Arama

Ekrem Kızıltaş: Sezai Karakoç Üretmen Han'ın merdivenlerini arşınlardı

Ülkemiz son elli sene içerisinde ciddi bir değişim ve gelişim döneminden geçti. Bilhassa teknolojide yaşanan bu durum gazetecilik, yayıncılık ve kitapçılık konularında kendini gösterdi. Ekrem Kızıltaş yaklaşık 50 yıllık gazetecilik, yazarlık ve yayıncılık hayatında gördüklerini anlattı. Şöyle diyor Kızıltaş: MTTB konferanslarında büyük isimler "karşımda gelecekte Türkiye'yi yöneten kadroları görüyorum" derlerdi.

Ekrem Kızıltaş:

İrili, ufaklı birçok gazete hala Cağaloğlu'ndaydı. Bab-ı Âli eski ismiyle ya da hala o zamanda kullanılan ismiyle… Cağaloğlu'nun ya da Bab-ı Âli'nin bir başka özelliği de matbaaların çok olmasıydı. Yani tipo ve ofset birçok matbaanın bulunduğu bir yerdi. Mesela Günaydın oradaydı, Dünya Gazetesi'nin matbaası oradaydı. Bu hem o gazetelerin basıldığı hem de ofset diğer işlerin basıldığı yerlerdi. Bu arada diğer matbaalarla da kitap yayınının adeta kalbi konumundaydı Cağaloğlu.

Birçok yayınevi o dönemlerde oradaydı. İşte bir iş hanının üst katında yayınevi, alt katta matbaa ya da işte yanında başka bir şey şeklindeydi. Cağaloğlu çok ciddi bir hareketliliğe, kültürel açıdan ya da yayıncılık açısından muhteşem bir hareketliliğe sahipti. O günlerde bugünkü gibi iletişim gelişmemişti. Mesela gazetelerde yazan çizenleri genellikle Cağaloğlu'ndan ya inerken ya çıkarken, Cağaloğlu yokuşunda bir şekilde karşılaşırdınız. Oralardaki çay ocaklarına, kahvelere gittiğinizde o dönemin önemli yazarlarıyla karşılaşma ihtimaliniz vardı. Yerebatan Caddesi üzerinde rahmetli Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu yazıhanesi, hemen bitişiğinde rahmetli Mehmet Şevket Eygi'nin eski Bugün binası, o dönemde zannediyorum "Liseli Genç" diye bir dergi yahut haftalık gazete çıkarıyordu. Rahmetli Sezai Karakoç işte Diriliş Yayınevi'nin yeri Üretmen Han'da, Türkiye Gazetesi orada bir yerdeydi. Hâkimiyet diye bir gazete, Anadolu diye bir başka gazete, Bizim Anadolu diye bir gazete, Hergün diye bir başka gazete, Milli Gazete yine Üretmen Han'da faaliyetlerini sürdürüyordu. Yeni Devir orada çıkıyordu. Tüm bunlar 1980'e kadar adeta tüm medyanın merkeziydi.

Ekrem Kızıltaş:

1980 öncesi sadece Tercüman gitmişti. 1980 sonrası işte önce Hürriyet ardından Milliyet daha sonra diğer gazeteler yavaş yavaş artık işler büyüdüğü, geliştiği, devasa matbaalar, devasa rotatifler gerektiği için -Cağaloğlu daha çok ufak tipte makinelerin iş görebildiği yerlere sahipti- dağıldı. 1980 sonrası Cağaloğlu büyüsünü, cazibesi dönemler içerisinde kaybetmeye başladı. Bugün itibariyle gittiğinizde sadece nostalji, sadece hatıralar var. Şurada şu vardı, burada bu vardı. Hürriyet'in eski binası buradaydı. Milliyet Nuruosmaniye'ye giderken uğraşmaya giderken şuradaydı, daha önce burada Son Havadis vardı. Şeref Efendi Sokak'ta şu vardı ya da Çatalçeşme Sokak'ta şu vardı, işte rahmetli Üstad buralardaydı, Sezai Bey Üretmen Han'ın merdivenlerini arşınlardı, rahmetli Şevket Eygi gibi hepsini rahmetle anacağımız insanlarla alakalı ağırlıklı olarak hatıralar kaldı.

Çünkü önce gazeteler sonra kaçınılmaz olarak yine biraz büyüme ve gelişme ile bazıları hala orada kalsa da yayınevleri Cağaloğlu dışına, çeşitli yerlere taşınmaya başladı. Daha büyük matbaalar kuruldu. İşletmeler büyüdüğü için daha büyük yapılar falan derken yayınevleri de oradan dışarı çıktı.

Bunun bir başka tarafı da şu: 1960'larda ve 1970'lerde Anadolu'dan kitap alacak insanlar gelir, kitabı bizzat görür hatta belki sayfa sayfa bakar, kontrol eder ve doğrudan yayıncıyla konuşarak oradan alırdı. Ambarlar vasıtasıyla gönderilirdi. 1980 sonrası yayıncılık ve dağıtımda kişilerin yerine giderek, illere giderek pazarlama yapma alışkanlıkları başladı. Belki kamyona binip giderdi birisi. Yanında numune götürürdü. Arabayla ya da kamyona binip doğrudan kitabı verebilecek hale gelen dağıtım şirketleri doldu. Tabii bu 1990 sonrası başka bir hale evrildi. Yazılı medyanın her halükarda baş belası internet devreye girdikçe, iletişim arttıkça, bilgi göndermek kolaylaştıkça artık Anadolu'dan -gerçi bu arada kitap okuma oranları, gazete okuma oranları da azaldı o ayrı bir meseledir- bunları alacak insanlar internet üzerinden "Evet şu kitaptan bana şu kadar gönder" demeye başladı. Kargo şirketleri geliştiği, iletişim çok kolaylaştığı için şartlar değişti. 1970'lerde bir telefona sahip olmak oldukça önemli bir meseleydi. Analog telefon için PTT'ye gider, müracaat ederdiniz. 1970'li yıllarda, bazı hallerde hızlı bir telefona sahip olmak için belki bir daire parası ödemek durumunda kalabilirdiniz.

https://www.instagram.com/p/CumtoLJOhAX/?img_index=1

Bekir Salih Yaman:

Gidip başvuruyorsunuz ama telefon hemen gelmiyor değil mi?

Ekrem Kızıltaş:

Hayır, hayır bu ancak 1990'lardan sonra rahmetli Özal'ın Türkiye'yi belki elektronik eşya açısından ya da elektronik açısından geliştirmesi sonrasında analog santrallerin dijitale çevrilmesi -analogda doğru da telefon alacaksanız size gelen bir kablo söz konusudur ama dijital dediğimizde aynı kablodan belki işte yüzlerce insan rahat aktarılabilir- bu anlamda haberleşme, iletişim değişti. İletişim telefonlarla çok kolay. Eskiden işte bir yeri arayacaksanız ve şanslı bir insansanız, telefonunuz varsa bile eninde sonunda yazdırır, beklerdiniz. Ben işte Ankara'yı çevireyim, bu 1980'lerin sonu 1990'lardan sonra sahip olduğumuz bir lükstür. 1970'li yıllar, işte Talebe Yurdu'ndayım memleketi aramam gerekiyor. PTT'ye gidersiniz, yurt numarasını da verirsiniz ki PTT size - Acele, yıldırım diye arama yolları vardı. Acele arıyorsanız arama belki o gün içinde gelir, yıldırım o gün içerisinde akşam saatlerine doğru gelir.- haber versin. Şimdi insanlara biraz tuhaf gelebilir ama o zaman hakikaten iletişim son derece zordu. PTT'nin posta servisi en azından çalışırdı. Ama eninde sonunda o günkü ulaşım imkânlarını düşünürseniz yani işte ben Orduluyum. Ordu, İstanbul'dan akşam arabaya bindiğinizde ertesi gün öğle saatlerinde varırdınız, 17-18 saat sürerdi. Şu anda herhalde otobüsler bile neredeyse 12-13 saatte gidebiliyor. İşte yollar, otobanlar açıldı. Birçok şey rahatladı. O dönemin şartlarında, 1970'lerin bugün bize nostalji olarak gereken havasının şartlarında belki en mükemmel noktaydı. Ama iletişim, ulaşım ve başka imkânlar gelişti. Belki insanlar birbirlerini tanıdılar, bildiler. Dolayısıyla doğrudan birinin gidip kitapçıyı görmesi ya da kitapçının gelip doğrudan yayıncıyı görmesi yerine aradaki kurulan ilişkilerle telefon üzerinden daha sonra internet üzerinden ilişkiler sürmeye başladı. Dolayısıyla Cağaloğlu Türkiye ile beraber ciddi şekilde değişti. Bu değişimin bugünkü uzantısı işte hangi sokağa girerseniz kafeler, turistik eşya satan yerler bazı yerlerde de otele falan dönüşmüş binalar gibi bir Cağaloğlu var. Ama eninde sonunda Allah'tan yapı aşağı yukarı aynı… Evet, şu bina filandı, bir yayınevi buradaydı diyorsunuz. Filan ile burada görüşmüştük diyebiliyorsunuz.

Bekir Salih Yaman:

Dergicilik, gazetecilik, sahife sekreterliği, istihbarat şefliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği... Mesleğin tüm birimlerinde çalışmış biri olarak kâğıtla ünsiyet kurmak, dijital yayınlar ve mesleğin gidişatı hakkında neler düşünüyorsunuz.

Ekrem Kızıltaş:

Şimdi "her nimetin bir külfeti vardır" derler. Bir yönüyle nimet, son derece hızlandı son derece kolaylaştı. Düşünün İşte, o yıllarda ben herhalde 1980'leri hatırlıyorum. Diyelim ki Erzurum'da olmuş bir olayla ilgili Ajans normal fotoğraf servisi yapmamış. Siz eğer özel bir fotoğraf istiyorsanız bir servet ödemeniz gerekirdi, tek bir fotoğraf için… Şu anda hiçbir problem yok. Yüzlerce fotoğrafı eğer tanıdığınız birisi varsa hemen telefonu çevirip o yüzlerce fotoğrafı size aktarabiliyor. O dönemde 1990'larda bile böyle bir imkân yoktu. Hatta ben mesela zannediyorum Milli Gazete'de dijital fotoğraf makinesini -bugün son derece yaygın- dijital fotoğraf makinesini yanlış hatırlamıyorsam 1994 seçimlerinde biraz da meraklı olduğum için ilk defa ben kullanmıştım.

Ekrem Kızıltaş:

Seçim dönemiydi ve miting vardı. Haberler ertesi gün taze fotoğraflar kullandığımda birçok insan şaşırmıştı. Anadolu Ajansı "Bir dakika ya, Allah Allah! Sen bizden tele fotoğraf almadın bu nereden geldi?" demişti. İşte o ara aslında basitleştirilmiş dijital fotoğraf makinesiyle başlangıç olmuştu. Tabii bunun nimet oluşu, hızlanması, çoğalması, yoğunlaşmasının getirdiği bir de külfet tarafı var. Biz ağırlıklı olarak internet medyacılığında bile sıkıntılar varken sosyal medya denilen bir olguyla karşı karşıyayız. Sosyal medya dediğimiz şey adeta bir orman. Yani güvensizliklerle dolu bir orman, sürekli bir sürü habere bir sürü bilgiye maruz kalıyorsunuz. Bunların hangisi doğru, hangisi yanlış ayırt etmekte ciddi güçlük çekiyorsunuz. Daha da kötüsü sosyal medyayı çeşitli amaçları için kullanmaya çalışan çevreler biraz da ana akım medya üzerinden buldukları desteklerle sosyal medya üzerinden bir yalanı pazarlayıp işte ana akım medyayla ona destek vererek siz olayın doğrusunu açıklayana kadar genellikle bayağı mesafe alabiliyorlar.

Burada medyanın iki temel problemi var. Bir, medya genellikle olumsuzluklardan beslenen bir sektör. Ne demek bu? Meşhur laftır -gazetecilerin ilk öğrendiği kurallardan birisi- bir köpeğin bir adamı ısırması haber değildir ama bir adam bir köpeği ısırırsa haberdir. Bu da genellikle her şey düzgünse, her şey olumlu gidiyorsa bunun haber olacak bir tarafı yoktur. Arada olumsuz bir şeyler varsa ya da biz bu olumlu şeylerin içerisinden olumsuz bir takım yorumlar çıkarabilirsek İşte o haberdir anlayışı medyanın genel olumsuzluktan beslenme taraflarından biri. Öbür tarafı da insanların genellikle -bu da zannediyorum dünya genelinde sadece Türkiye'de değildir- dünya genelinde yapılan araştırmalarla ortaya konan bir şey: Yalanın dolaşım hızı doğruya nazaran, gerçeğe nazaran yedi kat daha fazla. Tuhaf bir şekilde insanlar doğrudan daha çok yalana sanki ilgi gösteriyor, yalanın yayılması dolayısıyla daha fazla olabiliyor.

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN