisches etymologisches Wörterbuch", II. cilt, 335. s.

[2] Fr reseau des valeurs intrinseques.

[3] Maneviyât boyutundan yoksun, kendisini biyo-fizik işleyişlerinden ibâret varlık olarak kabul eden 'insan'a 'beşer' dediğimizi burada tekrar hatırlatıyoruz.

[4] Psychic: Pertaining to, or characterised by, the 'lower soul' or animal soul, as distinct from the spirit or 'higher animal' —"Shorter OED", 3700. s: "Nefsî: 'Manâ'dan yahut 'yüksek hayvan ruhu'ndan farklı olarak 'alçak ruh' yahut düpedüz 'hayvan ruhu' özelliğini taşıyan yahut da o kesimden olan".

[5] Fr homme psychique.

[6] Bkz: Muhammed Naquib Al-Attas: "Islam and Secularism", 48.&49. syflr.

[7]Alm die innere Sicht, innere Anschauung; Fr vision interne.

[8] Alm innig; Fr intime.

[9] Jose Ortega y Gasset: "En Torno a Galileo...", 93.&94. syflr.

[10] Alm Fromm; Fr pieux.

[11] Bkz: Jose Ortega y Gasset: A.g.e, VI. Bölüm: Cambio y Crisis (75. s), VIII: En el Transito del Cristi- anismo al Racionalismo (132.s), XI: El Homre del Siglo XV, XII: Renacimiento y Retorno (218. s); ayrıca bkz: Johan Huizinga: "Herfsttij der Middeleeuwen...": 12. Bölüm: De Verbeelding van al het Heilige (148. s), 13: Typen van Godsdienstig Leven (174. s), 14: Godsdienstige Aandoening en Gods- dienstige Verbeelding (190. s), 16: Realisme en het Bezwijken der Verbeelding in de Mystiek (216. s), 17: De Denkvormen in het Praktische Leven (231. s).

Ş. Teoman Duralı

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN