Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Mayıs 6, 2021
Darwin’in evrim taslağı II
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Wolfgang Friedrich Gutmann'ın, evrim süreci çerçevesinde incelediği omurgalıların oluşması sırasında gözün ortaya çıkışı olayıyla ilgili deney içerikli ifâdelerine bakarak Darvinci görüşün yol açtığı güçlüklerden birine daha burada dikkati çekmek gerekiyor:

"Açık suların yüzeyinde serbestce yüzen (pelagik) hayvanlar, çoğunlukla saydamdırlar. Bunlar, böylelikle suda düşmanlarınca zor seçilebilirler. Bu saydamlık, bedenin derinliklerinde, merkez sinir sisteminde gözlerin meydana gelmesine zemin hazırlamıştır. Saydam bir omurgalı, büyüdükce saydamlığını yitirir. Buna rağmen, ışığa duyarlı (Fr photosensible) kesimler, başka bir deyişle, söz konusu omurgalı hayvanların beyin yörelerinin kavisleşen ön tarafındaki sinir kanalında oluşan ışığa duyarlı hücreler aydınlık ortama yaklaşsa da bahsettiğimiz gözler, görme işini sürdürür. Meydana gelmiş birtakım değişiklikler, ışığı gittikçe daha iyi kırabilen mercek misâli, beden çeperinin iş görmesini sağlamışlardır. Böylece aydınlığı algılama, giderek görme kâbiliyeti artmıştır.

Ayrıca arkalarında yer alan denge uzuvlarından önce oluşmuş bulunduklarını düşünürsek, gözlerin, başlangıçta şekilleri görme görevine yönelik olmadıklarını anlarız.

İlkin bir çift yan gözden başka, hayvanın bir yahut iki sırt gözü daha vardı. İşte bu durum açıklanmağı bekliyor. Salt görme için yan gözler pekâlâ yeterdi. Nitekim bunlar, ileriki devirlerde bütün omurgalıların görme cihazı hâlini almıştır. Şu durumda, çevrenin görülmesi, başlangıçta gözler aracılığıyla yapılan bir iş değildi. Kimi kurtcuklarda (larva) olduğu üzre, burada da sırt gözlerinin, su yüzündeki aydınlığı alacak tarzda düzenlenmiş bulunduklarını tasavvur edebiliriz. Böylece bunlar, henüz ortaya çıkmamış denge organlarının görevini yerine getiriyor olmalıydılar. Daha ileride yan çizgi düzeni boyunca akış duyusu gelişip dönüşümler sonucunda denge organları belirince, sırt gözlerinin yön tayin etme görevi de fazlalık olmağa başlamıştır..."18

Belli ortak bir hedefe yönelik oldukları izlenimini uyandıran az önce sözü edilen oluşumları neye bağlayabiliriz? Bütün bunlar, gelişigüzel nedenlerin etkileşmesiyle ortaya çıkmış rastlantılı olaylar mıdır? Bu soruya, "evet, öyledir", karşılığını verirsek, söz konusu cevabın, anlamca tutarlılığı, "Hayır, öyle değil" şeklindekinden farklı mıdır? Bahsettiğimiz cevap türlerinden hangisi, bilimce temellendirilebilir tutarlı önermeyle yahut önermelerle örülebilir? Aslında hiçbiri. Ne gelişigüzel mekanik olagelen nedenlere bağlı süreçlerden ne de bir yahut birkaç belirli kısa yahut uzun vadeli gâyeye yönelik gidişi zorunlu olan oluşmalardan söz eden önermeler, bize evrim hakikatini, evrimin sırrını ifşâ edebilir. Evrimin esrârlı olmayan bir yanı var ancak: Tek tek evrim süreçlerine ilişkin bilgi içeriği dar tasvire dayalı ifâdeler sunmak, düpedüz bilimsel bir tavırla evrim gerçekliklerine eğilmek demektir. Söz konusu evrim gerçeklikleri düzleminde kalıp deney tabanı cılız toptancı iddialarla evrim hakikatini dile getirmeğe kalkmadığımız sürece sorularımıza cevap seçmek hürlüğüne sâhip değiliz. Sorularımıza cevap seçmek hürlüğünü ancak sağın anlamıyla denel bilimin bitip teorik uğraşının başladığı noktada, giderek spekülasyonla işimizi sürdürdüğümüz çizgide elde edebiliriz. Madem teorik, öyleki spekulativ safhada "türlerin genelde birinden öbürüne dönüşmesi hangi esâsa dayanılarak açıklanabilir?" sorusuna cevap seçmek hürlüğüne sâhibiz; öyleyse, "belirli bir türde ânsızın herhangi bir yahut birkaç nedenle gâyesi belli olmayan köklü bir değişim sonucunda ortaya çıkan birey yahut bireyler doğal ayıklanmaca kayırılırsa, sağ kalır" kadar, "doğa tarihi boyunca türler, birbirlerine dönüşerek sonunda evrendeki bütün ortamlara ayak uydurabilecek belirli bir türün meydana gelmesi sağlanmıştır" karşılığı da geçerli olmalıdır.

Charles Darwin'in ortaya koyduğu teori az önce kısaca işâret ettiğimiz bütün boşluklarına ve açmazlarına rağmen, çağımızı baştan aşağı belirlemiş, ona damgasını basmıştır. Bunu önemli ölçüde kendisini desteklemiş tarafdarlarına —Darvincilere— borçludur. Teoride, özellikle de onun temel direği durumundaki doğal ayıklanma ilkesinde ortaya çıkan boşluklar, çelişkiler, aykırılıklar ile ikirciklikler, işte bu tarafdarlarca giderilmeğe çalışılmıştır. Darwin'in, Mendel genetiğinden habersiz olarak kurduğu teorisini, bununla da donatan yine onlar olmuştur. Yenidarvincilik böyle meydana gelmiştir. Yenidarvinciler, Darwin'in edinilmiş özelliklerin kuşaktan kuşağa aktarılabilirliği kanısını düzeltmiş, doğal ayıklanmanın —göz olayında gördüğümüz gibi— tam aydınlatamadığı olaylara yeni bir ilkenin ışığında yaklaşmışlardır: Uyarlanma-öncesi (Fr preadaption) .[i]

Şu var ki, gerek bu yeni ilke gerekse öbür bütün çabalarıyla Yenidarvincilerin, Darwin'in evrim teorisinde göze batan çarpıklıkları onarıp eksikleri doldurabildikleri pek şüphelidir. Üstelik hep dikkatlardan kaçan bir nokta, teorinin bağrında karşılaşılan açmazlardan çok, onun temelden yoksun kalışıdır. Her öğretiden, teoriden yahut sistemden, ilk beklenen, bağlandığı yahut dayandığı temel kavramı anlamca —içerikce— aydınlığa kavuşturması, yânî tarif etmesidir. Bu yönüyle ele alındığında, Aristoteles'in canlılaröğretisi, Darwin'inkine oranla daha sağlam bir mantık yapısı sergiler. Zirâ Aristoteles, canlıyla ilgili öteki görüşlerine geçmeden canlı nedir, ne değil konusunda düşüncelerini açıkca ortaya koymuştur. Darwinse canlının koskoca tarihini ve bunu belirleyen dinamikleri göz önüne sermeğe çabalarken, canlının ne olup olmadığı konusunda görüş bildirmemiştir. Eldeki teori canlı üstüne kurulmuş, ama ortada bulunmayan canlının kendisi; daha açıkcası, Darwin, yazılarının hiçbir yerinde canlıya ilişkin seçikce bir belirleme yahut giderek tarif denemesi sunmamıştır.

Söz konusu teorinin iç kuruluşundan ve olaylar karşısındaki durumundan doğan, felsefe-bilim eksikliklerinin, çatışkılar ile bağdaşmazlıklarının yanında, yaratmış olduğu ve bütün insanlığı ilgilendiren ahlâkî sorunlar da bulunuyor. Söz konusu sorunlar, teorinin, türlerin, maddeci—belirlenmezci bir ilke olan doğal ayıklanma uyarınca değiştikleri görüşünü üretmesinden ileri gelmişlerdir. Bu görüşün en dramatik ürünü, insana ilişkin anlayışta getirdiği köklü değişiklik. Darvinci evrimöğretisinin doğal sonucu uyarınca insan, hayvanlar âleminin uzantısından başka bir şey değil; insanı da, buna göre, hayvandan ayırmak, bilimsel olmaktan ziyâde insanmerkezci bir tutum. Nitekim Darwin, "kendimize köle kıldığımız hayvanları" diyor, "dengimiz olarak görmekten kaçmıyoruz. Bakınız, benzer tutumla köle tâcirinde de karşılaşıyoruz: O da zenciyi başka bir çeşittenmiş gibi göstermeğe çalışır. Hayvanlar da nihâyet bizim bellibaşlı özelliklerimizi paylaşmaktadır: Duyma, taklit, acı çekme, ölüm korkusu, ölüme elem ve saygıyla bakma" (B231).

Çok zekîce dile getirdiği bu önermelerinde Darwin, dikkati belli bir göreliliğe (Fr relativite) çekiyor. Ancak, dikkatları sorunun bir yanında toplarken, öbürünü göz önünden çekmek istiyor: Öz-be-öz insan olarak zenci, haklar ile ödevler açısından elbette aktenlinin dengidir. Ama aynı doğallıkla hayvanı insanın dengi olarak gösterebilirmiyiz? Gerçi ikisi de canlı. O durumda bitkiyi de hesaba katmalıyız. İnsanın, hangi kökenden geldiğini, bütün iddialara rağmen, henüz, yerçekimi yasasındaki açıklık seçiklikle bilmiyoruz; herhâlde hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Çünkü görünüşe göre tarihi gerisin geriye diriltmeğe imkân yok. Bu bilimsel çıkmazın yanında, insan, ortaya gelişigüzel atılıvermiş, hayvanlar âleminden bir tür olarak görüp göstermenin nelere mâlolabileceği konusunda uzun nutuklara gerek yok. Çağımız insanının içinde bulunduğu durum, söylemek istediklerimizin en açık belgesidir. Kaldı ki, insan, madem tesâdüf eseri değişme sonucu ortaya çıkıverdi; öyleyse yine rastgele değişime uğrayarak başka bir varlığa dönüşebilir. Sâdece böyle bir düşünce bile, üstünde durduğumuz 'halı'yı ayaklarımızın altından çekip alabilir. Nitekim, bundan aşağı yukarı üç bin yıl önceki Parmenides'i bize yeniden hatırlatırcasına John Dewey, değişme olarak değişmenin, salt akış, sıçrayış anlamına geldiğini; böylelikle de zekâya hakaret olduğunu söylemiştir.[ii]

Beliren bu durumu elbette Charles Darwin gibi felsefe-bilim tarihinin seçkin bir dehâsının farketmemesi imkânsız olmalı ki, Asa Gray'e yazdığı 22 Mayıs 1860 tarihli mektubunda bir çeşit vicdân muhasebesi yapmıştır: "... Şaşkına dönmüş hâldeyim. Tanrı'yı inkâr anlamına gelecek tarzda yazmak gibi bir niyet beslemedim. Ne var ki çevremde yer alan her şeyde gâyenin ve yararın kanıtlarını görmek istememe rağmen, bunu beceremiyorum. Görebilenler var. Onların kavrama gücüne sâhib olmadığımı da kabul etmeliyim... Öte yanda, şu harika evrenin, özellikle de insan doğasının, nihâyet her şeyin kaba kuvvetin ürünü olduğu görüşüyle de tatmîn olmam. Ayrıntılarda iyiye mi, kötüye mi gittiği rastlantıya bağlı olan her şeyin, belli bir amaç doğrultusunda işleyen yasalar uyarınca vucut bulduğuna inanmak istiyorum. Rastlantı kavramı beni aslında hiçmi hiç tatmîn etmiyor. Bu konunun, insan havsalasının alamayacağınca derin olduğunu seziyorum... Her insan, istediğine inanabilmeli, dilediğini umabilmeli. Görüşlerimin, hiç de, Tanrı'yı inkâra yönelik olmadıklarına dair kanâatınızı yürekten paylaşıyorum. Korkunç karmaşık doğa yasaları uyarınca, düşen yıldırım, ister iyi, ister kötü olsun kişiyi öldürür. İleride pekâlâ budala dahî olabilecek bir çocuk ise, çok daha karmaşık yasalar çerçevesinde dünyaya gelir. Anlamadığım, insan yahut özge bir hayvan, niçin bambaşka tür yasalar uyarınca meydana gelemesin; ve niye bunlar, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, öngörebilen Tanrı'nın eseri olmasın? Evet, gerçekten, düşündükce, şaşkınlığım da artıyor..."[iii]

Charles Darwin, akla durgunluk verecek miktardaki gözlem verisi malzemesini düşünme ve tasarlama gücüyle değerlendirerek teorisini kurmuştur. Öyleyse canlılar tarihini bizlere böylesine ayrıntılı biçimde aydınlatan bu teorinin, yüz yıldır yeryüzünün her yanında sâhibi olduğu yüksek itibârı altında ezilmeden, eksiklerini, kusurlarını tesbit edebilmemiz, her şeyden önce, Darwin'den bu yana deney alanında edinilmiş yeni veriler üstüne genişliğine ve derinlemesine düşünmekle olabilir. Ancak, sağlıklı düşünebilmekiçin kendimize konu edindiğimiz yapının yanına ona seçenek olabilecek bir yahut birçok yapı daha koymamız gerekir. Bu da hayâlgücümüze olduğu kadar tarih bilgimize de seslenen bir işdir. Çoğu, tarihte üstü örtük yatan öneriler, şu ânki sorunların çözümüne en azından ışık tutmaları bile, bizimiçin bulunmaz nimetten sayılmalıdırlar.[iv] O hâlde seçenek olabilecek varsayımlarla ortaya çıkan araştırmacıların yahut düşünürlerin üstesinden gelmekle yükümlü oldukları ödevlerden biri, işte eldeki soruna çözüm sunabilecek tarihin derinliklerinde yatan düşünceleri kestirip üstündeki toprağı temizleyerek bunları gün ışığına çıkarmaktır. "Bilimsel varsayımın başarısı" diyor Stephen Jay Gould, "çoğu kere onun taşıdığı şaşırtıcı bir unsurda saklıdır. Çözümler çoğunlukla işgüzarca derlenmiş yeni bilgilerin eski bir çerçevenin içine oturtulmalarından değil, sorun'un yeniden ustaca belirlenmesinden doğar."[v] Bir sorun'un, inceden inceye belirlenip bağrından çığır açıcı çözümleri sunmağa teşne hâle getirilmesi, Albert Einsteinın artık tarihe mâlolmuş "düşünce deneyi" deyimiyle özetlediği işlemle olabilir. İşte tarihin en dâhîce yapılmış düşünce deneylerinden biri, Charles Darwin'in evrim sorununa getirdiği çözüm önerisidir. Ancak, genellikle felsefe-bilim tarihinde bir ana soruna getirilen esâslı çözüm önerisinin, ona yeni bir alt sorun eklemekten gayrı, işe yaramadığı da unutulmamalıdır. Demekki bir sorun çetrefilleştikce hakkındaki bilincimiz de artar. Ama aklın buyurduğu bu hakikata, tarih boyunca genellikle uyulmamıştır. John Dewey'in de belirttiği üzre, "zihnî ilerilemeler, genellikle sorunların, sundukları çözüm önerileriyle birlikte terkedilmeleri bahasına gerçekleştirilmişlerdir. Bu durum, söz konusu sorunların, diriliklerini yitirip yeni beliren acil ihtiyâçlara cevap verememelerinden ileri gelir. Bunlar, çözüme kavuşturulmaz; üstlerinden atlanıp geçilirler. Eski sorunlar, gündemden çıkar, bir bakıma buharlaşarak hâllolur, çözülürlerken, yeni sorunlar, değişen tutum ile tercihlere göre biçim kazanırlar. Çağdaş düşüncede de eski sorunları eritip yeni sorunları, tâze yöntemler ile buluşları gündeme getiren en baş merci olan bilim devrimi, doruğa 'Türlerin Menşeine Dair' adlı eserde ulaşmıştır."[vi]

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Hayatın Anatomisi – Canlılar Bilimi Felsefesi – Evrim ve Ötesi' isimli kitabından alıntılanmıştır.)


[i] "Uyarlanma-öncesi, bir yapının biçimce pek başkalaşmamakla birlikte, işleyişini kökten değiştirme imkânını barındırmasıdır" —Stephen Jay Gould: "Ever Since Darwin: Reflections in Natural History", 108. s.

[ii] Bkz: John Dewey: "The Influence of Darwin on Philosophy", 8. s.

[iii] Charles Darwin: "TheAutobiography andSelectedLettersof CharlesDarwin", yayımlayan: Francis Darwin, 249. s.

[iv] Bu bağlamda düşünce tarihinin büyük ustalarından El-Kindf'nin, konumuzu daha da aydınlık kılabilecek şu görüşlerine yer vermeden geçmememiz gerekir: "İlkem" diyor El-Kindî, "önce araştırdığım konu hakkında eskilerin bütün dediklerini kaydetmek; sonra Arapcanın kullanılışına, çağımızın âdetleri ile kendi kâbiliyetimize uygun tarzda eskilerin eksik ifâde ettiklerini tamamlamaktır." —bkz: Richard Walzer: "Islamic Philosophy", 13. s.

[v] Stephen Jay Gould: "Ever Since Darwin: Reflections in Natural History", 107. s.

[vi] John Dewey: "TheInfluence of Darwin on Philosophy", 19. s.

Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN