Türklerin Beyaz Gecesi
Yaklaşık yedi-sekiz yıldır tarih ve bu alanın gerektirdiği yan dallarda yoğun okumalar yapıyorum. Okumalarım son dönemde 13 ve 14.yy Anadolusu üzerinde kristalize oldu. Kimi zaman farklı çağ ve coğrafyalar üzerine eğilsem de buradaki amacım gene bahsettiğim dönemi daha iyi algılayabilmek... Tabii bunun kimi handikapları var. Mesela… "Ne çalışıyorsun?" diye soran olduğu vakit "13 ve 14.yy Anadolusu" cevabını verdiğimde bana "Acaba neden 15 değil de 13" veya "Seni 13'de durduran ne oldu?" der gibi baktıklarını derhal fark ediyorum. Yani "13.yy" dediğiniz, mesela bir 19.yy gibi öyle hemen beraberinde alaka sebeplerini taşıyan ve aktaran bir çağ değil. Muhakkak bir açıklamaya muhtaç bırakıyor.
Bu yazımda müteveffa Sezai Karakoç üstadın nefis Yunus Emre kitabının giriş bölümü üzerinden kısa bir 13 ve 14.yy panoraması çizmeye gayret edeceğim. Bu, "Neden 13.yy?" sorusunun cevabını da verecektir. Aynı zamanda alışılmadık da bir şiir şerhi vazifesi görecektir. Zira, üstadın "Çevre" adını verdiği bu giriş bölümü bana göre düz yazı formunda bir şiirdir. Ama öncesinde altyapıyı hazırlaması için lafı çok da uzatmadan bir 11 ve 12.yy turu yapalım.
Türkiye Selçukluları Bir Gazi Devlet Olarak Kuruldu
Türkiye Selçuklu Devleti 11.yy sonunda kurulmuştur dense de iptidaî evresinde henüz bir akıncı devlet görünümündeydi. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, İznik'i Bizans iç işleri ve taht mücadelelerine dahil olarak elde etmiş, gözünü de aslında Rûm'dan ziyade Suriye'ye dikmişti. Zaten Suriye için verdiği mücadeleler esnasında hayatını kaybetti. Yerine geçen oğlu Kılıçarslan da Haçlı Seferleri'nin başlaması nedeniyle Türkiye'de yerleşik bir Selçuklu Devleti kuracak/oturtacak vakti bulamadı. O da Haçlılara gösterdiği büyük kahramanlıkların ardından (Osman Turan bu çağa destan çağının başlangıcı der) babası ile aynı kaderi yaşadı.
I.Kılıçarslan'dan sonra Türkiye'de hakimiyet artık Danişmendli devletindedir. Danişmendliler de Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması için Haçlılar, Bizanslılar, Ermeniler ve Gürcülerle büyük mücadeleler verdi. İstitrâden belirtmek isterim ki devletleri ortadan kalktığında bile neredeyse bir derin yapı hüviyetinde Selçuklulara hizmet etmeyi sürdürdüler. Selçuklu devleti de ortadan kalktıktan sonra Karesi Beyliği'nin kuruluşunda etkin olduklarını görüyoruz. Karesi gazileriyle birlikte Orhan Gazi oğlu Süleyman Şah'ın nökerliğine doğru uzanan -kesinlikle irdelenmesi gereken- uzun bir yola çıktılar.
I.Kılıçarslan sonrası Selçuklu Sultanı Mesud, Danişmendlilerin Rûm hakimiyetini kabul etmiş görünmektedir. Fakat Sultan Mesud'un yaşamının sonlarına doğru Türkiye Selçuklu gücü yeniden eline almayı başarır. Malum, oğlu II. Kılıçarslan, Miryokefalon'da Bizans'a neredeyse bir Malazgirt şiddetinde öldürücü bir darbe vurunca; hem Selçuklu'nun gücünü pekiştirir hem de Bizans ve diğer Türk ailelerin Rûm'da hakimiyet umutlarını bitirir.
Sultan II. Kılıçarslan ömrünün sonlarına doğru Türkiye'yi 11 oğlu arasında taksim etmek istedi. Bu bize iki noktayı işaret eder: Birincisi "Devlet hanedanın ortak malıdır" diyen Orta Asya-Türk hakimiyet anlayışı bu çağda hala canlıdır. İkincisi, Türkiye'de İslamlaşma ve Türkleşme için verilen mücadeleler nedeniyle "merkeziyetçi algı" 12.yy sonunda dahi henüz gelişmemiştir.
13.yy'ın başında Sultanların artık Keyhüsrev, Keykubad, Keykavus gibi Pers şahlarının isimlerini aldıklarını görüyoruz. Şüphesiz bu artık değişen vizyonun işaretidir. Tamamen Türkmen hakimiyetindeki gazi devlet hüviyetinden, İranî vezirlerin görev aldığı merkezi yapısı güçlü bir imparatorluğa… Bu yazıda hangi biçimin doğru hangisinin yanlış olduğu üzerinde durmayacağım. I.Alaaddin Keykubad zamanında Türkiye Selçuklu altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde imar faaliyetleri bir an bile durmaz: Camiler, hanlar, hamamlar, türbeler ve en önemlisi ticaretin canlılığını gösteren kervansaraylar. Anadolu'nun yeni sahipleri 150 yıl sonra artık yaşadıkları coğrafyaya imzasını silinmez bir şekilde atmaya başlamıştır.
Menkıbelerden anladığımız, Alaaddin Keykubad devletin yeni -merkeziyetçi- yapısına rağmen çeperde kalmış asabiyeyi; yani Türkmenleri mutlu etmesini de bilmiştir. Hatta Türkmen babalarını mağaralarda ziyaret etmiş, dualarını almıştır. Ki kendisinden sonra gerçekleşen Babai isyanının gerekçelerinden biri "Alaaddin Keykubad'ın kanının istenmesi"dir. Ariflerin Menkıbelerinde Alaaddin Keykubad'ın Mevlana'ya mürid olduğundan bahsedilse de gerçekte Türkmen bir Vefai şeyhi olan Babailerin lideri Baba İlyas Horosani'ye müntesip (veya muhib) olduğu görünmektedir. Alaaddin Keykubad sonrası II.Gıyaseddin Keyhüsrev tahtta iken 1243'te gelen Moğol darbesi -Sezai Karakoç'un deyimiyle- parlak Selçuklu avizesini gürültüyle yere indirmiştir.
Türkiye Selçukluları Bir Anadolu İhtirası Oluşturamadı
Destan çağı (11 ve 12.yy) ve parlak Altın çağının (13.yy ilk yarısı) ardından Moğol taassubu ile Anadolu adeta bir gece karanlığı yaşamaya başlar. Neden? Sezai Karakoç'un Türkiye Selçuklularını tanımlarken ortaya serdiği gerekçelere bakalım:
Birincisi: Türkiye Selçukluları, Büyük Selçuklu'nun Anadolu'daki uzantısıdır ve Büyük Selçuklu sahneden çekileli çok olmuştur. Aort damarı patlamıştır. Anadolu'daki Selçuklu'nun bu nedenle uzun yaşaması beklenemez.
İkincisi: Anadolu büyük perspektiflerin toprağıdır, büyük savaşlara ayarlıdır, büyük hükümdar aksiyonu gerekir. Saf bir gönül medeniyeti olan Türkiye Selçuklu bunu karşılayamamıştır.
Üçüncüsü: Türkiye Selçukluları'nın misyonu Anadolu İslamlaşmasının iptidaî evresini tamamlamaktır ve bunu da zaten başarmıştır. Güçlü bir Selçuklu duygusu yaratmış, halkı imar çalışmaları ile içten aydınlatmış ve yemişli/zeytin altı bir medeniyet oluşturmuştur.
Dördüncüsü: Alçakgönüllü Türkiye Selçuklu'nun dünya çapında bir iddiası olamamıştır ve Büyük Anadolu olmak için ortaya sermesi gereken ihtirastan yoksundur. Tabii bunu menfi bir durum olarak algılamak da mümkün değildir zira Türkiye Selçukluları'nın misyonu bu ihtirasın oluşması için gerekli sulh ve sükûnu sağlamaktır.
Beşincisi: Sağdan ve soldan gelen saldırı ve taassuplara karşı koyabilecek bir Selçuklu ideası bulunmamaktır. Selçuklu bir idea olmaktan öte bir duygudur. Duyarlılıktır. Bulutsuz bir yaz medeniyetidir. Taassupların neden olduğu metafizik yaralara metafizik çareler sunamamaktadır.
Müslüman Türklerin Fener Alayları
Bulutsuz bir yaz ikindisi olan Türkiye Selçuklu medeniyeti, 13.yy ortalarında başlayan Moğol saldırıları sonrası adeta bir metafizik gece yaşamaya başlar. Gümüş avadanlıklar yerlere çarpılmıştır. Sütunlar devrilmiştir. Anadolu'nun Müslüman Türkleri bir korku, dine yönelen bir şüphe ve gönül bulantısı yaşar. Kuzgun vaktinin ortasında ruhlarda metafizik yaralar açılmıştır. Peki, çare nedir?
Sezai Karakoç'a kulak verelim:
"Anadolu kendini ancak büyük bir metafizik hamlesiyle koruyabilir ve büyük bir tarihi oluşla yeniden kurabilirdi. Saf bir gönül medeniyeti, bulutsuz bir yaz medeniyeti olan Selçuklu yetmezdi bu ihtiyaca. Gönül bulanmıştı bir kere. Kafa sarsılmıştı. Ruh, bin yerinden hallaçlanmıştı… Dünya sağ ve sol elini getirerek Anadolu'yu boğmak istemişti. Öyleyse dünyaya meydan okumak, dünyanın karşısına çıkmak, dünya çapında ayağa kalkmak, temelinde temiz ama hacminde büyük ihtiraslarla, niyetlerle sesi yükseltmek gerekti. Yeni Anadolu, Büyük Anadolu olmak ödevine çağrılıyordu."
Anadolu İslam kültürüne yeniden ve daha ihtiraslı bir diriliş gerekmektedir diyor yani Karakoç. Öyle bir diriliş olmalı ki bu tüm dünyaya cevap olmalı ve kalıcılığı başarmalıdır. İşte 13.yy yıkımın ve yeniden dirilişin çağıdır. Üzerinde ısrarla durmalı, çok iyi anlaşılmalı ve müsteşriklerin çarpık okumalarından arındırılmış şekilde her fırsatta anlatılmalıdır. Sezai Karakoç sadece 5 sayfada (Yunus Emre kitabının giriş bölümünde) üslubunun bütün zarafet ve lezizliği ile bu gerçeği bizlere öğretmektedir. Kuzgun vaktinden sonra Büyük Anadolu ihtirası için kimler sorumluluk almıştır peki? Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Serhat Akıncıları, Şeyh Edebali, Ahiler…
Sezai Karakoç metafizik gecenin bitip dirilişin/onarımın dindar ellerde nasıl müjdelendiğini gene muazzam anlatır: "Gece şölenleri, dağ başlarında yakılan ateşler, fener alayları, horoz seslerine gebe bir vaktin öncesindeki gece yarısı yüzyılıdır (13.yy sonları) bu yüzyıl. Veya bir beyaz gece yüzyılı. Anadolu, korkunç, absürd denecek çapta bir saldırışın ardından kendini onarmaktadır. Her tarafta sarılan yaralar sızlıyor, doğum sancıları boğaza doğru yükseliyor. Devrilen taşlar, yeniden dikiliyor. Selçuk çekilirken, yerinde, yeniden doğuşunu yapan Müslüman, Türk, canlı bir Anadolu parlıyordu."
Gerçekler Tatlı Su Gibi Hasta Zihni Zehirler
Parlak Selçuklu ikindisi, karanlık Moğol istilası ve dindar eller üzerinde yükselen fener alayları ile aydınlanmaya başlayan gecenin sonu… İşte 13.yy... Şüphe ve korkunun kol gezdiği, metafizik yaraların ruhları bulandırdığı gece vaktini, dönemin ateşlerinden biri olan Yunus Emre işte şöyle anlatır: "Müsülmânlar zamâne yatlu oldı / Helâl yinmez harâm kıymetlü oldı / Okınan Kur'ân'a kulak tutulmaz / Şeytânlar semirdi kuvvetlü oldı". Şükür ki 13.yy sonunda tabib-i maneviler, büyük adamlar ve liderler arka arkaya sökün etmiştir. Yoksa, bir taşın üstüne tüneyip yüzyıllardır kıpırdamadan duran entrika bakışlı Bizans baykuşunun Anadolu'yu yeniden ele geçirmesine tarih tanıklık edecekti. Ki 9 ve 10.yy boyunca aynen böyle olmuştur. Abbasi devletinin zayıflamasından faydalanan Bizans baykuşu, Makedon hanedanlığı sırasında Anadolu'da hakimiyeti yüzbinlerce Müslümanı öldürerek almayı başarmıştır.
Üstadın bizlere 13. ve 14.yy'ı (dirilişi) anlamaya çalışırken kulağımıza küpe etmemizi istediği bir uyarısı vardır: Kimilerinin bu çağı zavallı sapkınlıkların yaşama imkanı için fırsata çevirmek istediğinden bahseder. Ki ne kast ettiğini biliyoruz. "Bir gün gerçek bulunacak ve gerçek, bu gibi marazlı zihin ve yuvalar için, hastalıklı bir insana tatlı suyun acı gelmesi gibi acı gelecek ve bir zehr-i katil olacaktır." Gerçekten de öyledir. Yûnus Emre'nin de şiirlerinde bahsettiği "Bir" bize unutturulmak, yapay ayrımlar üzerinden zihin yeniden bulandırılmak ve tabib-i manevilerin ortaya serdikleri ortak meydan okuma bağlamından koparılmak istenmektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Gazi çehresinde Yunus Divanı'ndan aksetmiş çizgiler ve fetihlerinde de Yûnus'un başlattığı ruh kasırgasını gördüğünü söyler. 14.yy'ın en önemli figürlerinden Aşık Paşa'nın Garibnamesi de neredeyse Yunus Divanına bir şerh mesabesindedir. Dolayısıyla Yûnus'u 13 ve 14. yy bağlamından, tekâmülünden, fetihlerinden ve alışkanlıklarından kopararak okuyamayız.
Mehmet Hakan Kekeç
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.