Arama

Prof. Dr. Ömer Türker
Ocak 2, 2020
Tiksinti ve eleştiri: İslam medeniyeti ve düşüncesinin ihmali ne anlama gelir?

Müslümanlık tarih sahnesine çıkışıyla birlikte yarım asır içinde bilinen dünyanın önemli bir kısmına yayıldı. Fakat meseleyi Hicaz'da bulunan hazır bir kıtanın Endülüs'ten Türkistan'a uzanan bölgeyi ele geçirmesi görürsek tam olarak anlayamayız. İslam'ın yayılması, yalnızca bir muzaffer komutan ve ordusunun fetih hareketi değildir. Zira askeri başarılar beraberinde geniş çaplı bir İslamlaşmayı getirdi. Müslümanlar, önce yeni dinin temel değerlerini kurumsallaştıracak şehirler ve ilim halkaları kurdular. Ardından Hz. Peygamber'de (s) dile geldiğine iman ettikleri hakikatleri tahkik etme çabasına girdiler. Tahkik çabası sayesinde İslam'ın yayıldığı bölgelerdeki insanlık mirasını tevarüs edip önce ölmeye yüz tutmuş bilimleri yeniden inşa ettiler, sonra da insanî bilgi dağarcığının bütün alanlarında muazzam bir araştırma faaliyetine giriştiler. İslam Peygamber'i (s) başlangıçta Müslümanların ümmî olduğunu söylemişti. Fakat iki yüzyıl içinde Müslümanlar, tarihin o zamana dek şahit olmadığı ölçüde yayınlık kazanan bir kitabî kültüre ulaştılar. Miladî dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde dünyanın gören gözü, işiten kulağı ve düşünen zihnini İslam medeniyeti mensupları temsil eder hale geldi.

Müslümanlar dünyadaki bilimsel ve medenî üstünlüğü on yedinci yüzyıla kadar devam ettirdiler. Aslına bakılırsa Batı'da on altıncı yüzyılın ikinci yarısından başlayan bilimsel atılım, sonuçlarını gerçek anlamda on sekizinci yüzyıldan itibaren devşirmeye başladı. Bu sebeple medenî üstünlüğün Batı'ya geçtiğinin hakiki anlamda fark edilmesi ve kabullenilmesi, on sekizinci yüzyılın sonlarına kadar uzanır. Fakat Batı'yı tanıma çabaları, kanaatimce, beklenmedik bir gelişmeye yol açtı.

Özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı medeniyetini tanıma imkânı bulan ama İslam düşünce geleneğini derinlemesine bilmeyen aydınlar zümresi yetişmeye başladı. Bu hususta istisnai örnekler yahut kullanılan dilin klasik İslam geleneğine derin göndermelerde bulunuyor olması bizi yanıltmamalıdır. Türkler Müslüman olduktan sonra süreç içinde Türkçe de büyük dönüşümler geçirerek büyük bir İslam dili haline geldi. Çağdaş dönemde "asker millet" söylenceleriyle iyiden iyiye unuttuk ama İslam düşünce tarihinde pek çok kurucu düşünür, Türkistan topraklarında yetişti. İslam döneminde matematik bilimleri geleneğinin kurucusu Harezmî ve felsefe geleneğinin gerçek anlamda kurucusu Fârâbî bunlar arasında belki de en şöhretli olanlarıdır. Her ne kadar bilim dili Arapça olsa da İslam'ı anlama, yaşama ve yorumlama çabaları, Arapça dışındaki dilleri de derinlemesine dönüştürdü. Bu durum, sadece Türkçe için değil, Farsça, Kürtçe, Urduca ve Malay dilleri gibi sair Müslüman milletlerin dili için de geçerlidir. Özellikle Osmanlı Türkçesi önce tasavvuf eserleri, sonra da diğer bilimlerin temel eserlerinin Türkçeye tercümesi veya Türkçe yazılmasıyla İslam'ın medenî birikimini tüm yönleriyle ifade edebilecek bir vüsat ve derinliğe ulaştı. Bu bakımdan Osmanlının son döneminde yetişen aydınların konuştuğu Türkçe, onların birikimini değil, kendi vüsatı ve derinliğini garanti eder. Zira Batı'da tahsilini tamamlayan ve ileri düzey eğitim alabilen insanlar, süreç içinde, İslam düşünce geleneğinin kaynaklarını ya okumadılar ya da okuyacak araçlardan yoksun kalmaya başladılar.

Diğer yandan on dokuzuncu yüzyılın başından itibaren önce Almanya, sonra diğer Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan tarih yazımı, bilimin geldiği nokta ile Müslümanlar arasında bağı kopardı. Müslümanlar medeniyet sofrasını yeniden kuranlar tarafından bütünüyle dışlandılar. Batı hem klasik dünyanın bilimsel kabullerinden kökten kopuşlar içeren yeni bir bilim inşa etti hem İslam medeniyetinin hâkim değerlerinden farklı bir değer manzumesi benimsedi. Yeni durumu, geniş bir antropolojik çalışmalar ağıyla destekleyerek insanlık tarihini yeniden yazdı. Bu tarih yazımından İslam'a yalnızca Yunan mucizesini taşıma payesi verildi. Bir kısım münferit çalışmalarda bu tavır sorgulansa da hala devam ettiğini belirtmek gerekir.

Kuşkusuz Batı'nın tarih yazımında İslam bilim ve medeniyetine nasıl bir yer verildiği önemlidir. Zira hâkim medeniyet, diğer alanların yanı sıra kültür alanında da müeyyide uygulama salahiyetine sahip olduğundan, Batı dışındaki medenî havzalar, kültürel müeyyidenin üstesinden gelebilecek anlatıya katılmaya ihtiyaç duymuşlardır. Fakat şaşırtıcı olan şey, bizatihi İslam dünyasındaki aydın ve âlimlerin de aynı tarih yazımının bir parçası haline gelmesidir. Söz konusu aydın ve âlimler, oldukça farklı yollardan aynı noktaya ulaştılar.

Bir kısmı, İslam dünyasının Batı karşısındaki yenilgisinden İslam bilimler geleneği sorumlu tutarak bilhassa Gazzâlî sonrası dönemi bir çöküş dönemi olarak niteledi. Bu yaklaşım, uzunca bir süre, İslam dünyasında klasik İslam geleneğini referans kabul etmek isteyenlerin neredeyse ortak paydasını oluşturdu. Dolayısıyla bu yaklaşım, İslam düşünce geleneğine yönelik ilgisizlikten değil, hoşnutsuzluktan doğdu. Ama M. 9-11. Yüzyıllar arasını İslam düşüncesinin "canlı" ve "özgün" çağları olarak nitelendirdi, sonraki dönemleri ise gerileme yüzyılları olarak kabul etti. Fakat süreç içinde bu tez, Batılıların tarih yazımının bir parçasına dönüşerek "canlı" ve "özgün" nitelemelerinden sadece "canlı" kavramına sahip çıkabildi. Çünkü özgünlük Yunan lehine Müslümanların elinden alınmıştı.

Bir diğer kısım ise İslam düşünce geleneğine ilgisiz kalmayı, fikrî üstünlük ve modernleşme çabasının bir parçası olarak gördü. Örgün eğitimden İslam bilimler geleneğinin elenmesi, bu tavrı fazlasıyla besledi. Fakat mesele, sadece bununla da sınırlı değildir. Çünkü örgün eğitimde İslam geleneğinin şu veya bu ölçüde bulunduğu diğer İslam ülkelerinde de aynı görüşler peyda oldu. Bu yaklaşımın kilit noktası, çağdaş uygarlığa eklemlenme sürecinin bir paydaşlığa dönüşebilmesi için İslam düşünce geleneğinden köklü bir kopuş –dönüşüm değil- yaşanması gerektiğidir. Dolayısıyla bu yaklaşımı benimseyenler, süreç içinde İslam düşünce geleneğinin duyarlılıklarına, terminolojisine ve problemler ağına yabancılaşmayı bile isteye tercih ettiler ve ılımlı bir oryantalistin bile sahip olabileceği hislerden mahrum kaldılar. Bunlar için Batı'nın tarih yazımı, uygun bir inşadan öte hakikatin ta kendisi haline geldi.

Her iki görüşün de ortak bir tavırda birleştiği görülür: İslam düşünce geleneğinin gücü ve zaaflarını tespit etme zahmetine katlanmamak. Sonuç itibariyle Batılıların klasik dünyayla hesaplaşması, verili kabul edilmiş ve onların tespit ve değerlendirmeleri üzerinden İslam bilimler mirası değerlendirilmiştir. Gazzâlî sonrasında İslam düşüncesinin tıkandığı iddiasının en sağdan en sola kadar yaygınlığını dikkate almak bile, İslam dünyasındaki aydınların zeka ve idraklerinin ne denli tutsak olduğunu görmek için yeterlidir. Bütün dönemlerde tarih yazımı ithalinin bedeli, çok maliyetli olmuştur. Çünkü bilgi, zihni inşa eder. Her şeyin bedeli, kendi cinsinden bir şey olur. Bu bağlamda zihin inşasının bedeli para değildir. Dolayısıyla böylesi tutsaklığın müncer olabileceği noktayı tahmin etmek güç olmasa gerektir: Birinci gruptakiler hoşnutsuzluğu, ikinci gruptakiler ise ilgisizliği, kendi fikrî miraslarına karşı tiksintiye dönüştürmüştür.

Türkiye özelinde bu tiksintinin bize oldukça maliyetli olduğunu belirtmek gerekir. Her şeyden önce dilimiz, insanlığın bilimsel mirasıyla irtibat kurabilecek vüsattan yoksun kaldı. Artık İngilizce, Almanca gibi Batı dilleri aracılığı olmadan klasik dünyayla irtibat kurabilecek bir dağarcığa sahip değiliz. İslam medeniyetinin zaaflarından arınalım derken, kurumsal kazanımlarından da yoksun kaldık. Belki bütün bunlardan daha önemlisi, tarihsel hafızamızı önemli ölçüde yitirerek hasrete dönüştürdük. Bilgiyi duyguların tutsağı haline getiren bir tarih bilincinin çarpıklığıyla mücadele etmek zorunda kaldık ve hala aynı dertten mustaribiz. Klasik düşünürlerimizin heybetini kaybettik. Fârâbî, İbn Sînâ, Fahreddin er-Râzî, İbnü'l-Arabî gibi kurucu klasikler ile Fenarî, Teftâzânî, Cürcânî, Devvânî gibi yorumlayıcı klasiklerini hem heybetini hem de hiyerarşisini unuttuk. Bu sebeple de olanca çabalara ve derinlikli uzmanlıklara rağmen özgün teoriler geliştirmeye direnen bir zihin dünyasına sahibiz. Özellikle metafizik, ahlak ve siyaset alanında özgünlük kazandıran tarihsel derinliği, henüz kazanmış değiliz.

İslam ülkelerinin her birinin bu sürece ilişkin farklı ve dikkate değer tecrübesi bulunmaktadır. Fakat neredeyse bütün İslam ülkelerinde fikrî diriliş hareketleri beklenmedik kesimlerde ve kurumlarda gelişmiştir. Yakın tarihe ilişkin yazılarımız da hala sorunlu için bu süreci sağlıklı değerlendirmek zor ama yine değerlendirme denemesi yapmak gerekiyor.

Prof. Dr. Ömer Türker

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN