Arama

Mehmet Hakan Kekeç
Şubat 20, 2023
Türk Evi ile neleri terk ettik?
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Mühtedi İngiliz romancı Marmaduke "Muhammed" Pickthall'ın, İslam Medeniyetinin Dinamikleri adlı muazzam bir kitabı vardır. Aynı zamanda İngilizcedeki en güvenilir Kur'an The Glorious Qur'an'ın çevirmeni de olan Pickthall, ikinci baskısı Türkçede geçen yıl yayımlanan kitabında (Külliyat Yayınları) üzerinde bilhassa bu günlerde epey düşünmemiz gereken şu cümleyi sarf ediyor: "Osmanlı Türklerinin ev hayatları, Osmanlı şiiriyle kopmaz müşterek noktaları olan bir ev hayatıdır…" Türk Evi'ni harika anlatan/tanımlayan bu cümleyi, "Osmanlı Türklerinin evleri şiirleri gibidir…" şekliyle de Türkçeleştirmek mümkün. Sanırım -çevirmen ben olsaydım- ikinciyi tercih ederdim. Her neyse, sonuçta işimiz muhtevayla. Öyleyse soralım kendimize: Ne anlama geliyordu bu cümle? Ev dediğimiz 'şey' nasıl oluyordu da şiire benziyordu? Neydi bu Türk Evi ile Türk Şiiri arasındaki müşterek noktalar? Şerh etmeye çalışacağız…

***

Barındığımız (ya da barınmaya çalıştığımız) beton apartman daireleri, kendilerini bir sorun olarak bize ilk Korona Pandemisi sırasında gösterdi. Hatırlarsınız: 'Eve kapanmak' zaman kavramıyla giriştiğimiz bir savaşa dönüşmüştü. Kimileri dizi/film seyrederek, kimileri biriktirdiği kitapları vs. okuyarak, kimileri de yıllardır ertelediği yabancı dil çalışmalarına yeniden başlayarak vakitle baş etmeye çalışıyordu. Fakat bir yerlerde bir şeyler tam yerine oturmuyor, ne yapsak o bulanık ıstıraptan kurtulamıyorduk. Çoğumuz, birincil yaşam alanlarımız olan evlerimizin (ki bu mekanlar haremimiz, sırrımız, salt bize ait olanımız olmasına rağmen) aslında 'yaşamak için' pek de uygun mekanlar olmadıklarını sezmeye -hatta anlamaya başlamıştık. Şu kat kat kutular içerisinde belki barınabiliyor, görece olarak dış tehditlerden izole olabiliyor fakat bir türlü yaşamak dedikleri şeyin tadını alamıyorduk.

Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen şiddetli iki deprem sonrası evlerimiz 'bir sorun olarak' önümüze tekrar geldi. Doktorlar, "hissetmediğiniz organ sağlıklıdır" der. Beton bir kutu içerisinde hayatta kalmaya çalıştığımızın artık uykuda bile farkındayız. Bu tuhaf kutuların bizi estetikten, saadetten, birliktelikten ve 'yaşamaktan' alıkoydukları yetmiyormuş gibi bir de öldürdüklerini -yeniden ve yeniden- fark ettik.

Peki, daha fazla uzatmadan kendimize soralım: Bu çirkin apartmanlarda barınma ile yaşamanın yan yana gelememesinin nedeni nedir? Ya da nedenleri? Psikiyatr olsaydım 'mahrumiyet' derdim. İktisatçı olsaydım 'geçim sıkıntısı'. Jeofizik mühendisi olsaydım 'zemin', stratejist olsaydım ise daha iyi; denizlerimizde gezinen yabancı ve şeytani gemilerin evlerimize yolladığı ışınlardan ya da fay hatlarına gönderdikleri korkunç mesajlardan bahsederdim(!)… Lütfen istihzama kimse kızmasın: Bizi gerçekten koparan her fikir başkalarının insafına biraz daha yaklaştırır. Öyle ya da böyle, örnekler çoğaltılabilir. Ne de olsa bir sorunla karşılaşıldığında herkes durduğu yere uygun şekilde cevaplar üretir. Ben ise bütün gerekçeleri kapsayan tek bir cevap olduğunu düşünüyorum: Barınabildiğimiz ama bir türlü yaşayamadığımız evlerimiz sorun madem, bu, hem barınıp hem de yaşayabildiğimiz evlerimizi yitirdiğimiz (aslında terk ettiğimiz) içindir diyorum, neyi, adı gibi güzel Türk Evi'ni.

***

Geçmişle ilişkilerimizi idealize etmeden ya da şeytanlaştırmadan oluşturmak ve korumak büyük maharettir. Özellikle o geçmiş sübjektif olmaktan çok 'kolektif hafızaya' ait bir uzak geçmişse (yani deneyimle değil, salt aktarımlarla öğrenilmişse) sıhhatli bir denge tutturmak cidden zordur. 'Türk Evi' dediğimiz imge de bizler için tamamen bir kolektif hafıza ürünüdür ve idealize edildiğinde "içi boş bir nostalji" suçlamasıyla karşı karşıya kalabilir. Fakat ben gene de Türk Evi'nin kültürel aktarımda başat bir imge olduğunu ve nostalji suçlamasına rağmen savunulması ve hatta mümkün olduğunca ihya edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten nostalji dediğiniz de başlı başına evle ilgilidir: Nostalji, antik Yunancada eve/vatana dönüş anlamına gelen nostos ve acı anlamına gelen alji kelimelerinden türemiş. Demek geçmiş, acı ile anılan bir yer. 'Şu an, şimdi' içerisinde evimizden uzağız, geçmişi andığımızda ise, iç çekerek evimize/vatanımıza dönmüş oluyoruz.

Nostalji iki boyutlu, bir anılardan, bir de idealize edilmiş ortak/kolektif/kültürel geçmişten oluşuyor: Anılarımız elbette olabildiğince özneldir. Düşünürlerin, sosyologların 'kültürel geçmiş' dedikleri ikinci boyut ise o kadar nesneldir ki (şahsi) hikayemize ait bile olmayabilir: Bir müzeyi gezerken "o zamanlar da ne güzelmiş" dersiniz ya da tarih okurken belli bir dönemin parçası olmak istersiniz. İşte Türk Evi, bütün bu kolektif his ve aktarımların bizim kültürümüzde yaşadığı yerdir.

Amerikalı sanat tarihçi Carel Bertram, 1993 yılında bu Türk Evi'nin mimari özelliklerini incelemek için Türkiye'ye geliyor. Neden geldiğini soranlara "Türk Evi'ni araştırmak için buradayım" dediği zaman karşı tarafta öyle bir hava dikkatini çekiyor ki, araştırma konusunu (mimari özellikler) tamamıyla değiştirme kararı alıyor. Bertram'ın anlattığına göre, Türkiye'ye ne için geldiğini her söylediğinde; cevabı duyanlarda tanımlayamadığı bir memnuniyet, özlem ve teşvik edici ifadelerle karşılaşıyor. Öyleyse diyor, bu Ev'in mimari özelliklerini değil; Türklerin kolektif hafızasındaki müsbet yerinin nedenlerini incelemeliyim.

Bertram'ın araştırmasına göre Türk Evi'nin bugünkü müsbet anlamı, binlercesi yok olduktan çok sonra; 1970'li yıllarda doruk noktasına çıkıyor. 1976'da Türkiye Tarihi Evleri Koruma Derneği kuruluyor mesela. Logosunda cumbalı bir ev var. Bu cumbalı ev imgesinin uzak bir İmparatorluk hatırasının en güçlü taşıyıcısı olduğunu fark ediyor. Ramazan ayı eğlencelerinde ilk iş bu Türk Evi'nin maketleri kuruluyor. Hacivat ile Karagöz (aslında 14.yüzyıla ait iki karakter olmasına rağmen, yani daha Türk Evi Osmanlı'da kullanılmazken) iki cumbalı ev önünde birbirini yiyor. Bir resim yarışmasında kazanan resmin Boğaz'ın etrafına dizilen Türk Evleri'nden ibaret olduğuna rastlıyor. Bu evler, yüzlerce yılda kendini bulmuş bir Ruh'un tek başına temsilcileri adeta tespitinde bulunuyor.

***

Osmanlı İmparatorluğu sadece askeri başarılardan müteşekkil bir kaba devlet değil; İstanbul merkezli başlı başına bir kültür ve ruhtu. Anıtlar, geçmişin taşıyıcılarıdır. İstanbul, bu açından payitaht olması hasebiyle başat rolü oynar. Fakat Bertram'ın temas ettiği gibi ilginç bir şekilde bizde anonim/sivil mimari de anıtsallaşmış ve o 'yitirilmiş' kültürün taşıyıcıları olmuştur. Dolayısıyla bu imgeler İstanbul'a has değil: Türk Evleri'nin zirve örnekleri payitahtta görünse de, Osmanlı'nın adım attığı her yerde varlar. En güzel örnekleri zannediyorum Balkanlar'da, tabii yanılıyor da olabilirim.

Bugün Türk Evi dediğimiz mekanlar İmparatorluk zamanında elbette bugünkü gibi nostaljik bir anlam ifade etmiyordu. Hatta Türk Evi şeklinde bir adlandırma dahi yoktu. Bu adlandırma, bir Cumhuriyet projesi olarak Batılılaşma gereği (bunu modernizm ile karıştırmayın, modernist atılımlar kendine has kültür dairesi içerisinde Osmanlı döneminde zaten başlamıştır) bu ihtiyar ve mağrur evler yok edildikten sonra ortaya çıktı. O zaman üzerine düşünülmeye ve art arda çalışmalar yapılmaya başlandı.

"Türk evleri ihya edilmelidir" dediğimde 'nostalji merakı' ile birlikte bir de elbette 'gelenekselci' suçlamasıyla karşı karşıya kalma ihtimalim var. Oysa gelenekselcilik (en azından benim kast ettiğim), yani geleneği savunmak; zannedildiği gibi modern olandan tamamen bir kopuş yaşanması gerektiği anlamı taşımaz. Gelenekselcilik der ki, gelenek, dönemin şartlarına cevap verebilecek şekilde reforme edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti'nin erken kadrosu, mimaride reformu değil, devrimi çözüm olarak sundu. Sonucunda da ortak yaşam kültüründen, tarihten ve tabii geleneksel olandan kopuk/köksüz şehirler ve konutlar ortaya çıktı. Kaderin cilvesi olacak ki, kurtulmak istediği Osmanlı hayaletinin en güçlü imgesini böylelikle kendi üretti: Türk Evi nostaljisi.

Türk Evi'nin yok olması sonrası 'yaşanamaz apartmanların' oluşmasında ikinci (yardımcı) rol, 'kontrolsüz büyüme ve çarpık kentleşme' gibi duruyor. Türkiye, ilki 1950, ikincisi ise 70'lerin sonu ve 80'lerde köyden kente yoğun göç dalgası yaşadı. İstanbul dahil Türkiye'nin bütün büyük şehirleri kontrolsüz büyümenin eseridir. Köyden kente göç her zaman teşvik edilmiş, ama önü arkası düşünülmemiştir. Boş arsa bulan gecekondusunu dikmiş, en iyi ihtimalle hiçbir zemin ve inşaat bilgisi olmadan üç katlı beş katlı aile binasını tuğlaları akrabalarla taşımak suretiyle Allah kerim yükseltmiştir. İstisnasız tümü de "dedem yaparken iflas etmiş, o kadar sağlam yani" hikayesiyle desteklenmektedir. Bilhassa İstanbul ve Bursa hiçbir sismik, jeofizik, mühendislik bilgisi olmadan rastgele mega kent olmuş şehirler. Bu şehirler, şehirde bile köy hayatını sürdürebilmek için kapıları açık bırakılan dairelerle dolu aile apartmanlarının eseri. Büyüme iştahıyla (ve su sorunu nedeniyle) bahçelerin, dere yataklarının, bostanların, zemini su ovaların işgal edilerek ortaya çıkartılan şehirler bunlar.

***

Konuya biraz daha 'Türk Evi muhtevasına' getirelim öyleyse. Nostalji merakı ve kaba gelenekselcilik suçlamasından, Türk Evi'nin birikimi ve güçlü işlevselliğinden bahsederek kurtulabiliriz ancak. Soralım: Bugünkü apartman dairelerimize nazarla hem barınıp hem de yaşayabildiğimiz Türk evleri nasıl ortaya çıktı, alametifarikaları nelerdi, hangi özellikleri nedeniyle müsbet anlamda bugünkü konut mimarisinden ayrılırlardı?

Yakın zamanda kaybettiğimiz mimar Cengiz Bektaş, Türk Evi adlı kitabında, "Gelenekler, özellikle yapı gelenekleri, öyle birkaç yüzyılda oluşmazlar. Orta Anadolu'da bugün bile sürdürülen yapı tekniği en azından Hititlere dek dayandırılmaktadır" diyor. Merhum Mimarımız Antalya'da şahit olduğu bir olayı da bu görüşüne destek olması için aktarıyor: Antalya'da ustalar evin yapımını bitirdikten sonra çatının üzerinde "Şamaş! Şamaş!" diye bağırıyorlar. Şamaş, Mezapotamya'da güneş tanrısının adı. Doğan Kuban'a göre de "Halk konut tasarımı yenilikçi değildir." Yani sürekli sürekli yenilenmediği; çok eski alışkanlıkları, teknikleri, estetiği taşıdıkları için izleri çok eski çağlarda bulunabilir. Fark, yöreye göre malzemeler ve ekonomik duruma göre işçiliğin kalitesindedir. Avlulu ve hayatlı ortalama bir Türk Evi gözünüzün önüne getirin. Şimdi bunun çok eski çağlardaki örneklerine ve 16 ile 17. yy'da aldığı hale nasıl geldiğine bakalım.

Türk Evleri genellikle iki katlı yapılardı. Taştan veya molozdan yapılmış zemin kat (tahtani denir) depo, hayvan bakım alanı ya da mutfak olarak kullanılıyordu. Çoğu penceresizdi. Pencere varsa da ancak havalandırma diyebileceğimiz ölçüdeydi. Taşradaki örneklerde alt katta etrafı duvarla çevrili avlu da bulunurdu. Peyzaj yapılan avlu doğuya bakardı. Alt kattaki depo ve mutfağa geçen kapılar, maddi duruma göre yarı silindir bir eyvan, kuyu ve yazın su döküldüğünde havayı serinleten taşlık zemin. Bu alt kat yaşam alanı olmaktan çok üretim alanlarını kapsayan işlevsel bir mekandı. Avlu, evin kadının zevkine bırakılırdı. Zaten avlu duvarı ve zemin kat odalarının penceresiz olmasının nedeni buydu: Kamusal mekanlara katılmayan kadının gündüz saatlerinde vakit geçirdiği alanlardı buralar. Sırayla gidelim ve üst çıkmadan evvel eyvan ve avlunun geçmişine bakalım. Eyvan, Hititlerde karşımıza çıktığında adı Hilani. Yunanlar prostas diyor. Sıcak iklimlerde serin mekanlar oluşturmak için Anadolu'da çok eski çağlardan beri kullanılıyor. Anıtsallaştırılması ise Part İmparatorluğu döneminde. İran'da büyük mabetler bugün hala eyvanlıdır. Bu gelenek Türk Evi'ne de uğruyor. Avlu ise Denizli'de kazı yapılan Beycesultan'da MÖ 20.yy'da dahi örneklerine rastlanıyor. Avlunun içe dönük/kapalı şekilde Anadolu'da karşımıza çıkması da Helenistik öncesi Ege'de. Artık üst kata çıkabiliriz.

Hayata avludan bir merdivenle çıkılır. Üst kat, kışa uygundur. Ama sadece kışa değil tabii. Yaylak – kışlak alışkanlığı alt ve üst kat farkıyla bir araya getirilir. Kimisinde kolay ısınan ara kat da bulunur. Bu merdiven nihayetinde hayata çıkar. Ana kattaki bütün odalarda hayata çıkış vardır. Ama odalar arasında mahremiyet gereği geçiş yoktur. Odalar ya hayata ya da sofaya çıkarlar. Sofa sokağa doğru bir çıkış yapar ve yarın eyvandır. Aslında adı şahnişin. Ortada ocak bulunur. Demek hayat ve sofalar buluşma yerleri. Odaların yapısı sayesinde de herkes hem ayrı hem de bir arada. Hem uyku, hem oturma (yüklükler kapandığında oturma odasına döner) hem de banyo (daha doğrusu gusülhane) bütün odalarda imkan dahilinde. Bu özerklikleri otağları yansıtır. Zaten oda kelimesi otağdan türeme. Çekirdek aileye aittir. Divanhane denen baş oda misafirleri ağırlamak için. Buralarda yüklük yerine duvarlarda süslemeler yer alır. Dışarıdan görünebilen tek oda burası. Avlu gibi hayat dahi dışarıdan rahat görünemez. Sofa gibi tamamen aileye aittir. Üst kat hayat ve sofa etrafında esnektir. Oda eklenerek genişletilebilir. Bu genişletme usulü Osmanlı'nın Sarayı Topkapı'da da var. Köşk denen odalardan oluşur. Detaylar bir Anadolu geleneği üzerine bina edilse de, oda çözümlerinin tamamen otağ kültürünü yansıttığını anlıyoruz.

Kırmızı çizgi: Mahremiyet. Amaç: Ayrı ayrı bir aradalık. İşlev: Yaz ve kış avlu ve hayat sayesinde aynı yerde çok rahat yaşanır. Mahremiyete iki örnek daha: hayattan odaya öyle birdenbire geçemiyorsunuz. Kapıyı açtığınızda perdeyle kapatılmış bir geçiş bölmesi var. Adı: Seki altı. Cengiz Bektaş bu odalarda 24 saat yaşanabildiğini söylüyor ve aslında ev denmeli diyor.

***

Hayat üzerinde biraz daha durmalı. Arapça hyatt'dan geliyor. Çevrili açık alan demek. Çardak gibi. Zaten Safranbolu'da birinci kat sofalarına çardak deniyor. Hayat'ın bütün odalara kapısı olması, odaları temiz havayla buluşturuyor. Odalar kendi içerisinde tamamen mahremiyete dayalıyken, aslında bir otağ gibi doğa ile arasında sadece bir kapı bulunuyor. Hayat da oda gibi ekler alabiliyordu. Mesela dışa dönük bir balkon yapılıyor adına da köşk deniyordu. Doğan Kuban'ın verdiği bilgiye göre Kağıthane Sarayı dahi hayatlıydı. Ocak ve koltuk yerleştirildiğinde hayat eve de dönüşürdü. Hem içe hem dışa hakim bir alan. Yani hem yakınlık hem uzaklık. Bu aslında Türk Evi'nin sokakla ilişkisinde de vardı: Hem sokağın bir parçası hem de ayrılardı. Zaten o sokak da çoğunlukla çıkmazdır. İşi olmayan girmez.

Doğa ile uyumlu ve iç içe, mahremiyeti hem dışa dönük hem de katı, çekirdek aileleri bir arada ve kendi yaşam alanlarında tutabilen, eklemelere müsait; yani esneyebilen, bir gelenek üzerine oluşmuş, tasarımı katılımcı (Türk Evleri'nin ustaları, işvereni ile anlaşmadan önce ailesiyle bir araya gelir ve onları tanırmış), kimsenin yaşam alanına girmeyen, ekolojik ve önemlisi 'hayat' dolu evlerimizi; ucube, katı, sürüngen yuvası kadar işlevsiz odalarla dolu, havasız, mahremiyeti aşındıran ve dayanıksız binalara tercih ettik gibi görünüyor. Saydıklarımdan, Türk Evi'nin ihyasının düşünmenin salt nostalji bağlamında ele alınamayacağının anlaşıldığını umuyorum. Bu saatten sonra 'Türk Evleri ile dolu şehirler' inşa etmemiz mümkün mü? Kısa vadede mümkün gözükmüyor. Ama biz yapamasak da, birilerinin bu hayali gerçekleştireceği, ovaları terk edip tepelerde hayatlı evlerini kuracağı kanaatindeyim. Şimdi yazının en başına, Pickthall'ın "Türklerin evleri şiirleri gibi" cümlesine geri dönelim.

Osmanlı Türk şiiri bana göre Yunus Emre'ye düşülmüş bir şerhtir. Bu büyük Türkmen Rıfai dervişi, belki bir dil yaratmamıştır ama Türkçe'nin Arapça ve Farsça ile beraber büyük bir Müslüman dili olmasını sağlamıştır. Osmanlı'da ilim Arapça yapılırdı fakat tefekkürün dili Türkçeydi. Arapça bulur, Türkçe ruh üflerdi. O ruhun başladığı yer Yunus Emre'nin nefesleridir. Mehmet Kaplan hocamızdan ilham diyebiliriz ki: Yunus ile birlikte Türk şiirinin dikkati 'nebatlara (bitkilere)' yani tabiata kayar. Söz gelimi, Gazi tipi, Alp'in devamıdır ama kesinlikle farklıdır da... Çoban göçebelerin kahramanı Alp, topraktan alamadığını ganimetle alır. Yerleşik/uç toplumunun kahramanı Gazi ise, evvel tekke/ribat sâlikidir. Din bağlamı yadsınamaz ve ileri hareketleri salt ganimetle açıklanamaz. Sâlik (gazi) seyre tabidir. Yani Gazilerin tek vazifesi gaza değildir. Vefaiye mensup gazi erenlerin Uludağ'da asayişten sorumlu olması mesela. Ya da, dışa dönük tekkelerinin kervansaray vazifesi görmesi vs.

Alp'in dikkati hayvanda (çünkü göçebe yaşamda at merkezdedir), Gazi'nin dikkati ise nebattadır (çünkü artık kısa mesafelerde gidip gelen yarı yerleşik Türkmen, ekip biçmeye başlamıştır). İşte Yunus, bu noktada, nebat ve tabii tabiat ile çok iç içe bir şiir okur. Türk şiiri, Pickthall'ın tespit ettiği gibi, tutkulu ve amansız bir tabiat sevgisiyle dolar. Aynı zamanda bu tabiat insanın özeti gibidir. Hatta özetidir. İnsan da tabiat da yaratıcının tecellilerinden başka nedir ki? İşte Türk evi bu derin tefekkürün bir ürünüdür: Asil, alçakgönüllü, derin, samimi, ama ciddi, kadınları hüzünlü ki hüzünlü de olsalar şehadete karşı vecd halinde, her an bir dava uğruna ölüme hazır, tefekküre imkan veren ve tabiat ile uyum içerisinde. Bu iki muazzam ürün arasında (Türk evi ve Türk şiiri) ortaklıklar olmasından daha doğal ne olabilir ki?

Mehmet Hakan Kekeç

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN